Ekonomi, Matbaacılık, Bilim ve Tarih-Yazıcılığı

Ekonomi, Matbaacılık, Bilim ve Tarih-Yazıcılığı

Rönesans, 14. yüzyıl Avrupası’nın ticaret ve finansta en ileri ülkesinde, İtalya’da doğdu. Ülkenin siyasal birlikten yoksun olduğu koşullarda, Venedik ve Floransa cumhuriyetleri bu kültür devriminin en ileri karakollarını teşkil ettiler. Ticari ilişkileri tüm Akdeniz’e yayılmış ve biri camcılık, diğeri de dokumacılık merkezi haline gelmiş bu iki cumhuriyetin aynı zamanda kültürde de en ileri konuma ulaşması kuşkusuz bir rastlantı değildi.[19] Kapitalist üretim ilişkileri feodalizmi tasfiye ederken yeni sistem kendi “aydın”larını da yaratıyordu.

Bu yeni aydınlar kimlerdi?

Genel olarak “hümanistler” olarak adlandırılan bu yeni aydınlar iki farklı kaynaktan geliyorlardı. Bunlardan Gramsci’nin “en tipik grup” dediği birinci grup, “uzun süre en önemli hizmetleri –yani okul, eğitim, hukuk, ahlak ve filantropi sayesinde dönemin bilim ve felsefesi demek olan dinî ideolojiyi– tekelinde tutmuş olan ‘klerk’lerdi.”[20] Gramsci’nin sözünü ettiği bu grup, daha çok İtalyan üniversitelerindeki gelişmelerin yarattığı genç din adamları nesli idi. Oysa aynı dönemde diğer Avrupa ülkelerinde üniversiteler skolastik kavgalar içinde yozlaşıyor ve geriliyordu. Durkheim, Fransa bağlamında, Rönesans ve sonrasında üniversitelerdeki gelişmeleri şöyle betimlemiştir: “Yeni fikirlerin, üniversite loncasını hissedilir bir biçimde etkilemeden, onun programlarını ve yöntemlerini değiştirmeden, toplumun her kesiminde yayıldığını görüyoruz. Tek örnek vermek gerekirse, 16. yüzyılda büyük bir bilimsel hareket doğdu ve 19. yüzyıl başına kadar üniversitede hiçbir yankı uyandırmadan 17. ve 18. yüzyıllarda gelişti.”[21]

Durkheim’in fikri Fransa’yla ve 16. yüzyılla sınırlıydı; oysa Hümanizmin doğuşunu daha geniş çerçevede inceleyen Mandrou’ya göre, 15. yüzyılın ikinci yarısında, İtalya dışında tüm Avrupa’da üniversiteler gerileme içindeydi. Örneğin Sorbonne Üniversitesi, genç din adamlarının açıkça “Kilise, Sezar’a ve paraya kurban ediliyor” demekten çekinmedikleri bir kaosa sürüklenmişti. Ne var ki aynı dönemde Napoli’den Milano’ya kadar tüm İtalyan üniversiteleri “Ortaçağ skolastiğini Petrarca’nın özlediği yönde aşıyor” ve yenilenmiş bir Ciceron ile Platon’u (özellikle de Fedon, Fedr ve Gorcias yazarı Platon’u) model alıyorlardı.

Hümanistler araştırmalarının temel aracını “filoloji”de bulmuşlardı. Hemen hepsinin uyguladıkları filoloji disiplini, esas itibariyle, kanonik metinlerde geçen temel terimlerin tespiti, kötü çevirilerden doğan tutarsızlıkların giderilmesi, gerekli durumlarda yeni çeviriler yapılması ve bunların doğru bir biçimde yorumlanması gibi hermenötik etkinlikleri içeriyordu. Daha sonra basımevlerinde de devam eden bu zahmetli çıraklık yılları yetkin gramer kitaplarının ve sözlüklerin yazılmasıyla da güçlenmiş ve birkaç nesil boyunca hümanistlerin formasyonunda temel teşkil etmiştir. Bu anlamda, filoloji, dar dil bilimi alanını aşıyor ve Mandrou’nun ifadesiyle “olağanüstü bir eleştirel akıl okulu” teşkil ediyordu. “Eski uygarlıkların temelini oluşturan daha geniş bilgilere hâkim olma” olanağı da yine filoloji sayesinde ortaya çıkıyordu.[22] İtalyan üniversiteleri Rönesans aydınlarının ilk kanalı oldu. Oysa iktisadi gelişmenin ve artan iş bölümünün ürünü olan ve hümanistleri yaratan ikinci bir kanal daha vardı.

Gerçekten de artan iş bölümü ile birlikte yeni meslek türleri ortaya çıkmıştı ve daha sonraları Montaigne’nin “hümanistler” olarak adlandıracağı yeni aydınlar daha çok bu sürecin ürünü oldular. Böylece kapitalizmin gelişmesi ve yeni sanayi dallarının ortaya çıkması yeni aydınları üreten ikinci kanalı teşkil etti.

Büyüyen ve yeniden yapılanan şehirlerde ortaya çıkan bu yeni “hümanistler”ler aslında toplumsal çelişkilere ve halkın sefaletine fazla ilgi duymuyorlardı. Dertleri bu değildi. Örneğin 1300’lerde, Venedik tersanesinde “kulak tırmalayan bağrışmalar ve tahayyül edilemez kokular içinde, zift ve tahtayla çalışan beş bin kadar işçi” sadece Dante’nin –o da şairin cehennem tasvirine ilham verdiği ölçüde– dikkatini çekmişti.[23] Ne var ki, vahşi ilkel-birikim koşulları içinde de olsa, Fransa ve İspanya gibi bazı mutlakiyetçi rejimlere ya da Papalık sultası altında yaşayan İtalyan devletlerine göre daha özgür olan Venedik ve Floransa cumhuriyetleri görülmemiş bir ticari ilerleme sağladı ve bu da Rönesans’ın maddi olanaklarını hazırladı. Ayrıca, 1348’de patlak veren korkunç veba salgını da kilisenin ve yozlaşmış din adamlarının Allah tarafından cezalandırılması olarak yorumlanmış ve Kiliseye karşı husumeti artırarak dünyevi eğilimleri güçlendirmişti.

İlkel sermaye birikiminin ve artan iş bölümünün yarattığı yeni meslekler arasında matbaacılığın icadı ve bir sanayi dalı haline gelmesi, kültürel gelişme açısından stratejik bir rol oynamıştır. Başlangıçta basımcılık, yayıncılık ve kitapçılık tek ve ortak bir sanayi dalı oluşturuyordu. Bu tarz bir işletmecilik, bu alanda çalışabilecek kalifiye işçiler henüz az sayıda olduğu için ücretlerin yüksek olduğu, cazip bir sanayi dalı idi. Erasmus ve Bude gibi ünlü hümanistler, ülkelerinde kralların danışmanı olmadan önce, yıllarca matbaalarda “tashihçi” olarak çalışmışlardı. Bu sanayinin eseri olan kitaplar ise, kapitalizmin ürettiği tüm dayanıklı tüketim “mal”ları gibi piyasada elden ele dolaşsalar da, kendilerine özgü bir niteliğe de sahiptiler. Bol sayıda kitap üretimi toplumun bilgi ve tecessüsünü artırıyor, artan bilgi ve tecessüs de kitap üretimini hızlandırıyordu.[24] Kuşkusuz bu artış kapitalizmin birkaç yüzyıllık gelişimine uygun şekilde, göreli bir hızda olmuştur. Başlangıçta birkaç yüz adet basılan kitapların binlerle ölçülen tirajlara ulaşması için yüzyıllar geçmiştir.[25]

Yayıncılıktaki gelişmeler çelişkiler içinde gerçekleşmiş ve kitap bolluğu kültürün artmasında bir çıkar görmeyen, aksine bunu tehlikeli bulan iktidarları ürkütmüştü. Çeşitli iktidarlar bu koşullarda engelleyici önlemler almaya yöneldiler. Örneğin Fransa’da 1521’de İncil, 1539’dan itibaren de tüm eserler için konulan sansür bunun ifadesi idi.[26] Fakat yayıncılığın şansı şuradaydı: Henüz mutlakiyetçi merkeziyetçiliğin yetkin bir biçimde örgütlenemediği bir aşamada bu sansür katı bir uygulama olanağı bulamıyordu. Ayrıca hümanistlere küresel bir ufuk sağlayan coğrafi keşifler astronomi, coğrafya ve haritacılık gibi merkantil çıkarlarla yakından ilgili –ve bu yüzden de sansüre meydan okuyabilen– disiplinleri de ön plana çıkarmıştı. Bu konuların incelenmesi ise “askerliğin, siyasal kurumların ve de Polybe, Titus-Livius, Salluste ve Herodot’un anlattıkları şekilde tarihin incelenmesine” yol açıyordu.[27] Böylece tarihî konular, Rönesans’ta, Ortaçağ’da mevcut olmayan çok disiplinli bir alanda incelenmeye başlandılar. Felsefi temellerine daha önce işaret ettiğimiz bu eğilimi 17. yüzyılın rasyonalizmi ve 18. yüzyılın Aydınlanma düşüncesi çok daha güçlendirecektir.

Rönesans’ta hümanistler, bilimsel planda, filoloji ve hermenötiğin yanı sıra deneysel fiziğe de dayanıyorlardı. Gerçekten de filoloji ile deneysel fizik, insanlar ve nesneler hakkında yepyeni bilgiler veriyordu ve bunun sonucu olarak da “yaradılış, günah, kurtuluş gibi tarihî anlarıyla Hristiyanlık dramı, bambaşka kanunlara göre işleyen doğaya ve bizzat Hristiyan halkların ruhani güçlerden özerkleşerek dinî yaşamın doğa-üstü amaçlarına tamamen ters davranışlar içine girdikleri bir dönemde bir kısmı zaten bunları hiç bilmeyen insanlığa artık gerçekten de çerçeve çizemez hale geliyordu”.[28] Doğa ve insanlık, dar bir çerçevede de olsa, Rönesans’ta artık yepyeni bir zihniyetin konusu olmuştu.

Ortaçağ’ın mekân anlayışı, Aristo’nun kapalı ve hiyerarşik evren anlayışına dayanıyordu. Bu kapalı dünyada her varlığın belirli bir “topos”u, yani sabit ve değişmez bir yeri vardı. Bu “topos”ların hiyerarşik düzeni onların farklı değerlere sahip olmalarının da işaretiydi. Bu durumda en değerli varlık da elbette ki merkezde bulunan dünyamız idi. Oysa Rönesans bilimleri bu dünyanın büyüsünü bozuyor ve sonsuz, türdeş ve farklı değerlere sahip “topos”lardan oluşmayan bir evren fikri getiriyordu.[29] A. Koyré’nin ifadesiyle “kapalı dünyadan sonsuz evrene” geçiliyordu.[30] Bu o kadar radikal bir dönüşümdü ki, Kepler gibi bu devrime katkıda bulunan âlimler bile bu sonuca katlanmak istemediler. Giordano Bruno gibi yeni anlayışı tutkuyla savunanlar ise Engizisyon mahkemeleri tarafından yakıldı.

Rönesans’ta bilim ve teknolojideki gelişmelere paralel olarak nasıl mekân fikri değiştiyse, zaman fikri de değişti. Daha önce işaret ettiğim gibi, Hristiyanlık, kutsal tarih ve Teslis ilkesi çerçevesinde ereksel bir tarih anlayışı getirmişti. Oysa Rönesans’la birlikte seküler felsefe ve yaşam tarzının değişmesi, öbür dünyada aranacak kurtuluş yerine, insanları, şair Ronsard’ın ifadesiyle “bugünden itibaren hayatın güllerini toplamaya” davet ediyordu. Buna bağlı zaman anlayışı da uhrevi ereklere yönelen değil, yaşanan anı değerlendirmeye çalışan bir zaman anlayışı idi. Kuşkusuz yeni mekân fikri gibi, yeni zaman fikri de dar bir çevreye özgüydü ve sadece seçkinler tarafından paylaşılıyordu. Rönesans uzmanları arasında günümüzde bile süren devamlılık-kopukluk tartışmaları bu yüzdendir.[31] Fakat bir kez güneşin altında yeni şeyler söylenmiş, birtakım mekanizmalar harekete geçmişti. İktisadi gelişme ve şehirleşme kültürel dönüşüme zemin hazırlıyor, kültürel dönüşüm de iktisadi gelişmeyi besliyordu.


Taner Timur,
Felsefe, Toplum Bilimleri ve Tarihçi
YORDAM KİTAP