Felsefenin Sonu ve Düşünmenin Görevi – Martin Heidegger

Felsefenin Sonu ve Düşünmenin Görevi adlı bu başlık, soru sormada üsteleyen bir düşünme girişimini gösteriyor. Sorular bir yanıta giden yollardır.

Eğer yanıt verilebilirse, bu yanıt, tehlikeli bir- soruna ilişkin önerme niteliğindeki bir ifadeden değil, düşünmenin bir dönüşümünden ibaret olacaktır.
Aşağıdaki metin daha geniş bir bağlama aittir. O, Varlık ve Zaman sorusunu daha esaslı bir tarzda şekillendirmek için 1930’dan bu yana tekrar tekrar ele alman bir girişimdir. Bu şu anlama gelir : Varlık ve Zamandaki sorunun kalkış noktasını immanent bir eleştiriye uğratmak. Böylece bu girişim, düşünmenin sorununun ne olduğu eleştirel sorusunun, ne ölçüde zorunlu ve sürekli olarak düşünmeye ait olduğunu açık kılmalıdır. Buna göre Varlık ve Zaman ‘ın görevinin adı değişecektir.
Şunları soruyoruz:
Felsefenin şimdiki çağda son devresine girmesi ne anlama gelir?
Felsefenin sonunda düşünmeye verilen görev nedir?
Felsefenin şimdiki çağda son devrine girmesi ne anlama gelir?

Felsefe metafiziktir. Metafizik var olanı bir bütün olarak – dünya, insan, tanrı- Varlık açısından, var olanların bir arada Varlığa ait olmaları açısından düşünür. Metafizik, var olanları, nedenleri veren tasarımsal düşünme tarzında varolan olarak düşünür. Çünkü felsefenin başlangıcından beri ve bu başlangıçla birlikte, varolanların Varlığı, kendisini zemin (arkhe, aition ) olarak gösterdi. Bu zeminden dolayı, varolan olarak var olanlar, bilinebilen, elde bulundurulabilen ve etki edilebilen bir şey olarak oluş, yok oluş ve sürüp gidişleri içinde ne iseler o’durlar. Zemin olarak Varlık, varolanları, edimsel mevcut olmalarına götürür. Bu zemin, kendisini mevcudiyet olarak gösterir. Mevcudiyetin mevcut oluşu, onun, her biri kendi tarzında burada/mevcut olanı mevcudiyete götürmesi olgusundan ibarettir. Edimsel türden mevcudiyete göre bu zemin, gerçek olanın ontik nedenselliği olarak nesnelerin nesnelliğini transendental olarak olanaklı kılma biçiminde ; mutlak Tin’in hareketinin, tarihsel üretim sürecinin diyalektik dolayımlılığı olarak ve değerler koyan güç istemi olarak temellendirme özelliğine sahiptir. Varolanlara zemin oluşturan metafiziksel düşünmeyi karakterize eden olgu, metafiziksel düşünmenin, mevcudiyeti içindeki mevcuttan hareket etmesi ve böylece de onu esaslı bir şekilde yapılmış bir şey olarak onun kendi zemini aracılığıyla tasarımlaması/temsil etmesidir.
Felsefenin sonu hakkında konuşmakla ne anlatılmak isteniyor? Hepimiz bir şeyin sonunu, hemen, salt bir durma, devam etmeme, hatta belki de güç kaybı ve etkisizlik olarak olumsuz anlamda düşünürüz. Tersine, felsefenin sonu hakkında söylediğimiz, metafiziğin tamamlanması anlamına gelir. Buna karşın tamamlanma, felsefenin en yüksek yetkinliğe/tamlığa kendi sonunda ulaşması gereken bir sonuç olarak yetkinlik anlamına gelmez. Biz sadece, bir başka çağla karşılaştırma yoluyla bir metafizik çağının tamlığını değerlendirmemize izin verecek herhangi bir ölçütten yoksun olmakla kalmayız, bu tür bir değerlendirme yapmaya hakkımız da yoktur. Platon’un düşünmesi, Parmenides’inkinden hiç de daha tam değildir. Hegel’in felsefesi de Kant’ınkinden… Her felsefe çağı kendi zorunluluğuna sahiptir. Bizim, sadece, bir felsefenin ne durumda ise öyle olduğu olgusunu onaylamamız gerekir. Çeşitli dünya görüşleri ile ilgili durumda olabildiği gibi, bizim işimiz, birini diğerine tercih etmek değildir.

“Son” sözcüğünün eski anlamı yer anlamıyla aynıdır: “bir sondan bir diğerine” şu anlama gelir : Bir yerden bir diğerine. Felsefenin sonu öyle bir yerdir ki orada bütün felsefe tarihi en aşın olanaklılığında toplanır. Tamamlanma olarak son , bu toplanma anlamına gelir.
Bütün felsefe tarihi boyunca Platon’ un düşünmesi, değişik biçimlerde kesin kalır. Metafizik, Platonizm’dir. Nietzsche kendi felsefesini tersine çevrilmiş Platonizm olarak nitelendirir. Kari Marks’ın metafiziği tersine çevirmesi ile birlikte felsefenin en uç olanaklılığına ulaşılır. Felsefe, son devresine girmiştir. Buna karşın, felsefi düşünmeye hala girişildiği ölçüde, o, sadece epigonal bir rönesansa ve bu rönesansın çeşitlemelerine ulaşmayı sağlar. O halde felsefenin sonu, her şeyden önce kendi düşünme tarzının kesintiye uğraması değil midir? Bu sonuca varmak bir erken doğum olur.
Tamamlanma olarak bir son, en aşın olanaklılıklar içinde toplanmadır. Biz, şimdiki felsefelerin, önceki tarzın gelişimleri olduklarını sandığımız sürece çok sınırlı bir tarzda düşünürüz. Daha Grek felsefesi çağında felsefenin kesin bir karakterinin göründüğünü unutuyoruz : Bilimlerin, felsefenin söz açtığı alanda gelişmeleri. Bilimlerin gelişmesi, aynı zamanda onların felsefeden ayrılmaları ve kendi bağımsızlıklarını kazanmalarıdır. Bu süreç, felsefenin tamamlanmasına aittir. Onun gelişimi, bugün, bütün varlık tabakalarında canlı ve hareketli durumdadır. Bu gelişme, felsefenin salt çözülmesine benzer ve gerçekte onun tamamlanmasıdır.
Psikolojinin, sosyolojinin, kültürel antropoloji olarak antropolojinin bağımsızlığından ve lojistik ile semantik olarak mantığın rolünden söz etmek yeterlidir. Felsefe, insanın empirik bilimi yani insan için kendi teknolojisinin deneysel objesi haline gelebilen her şeyin empirik bilimi olur. Bu teknoloji aracılığıyladır ki insan, çeşitli yapma ve biçimlendirme tarzlarında onunla iş görerek kendisini dünya içine yerleştirir. Bütün bunlar, her yerde, varolanların tekil alanlarının bilimsel keşfi temelinde ve bu ölçüte göre ortaya çıkar.
Kendilerini şimdi kurmakta olan bilimlerin, yakında sibernetik denen yeni bir temel bilim tarafından belirlenecekleri ve yönlendirileceklerini anlamak için kahinliğe gerek yoktur.
Bu bilim, insanın, eyleyen sosyal varlık olarak belirlenmesine karşılık gelir. Çünkü o, insan emeğinin olası planlanması ve düzenlenmesinin yönetimi teorisidir. Sibernetik, dili, haberlerin bir değiş tokuş’una dönüştürür. Sanatlar, bilginin düzenlenmiş- düzenleme araçları haline gelir.
Felsefenin, her zamankinden daha önemli ölçüde birbirlerine dayanarak aralarında iletişim kuran bağımsız bilimler içindeki gelişimi, onun yasal tamamlanışıdır. Felsefe şimdiki çağda sona eriyor. O, kendi yerini, sosyal olarak etkin olan insanlığın bilimsel tavrında buluyor. Ancak, bu bilimsel tavrın temel niteliği, onun sibernetiği yani teknolojik niteliğidir. Modern teknolojiyi sorgulama gerekliliği, teknolojinin, dünyanın bütünselliğinin görünümünü ve insanın onun içindeki konumunu daha kesin bir biçimde tanımlaması ve düzenlemesiyle aynı ölçüde yok oluyor.
Bilimler her şeyi, bilimin kurallarına uygun yani teknolojik olarak, yine de felsefenin kökenini hatırlatan kendi yapıları içinde yorumlayacaklardır. Her bilim, kendi araştırma alanının eklemlenmesi ve betimlenmesi için bağlı kaldığı kategorileri çalışma hipotezleri olarak anlar. Onların doğrulukları, sadece, uygulanmalarının araştırma süreci içinde ortaya çıkardığı etkiyle ölçülmez.
Bilimsel doğruluk, bu etkilerin verimliliğine eşit sayılır.
Bilimler, felsefenin kendi tarihinin gidişinde kısmen göstermeye çalıştığını, yani çeşitli varlık alanlarının (doğa, tarih, hukuk, sanat) ontolojilerini artık kendi görevleri olarak üstleniyorlar. Bilimlerin ilgisi, koordine araştırma alanlarının zorunlu yapısal kavramları teorisine yöneltiliyor. “Teori” artık şu anlama geliyor: Sadece sibernetik işlevine izin verilen, ancak, herhangi bir ontolojik anlamının yadsındığı kategorilerin kabulü. Tasarımsal-hesaplayıcı düşünmenin bu işlemsel ve model oluşturucu niteliği baskın hale geliyor.
Ancak yine de bilimler, kendi bölgesel kategorilerinin kaçılamayan varsayımına dayalı olarak varolanların Varlığı hakkında konuşuyorlar. Onlar tam da böyle söylemezler. Felsefeden gelen kökenlerini yadsıyabilirler ancak hiç bir zaman ondan vazgeçmezler. Çünkü bilimlerin bilimsel tavrında yine de onların felsefeden doğuşlarının belgesi konuşur.
Felsefenin sonu, bir bilimsel- teknolojik dünyanın ve bu dünyaya uygun sosyal düzenin işletilebilir düzenlenmesinin zaferi olduğunu kanıtlar. Felsefenin sonu şu anlama gelir: Batı Avrupa düşünmesinde temellenen dünya uygarlığının başlangıcı.
Ancak, bilimlere açılan gelişimi anlamında felsefenin sonu, zaten, içinde felsefenin düşünmesinin de konumlandığı tüm olanaklılıkların tam bir gerçekleşmesi de değil midir? Ya da düşünme için belirlediğimiz son olanaklılıktan (felsefenin teknolojileştirilmiş bilimlerde çözülmesi) ayrı bir ilk olanaklılık; felsefenin düşünmesinin kendisinden başlamak zorunda olacağı, ancak, felsefe olarak onun yine de deneyimleyemediği ve benimseyemediği bir olanaklılık var mıdır?
Eğer böyle olsaydı, o zaman, düşünme için, baştan sona bütün felsefe tarihinde, örtülü bir tarzda, ne metafizik olarak felsefe için, ne de felsefeden gelen bilimler için kolayca bulunabilir olan bir görevin saklı olması gerekirdi. O halde soruyoruz:
Felsefenin sonunda düşünmeye verilen görev nedir?
Salt böyle bir düşünme görevi bize garip gelmelidir. Ne metafizik ne de bilim olabilen bir düşünme ne tür bir düşünmedir?
Felsefenin başlangıcından beri, hatta bu başlangıç dolayısıyla, kendisini felsefeden gizleyen ve böylece ortaya çıkacağı sırada kendisini sürekli ve gittikçe de geri çeken bir görev ne tür bir görevdir?
Felsefenin düşünme sorunu diye bir sorunu olmadığı ve böylece salt bir gerilemenin tarihi haline geldiği iddiasını içerir gibi görünen bir düşünme görevi de nedir?
Bu iddialarda, kendisini felsefe düşünürlerinin büyüklükleri üzerine çıkarmak isteyen bir haddini bilmezlik yok mudur?
Bu şüphe kendisini kolayca gösterir. Ancak kolayca da kaldırılabilir. Çünkü varsayılan düşünme görevinin içyüzünü kavramak isteyen her girişim, kendisini felsefe tarihinin bütününü incelemeye yönelmiş bulur. Sadece bu da değil, aynı zamanda o, felsefeye olanaklı bir tarih bahşedenin tarihselliğini düşünmeye bile zorlanır.
Bu nedenle söz konusu düşünme ister istemez, filozofların büyüklüğüne ulaşamaz. O, felsefeden daha aşağı bir derecededir. Daha aşağıdır, çünkü bu düşünmenin, teknoloji ve bilimin biçimlendirdiği sanayi çağındaki halk üzerindeki doğrudan ya da dolaylı etkisi, onun felsefedeki duruma etkisinden kesinlikle daha az olanaklıdır.
Ancak her şeyden önce söz konusu düşünme cılız kalır, çünkü onun görevi, kurucu değil sadece hazırlayıcı olmaktır. O, sının belirsiz, ortaya çıkışı şüpheli kalan bir olanaklılığa, insanda bir hazırlık uyandırmaya razıdır.
Düşünme, ilkin, düşünmenin ilgilenmesi için ayrılan ve elde mevcut olanı öğrenmelidir. O, bu öğrenme içinde kendi dönüşümünü hazırlar.
Biz, hemen şimdi başlayan dünya uygarlığının, insanın dünyadaki konukluğunun biricik ölçütü olarak teknolojik- bilimsel- endüstriyel niteliği, bir gün alt edebilmesi olanaklılığım düşünüyoruz. Bu, kendisinden dolayı ve kendisi aracılığıyla değil, ister duyulsun isterse duyulmasın, daima, henüz karar verilmemiş olan insanın yazgısından söz eden bir belirlenime insanın hazır oluşu nedeniyle olabilir. Dünya uygarlığının pek yakında birdenbire yok olup olmayacağı ya da devamlı bir yerde durup kalmayacağı, daha ziyade, kendisini, her biri en son modayı sunan bir dizi değişim içinde gösterecek olsa da, bir istikrar içinde, uzun süre, dengede kalıp kalmayacağı şüpheli gibidir.Bu, söz konusu hazırlayıcı düşünme, geleceği önceden kestirmek istemez ve bunu yapamaz. O, sadece, uzun bir zaman önce felsefenin başlangıcında ve bu başlangıç için tamamen söylenmiş fakat açıkça düşünülmemiş olan bir şeyi şimdiki duruma söylemeye girişir.
Zaman açısından, buna kısaca değinmek yeterli olmalıdır. Biz, felsefenin, girişimimizde bize bir yardım olarak önerdiği bir yönergeyi alacağız.
Düşünmenin görevine ilişkin bir soru sorduğumuzda, felsefe alanında bunun anlamı şudur: Düşünmeyi ilgilendireni, düşünme için hala tartışmalı olanı ve tartışmayı belirlemek. Bu,”sorun” sözcüğünün Alman dilindeki anlamıdır. O, mevcut durumda düşünmenin ilgilenmesi gerekeni, Platon’ un deyişiyle to pragma auto’yu gösterir ( cf. Yedinci Mektup 341 C7 ).
Son zamanlarda felsefe, kendi isteğiyle, düşünmeyi, açıkça “şeylerin kendilerine” çağırdı. Bugün özellikle dikkat çeken iki duruma işaret edelim. Biz bu, “şeylerin kendilerine” çağrısını, Hegel’in 1807’de basılan yapıtı System of Science’ın birinci bölümü olan “Tin’in Fenomenolojisi”nin “Önsöz”ünde duyarız. Bu önsöz, “FenomenolojV’ye önsöz değil, System of Science’a, yani felsefenin bütününe önsözdür. “Şeylerin kendilerine” çağrısı, tamamen – ve şu anlamda: Öncelikle soruna – Science of Logic ‘ e işaret eder.
“Şeylerin kendilerine” çağrısında, vurgu, “kendileri” üzerindedir. Yüzeysel olarak duyulduğunda bu çağrı, bir karşı çıkış anlamı taşır. Felsefenin sorunu için yetersiz bağıntılara karşı çıkılır. Salt, felsefenin amacı hakkında konuşma, bu bağıntılara aittir, ancak böylelikle, yalnızca, felsefi düşünmenin sonuçlarına ilişkin, bir bildirimde bulunulmuş olur. Her ikisi de hiçbir zaman, felsefenin gerçek bütünlüğü değildirler. Bütünlük, kendisini, ancak kendi oluşumu içinde gösterir. Bu, sorunun gelişimsel sunuluşunda ortaya çıkar. Bu sunuşta, konu ve yöntem birleşir. Hegel, bu özdeşliğe idea der. İdea ile birlikte felsefenin “kendisinin” sorunu ortaya çıkar. Yine de bu sorun, tarihsel olarak belirlenir: Öznellik. Hegel,

*Wissenschaft, scientia ‘dan bugünkü anlamda “bilim” anlatılmaz. Alman idealizmine göre bilim, felsefenin adıdır. ( İng. Çev.)

Descartes’ın ego cogito ‘suyla birlikte felsefe, ilk kez evinde olabildiği yere, sağlam zemine adım atar der. Eğerfundamentum absolutum’a ayırt eden bir subiectum olarak ego cogito ile ulaşılırsa bunun anlamı şudur: Bu özne, bilince transfer edilen, gerçekten burada olan, geleneksel dilde yeterince açık olmayan bir şekilde “töz” diye adlandırılan hypokeimenori’dır.
Hegel, Önsöz’de (ed. Hoffmeister, s. 19) “Doğru, (felsefede) töz olarak değil, hemen hemen özne olarak anlaşılmalı ve ifade edilmeli” dediğinde bunun anlamı şudur: Varolanların Varlığı, mevcut olanın mevcudiyeti, sadece mutlak idea’da kendisi için mevcut hale geldiği zaman açıktır ve böylece de tam mevcudiyettir. Ancak, Descartes’tan beri idea, perceptio anlamına gelir. Varlığın kendine ulaşması spekülatif diyalektikte ortaya çıkar. Yalnızca ideanın hareketi, yöntem, sorunun kendisidir. “Şeyin kendisine” çağrısı buna uygun bir felsefi yöntemi gerektirir.
Yine de felsefenin sorununun ne olması gerektiğine baştan karar verildiği varsayılır. Metafizik olarak felsefenin sorunu, varolanların Varlığı, onların tözsellik ve öznellik biçimindeki mevcudiyetleridir.
Yüz yıl sonra “şeyin kendisine” çağrısı Husserl’in “Kesin Bilim olarak Felsefe” adlı denemesinde tekrar edilir. Bu yazı, 1910- 11 yılları arasında Logos dergisinin ilk cildinde yayınlandı (pp.289 ff)- Yine, bu çağrı ilk bakışta bir karşı çıkış anlamı taşır. Ancak burada Hegel’inkinden başka bir yönü hedefler. O, bilinci araştırmanın asıl bilimsel yöntemi olduğunu iddia eden naturalistik psikoloji ile ilgilidir. Çünkü bu yöntem, daha başlangıçtan, yönelimsel bilincin fenomenlerine girişi kapatır. Ancak “şeyin kendisine” çağrısı aynı zamanda, felsefenin görüş noktalan ile ilgili denemelerde ve felsefi Dünya görüşü tiplerini düzenlemelerde kaybolan tarihselciliğe karşıt olarak da yöneltilir. Bu konuda Husserl italik olarak şöyle der. (Ibid. p.340 ): “Soruşturmanın dürtüsü felsefelerle değil, konular ve problemlerle başlamalıdır.”
Ve felsefi soruşturmada tehlikede olan nedir? Aynı geleneğe uygun olarak Hegel için olduğu kadar Husserl için de o, bilincin öznelliğidir. Husserl için Cartesian Meditations sadece 1920 Şubat’ındaki Paris konferanslarının konusu olmamıştı. Daha çok Logical Investigations’ını izleyen zamandan beri, Meditations’ların ruhu, Husserl’in felsefi soruşturmalarının tutkulu yol alışma sonuna kadar eşlik etti. Hem olumsuz hem de olumlu anlamında “şeyin kendisine” çağrısı, yöntemin güvenilirliğini ve gelişimini belirler. O, aynı zamanda, sorun’un kendisinin bir veri olarak gösterilebilmesi yoluyla, felsefenin işleyiş tarzım da belirler.
Husserl için “bütün ilkelerin ilkesi”, her şeyden önce bir içerik ilkesi değil bir yöntem ilkesidir. 1913’te basılan yapıtında (Jdeas , New York, Collier Books, 1962.) Husserl “bütün ilkelerin ilkesi” nin belirlenmesine özel bir bölüm ( Bölüm 24 ) ayırdı. Husserl, “Akla uygun hiçbir teori bu ilkeyi bozamaz.” der (Ibid. p.44).
“Bütün ilkelerin ilkesi” şöyle yorumlanır:
Tam olarak ilk bilgi verici Görü, bilgi otoritesinin bir kaynağıdır, kendisini ilk biçimiyle (sanki kendi cisimsel gerçekliği içindeymiş gibi) “Görü”de sunan, o zaman sadece kendisini sunduğu sınırlar içinde olsa da kendisini dışta olmaya veren olarak kabul edilmiş olacaktır.
“Bütün ilkelerin ilkesi” yöntemin önceliği tezini içerir. Bu ilke, hangi sorunun tek başına yöntem için yeterli olabileceğine karar verir. “İlkelerin ilkesi” felsefenin sorunu olarak mutlak öznelliğe indirgemeyi gerektirir. Mutlak öznelliğe transendental indirgeme, kendi geçerli yapı ve tutarlılığı, yani kendi kuruluşu içinde, öznellik içinde ve bu öznellik aracılığıyla bütün objelerin objektivitesini (bu varolanların Varlığını) temellendirme olanağını sağlar ve güvence altına alır. Böylece transendental öznellik, “biricik mutlak varlık” olduğunu kanıtlar. (Formal and Transcendental Logic, 1929, p.240) Aynı zamanda, var olanların Varlığının kuruluşunun “evrensel bilim”inin yöntemi olarak transendental indirgeme, bu mutlak varlıkla aynı varlık tarzına, yani felsefe için son derece doğal olan sorun tarzına sahiptir. Bu yöntem, sadece felsefe sorununa yöneltilmez. O, soruna, bir anahtarın kilide ait olduğu gibi ait değildir. Daha çok, o, “sorunun kendisi” olduğundan soruna aittir. Eğer “bütün ilkelerin ilkesi”nin, sarsılmaz doğruluğunu nereden aldığı sorulacak olursa yanıt şöyle olacaktır: Zaten felsefenin sorunu olarak kabul edilen transendental öznellikten…
“Şeyin kendisine” çağrısını tartışmayı standart kuralımız olarak seçtik.
O bizi, felsefenin sonunda düşünmenin görevini belirlemeye götüren yola taşımalıydı. Şimdi neredeyiz? Biz, “şeyin kendisine” çağrısından dolayı, felsefeyi kendi sorunu olarak ilgilendiren şeyin baştan belirlendiği görüşüne ulaştık. Hegel ve Husserl’in bakış açısından – ve sadece onların bakış açısından da değil – felsefenin sorunu öznelliktir. Çağrı bakımından tartışmalı olan, sorun olarak sorun değil, daha çok sorunun kendisini mevcut kılan sunumudur. Hegel’in spekülatif diyalektiği, içinde sorunun sorun olarak, kendi kendisine, kendi mevcudiyetine ulaştığı harekettir. Husserl’in yönteminin, felsefenin sorununu tamamen kökensel verilmişliğine yani kendi mevcudiyetine taşıdığı düşünülür.
Bu iki yöntem, olanaklı olabildiği kadar farklıdırlar. Ancak onların sundukları sorun sıfatıyla sorun, farklı şekillerde deneyimlense de aynıdır.
Ancak, düşünmenin görevini görme girişimimizde bu keşiflerin bize ne yardımı olur? Salt bir çağrı tartışmasının ötesine gitmediğimiz ve “şeyin kendisine” çağrısında neyin düşünülmeden kaldığını sormadığımız sürece onlar bize hiç de yardım etmezler. Bu tarzda soru sorarak, artık felsefenin düşüneceği sorun olmayan bir şeyin, felsefenin kendi sorununu mutlak bilgiye ve en son kanıta götürdüğü yerde kendini tamamen nasıl gizlediğinin farkına varabiliriz.
Ancak, felsefenin yönteminde olduğu kadar sorununda da düşünülmeden kalan nedir? Spekülatif diyalektik, felsefenin sorununun kendisinin ve kendisi için başvurduğu ve böylece de mevcudiyet haline geldiği bir tarzdır. Bu görünüm, zorunlu olarak bir ışık altında ortaya çıkar. Yalnızca ışık sayesinde yani parlaklık aracılığıyla, parlayan şey kendisini gösterebilir yani ışık saçar. Ancak parlaklık, sırasıyla onu burada ve orada, şimdi ve sonra aydınlatabilen açık, özgür bir şeye dayanır. Parlaklık açıklıkta hareket eder ve orada karanlıkla savaşır. Mevcut olan, nerede, bir diğer mevcut olanla karşı karşıya gelse, hatta sadece ona yakınlaşsa bile – ayrıca Hegel’e sorarsanız, bir var olanın kendisini bir diğerinde spekülatif olarak yansıttığı yerde – orada açıklık zaten hüküm sürer, açık bölge sahnededir. Yalnızca bu açıklık, spekülatif düşüncenin hareketine, düşündüğü şey sayesinde geçiş hakkı verir.
Biz buna, olanaklı bir görünüşe izin veren ve ,”açılma” gösteren açıklık deriz. Dil tarihinde, Almanca sözcük “açılma”, Fransızca clairiere (açık alan)’den ödünç alman bir tercümedir. O, daha eski sözcükler olan Waldung (ağaçlandırma ) ve Feldung (alan) sözcüklerine göre oluşturulur.
Ormanı temizleme (açma), daha eski dilde “kesafet” (Dickung) denilen kesif ormana karşıt olarak deneyimlenir. Bu, mevcudiyet ifade eden “açılma”, “açmak” fiiline geri gider. Sıfat niteliğindeki licht “açık”, “aydınlatma” sözcüğüyle aynıdır. Bir şeyi açmak şu anlama gelir: Bir şeyi aydınlık, özgür ve açık kılmak, ormanı bir yerdeki ağaçlardan kurtarmak. Böylece ortaya çıkarılan açıklık, temizlemedir. Özgür ve açık olma anlamında aydınlık olan, “parlak” anlamına gelen, sıfat olan “ışık saçan” ile, ne dilsel ne de olgusal olarak ortak hiçbir şeye sahip değildir. Açıklık ve aydınlık (ışık) arasındaki fark için bunun gözlemlenmiş olması gerekir. Yine de bu ikisi arasında olgusal bir bağıntının var olması olanaklıdır. Işık, temizleme içine, onun açıklığına akabilir ve parlaklığın, ondaki karanlıkla oynamasına izin verebilir. Ancak ışık, hiçbir zaman ilkin açıklığı yaratmaz. Daha doğrusu ışık (aydınlık), açıklığı önceden varsayar. Yine de temizleme, açma, yalnızca parlaklık ve karanlıktan bağımsız olmakla kalmaz aynı zamanda tınlama ve yankılama, seslenme ve sesin zayıflamasından da bağımsızdır. Temizleme, mevcut olan ve olmayan her şey için açıktır.
Düşünmenin burada açılma denen sorunun bütünüyle farkına varması gerekir. Biz, salt sözcüklerden salt nosyonları – sözgelimi, yüzeyde kolayca görülebilen olarak “açılma” – çıkarmıyoruz. Daha çok biz, “açılma” adıyla yeterince adlandırılan ender bir sorunu gözlemlemeliyiz. Sözcüğün, bizim şu anki düşüncemizle bağlantılı olarak gösterdiği şey, özgür açıklık, Goethe’nin kullandığı bir sözcükle “asıl fenomendir. Buna asıl sorun demek gerekir. Goethe şöyle belirtir: (Mcucims and Refiections, n.993) “Fenomenlerin ötesinde bir şey aramayın, öğrenilmeleri gereken onların kendileridir.” Bunun anlamı şudur: Fenomenin kendisi, şimdiki durumdaki açılma, onu sorgularken ondan öğrenme yani onun bize bir şey söylemesine izin verme görevini bize yükler.
Buna göre, içinde salt uzayın ve ekstatik zamanın ve de onların içinde olan ve olmayan her şeyin, tüm şeyleri toplayan ve koruyan bir yere sahip oldukları bir açılma’nın, bir özgür açık’ın olup olamayacağı sorusundan kaçınamayacağımız bir günün geleceğini ileri sürebiliriz.
Spekülatif diyalektik düşünme ile aynı tarzda, kökensel görü (sezgi) ve onun açıklığı (evidence), zaten baskın olan açıklığa, açılmaya bağlı kalır. Apaçık olan şey, doğrudan doğruya göriilenebilendir. Evidentia, Cicero’nun Grekçe enargeia yerine kullandığı yani onu Latin harflerine dönüştürdüğü bir sözcüktür. Argentum (gümüş) ile aynı köke sahip olan Enargeia, kendinde ve kendisinden ışın yayan ve kendisini ışığa çıkaran anlamına gelir. Grekçede görme eylemi yani videre üzerine konuşulmaz, parıldayan ve ışın yayan üzerine konuşulur. Ancak o, sadece, eğer açıklık verilmişse ışm yayabilir. Işık ışını ilk önce açılmayı, açıklığı yaratmaz, sadece onu boydan boya geçer. Özgür olanı, verme ve almaya hiçbir surette bırakmayan, onların mevcut kalabildikleri ve hareket etmeleri gereken yer böylesi bir açıklıktır.
Açıkça ya da belirsizce “şeyin kendisine” çağrısını izleyen bütün felsefi düşünme, zaten kendi hareketi içinde ve kendi yöntemiyle birlikte olan açılma’nm özgür uzamına bırakılır. Ancak felsefe, açılmadan hiçbir şey bilmez. Felsefe, aklın ışığı üzerine konuşur ama Varlığın açılmasına dikkat etmez. Bu lumen naturale (doğal ışık), yani aklın ışığı, sadece açıklık üzerine ışık saçar. O, açılma ile ilgilenir, ancak onu öylesine az biçimlendirir ki, açılmada mevcut olanın ne olduğunu aydınlatabilmek için ona gereksinim duyar. Bu sadece, felsefenin yöntemi için değil, aynı zamanda ve öncelikle felsefenin sorunu için de, yani mevcut olanın mevcudiyeti için de doğrudur. Subiectum ‘un, yani hypokeimenon’ un, zaten şimdi burada olanın, böylece de kendi mevcudiyeti içinde mevcut olanın, hangi ölçüde öznellik içinde de sürekli düşünüldüğü, burada ayrıntılı olarak gösterilemez. (Heidegger, Nietzsche, vol. 2, 1961, p. 429 ff)
Biz burada başka birşeyle ilgileniyoruz. Mevcut olan, deneyimlense de deneyimlenmese de, kavransa da kavranmasa da veya sunulsa da sunulmasa da açıklıktan ayrılamayan olarak mevcudiyet, daima, olagelen (hüküm süren) açılmaya bağlı kalır. Mevcut olmayan da, açılmanın özgür uzamında hazır bulunmadıkça olduğu şey olamaz.
Karşıtı olan pozitivizmi de içine alan bütün metafizik, Platon’un dilini konuşur. Bu metafiziğin düşünmesinin, yani onun varolanların Varlığını sunuşunun temel sözcüğü eidos, idea’dır: Varolanların varolanlar olarak kendilerini gösterdikleri dış görünüş. Buna karşın dış görünüş, bir mevcudiyet (hazır bulunma) tarzıdır. Aydınlık (ışık) olmaksızın hiç bir dış görünüş olmaz- Platon bunu zaten biliyordu. Ancak açılma olmaksızın ne aydınlık ne de parlaklık olur. Hatta karanlık bile ona gereksinim duyar. Başka türlü nasıl karanlıkta olabilir ve onun içinde dolaşabilirdik? Yine de Varlık aracılığıyla yani mevcudiyet aracılığıyla hüküm süren açılma, felsefenin başlangıcında hakkında konuşulan olsa da felsefede düşünülmeden kalır. Bu nasıl ve hangi adlarla ortaya çıkar? Yanıt:
Bildiğimiz kadarıyla, Parmenides’in düşünce ürünü şiirinde, varolanların Varlığı üzerine ilk kez açıkça düşünülen, işitilmemesine rağmen bugün bile felsefenin çözündüğü bilimler içinde konuşur. Parmenides şu iddiaya kulak verir :
… kreo de sepanta puthestha
emen aletheies eukukleos atremes etor
ede broton doxas, tais ouk emipistis alethes
Fragment I, 28 ff

… Fakat hepsini öğrenmelisin:
açıkta olmanın, dolgun, titremeyen yüreğini
ve açıkta olana güvenme yetisinden yoksun
ölümlülerin kanılarını da.

**Standart Çeviri: Bütün sorunları öğrenmen gerekir-hem dolgun doğruluğun sarsılmaz yüreğini
hem de doğru inançtan yoksun ölümlülerin kanılarını.

Burada belirtilen Aletheia, açıkta olmadır. Ona dolgun (well- rounded) denir. Çünkü o, başlangıç ve sonun her yerde aynı olduğu daire şeklindeki saf küre içine çevrilir. Bu çevrilmede hiçbir bükülme, hile ve kapanma olanağı yoktur. Düşünceye dalan insanın, açıkta olmanın sarsılmaz yüreğini dinlemesi gerekir. Açıkta olma’nın sarsılmaz yüreği hakkındaki sözcük ne anlama gelir? O, en çok kendinin olanda açıkta olmanın kendisi anlamına gelir, bu da açıkta olanın başlamasını bahşedeni kendinde toplayan sessizliğin
yeri demektir. Bu, açık olanın açılmasıdır. Soruyoruz: Ne konuda açıklık? Biz zaten spekülatif ve ifıtuitif düşünme yolunun, bir yandan öbür yana geçilebilir açılmaya gerek duyduğu olgusu üzerinde durmuştuk. Sadece bu açılmada, olanaklı ışıma yani mevcudiyetin kendisinin olanaklı mevcut oluşu kalır.
Başka her şeye önsel olan, ilkin, düşünmenin bir şeyi izlediği ve onu kavradığı yol üzerinde açıkta olmayı bahşeder: Hotos estin…einai : Mevcudiyet mevcut oluyor. Bu açılma, her şeyden önce mevcudiyete yolun olanaklılığım ve mevcudiyetin kendisinin olanaklı mevcut oluşunu bahşeder. Biz, aletheia’yı, açıkta olmayı, ilkin, Varlığı ve düşünmeyi ve onların birbirlerine göre ve birbirleri için mevcut oluşlarını bahşeden açılma olarak düşünmeliyiz. Açılmanın sessiz yüreği, tek başına ondan, Varlığın ve düşünmenin, yani mevcudiyet ve kavramanın birbirlerine ait olmaları olanağının ortaya çıkabildiği sessizliğin yeridir.
Düşünmenin bağlayıcı bir karakteri veya taahhütü olası savı, bu kefalette temellendirilir. Aletheia’nın, açılma olarak, önce gelen deneyimi olmaksızın, vadedilen ve edilmeyen düşünme üzerine bütün konuşma temelsiz kalır. Platon’un, mevcudiyet’i idea olarak belirlemesi, geçerli karakterini nereden alır? Aristoteles’in, mevcut olma’yı energeia olarak yorumlaması neye göredir?
Parmenides’in, deneyimini edinmiş olması gerektiği aletheia ‘yi, açıkta olma’yı deneyimlemediğimiz sürece, felsefede daima unutulmuş kalan bu soruları soramayışımız bile oldukça tuhaftır. Ona giden yol, üzerinde ölümlülerin kanılarının dolaşması gereken sokaktan ayrılır. Aletheia, ölümlü bir şey değildir, o, tıpkı ölümün kendisi kadar hiç gibidir.
Aletheia adını, ısrarla, açıkta olma olarak tercüme edişim, etimoloji uğruna değil, daha çok, Varlık ve düşünme denileni gereği gibi düşündüğümüzde, düşünülmüş olması gereken sorundan dolayıdır. Açıkta olma, sözün gelişi, Varlık ve düşünmenin ve onların birbirlerine ait oluşlarının içinde bulundukları unsurdur. Aletheia, felsefenin başlangıcında belirtilir, ancak sonradan felsefe tarafından aletheia olarak açıkça düşünülmez. Çünkü Aristoteles’ten beri, metafizik olarak felsefenin görevi, varolanlar olarak varolanları onto-teolojik olarak düşünmek olmuştur.
Eğer böyleyse, felsefe üzerine, sanki o, geriye aldırış etmediği bir şey bıraktığı, onu göz ardı ettiği ve böylece de esaslı bir eksiklik tarafından zarar gördüğü şeklinde yargıda bulunmaya hakkımız yoktur. Felsefede düşünülmeden kalana başvurma, felsefenin bir eleştirisi değildir. Eğer şimdi bir eleştiri gerekiyorsa, o daha çok, Varlık ve Zaman’dan bu yana daha da acil hale gelen, felsefenin sonunda düşünmenin olası görevine ilişkin soru sorma girişimi ile ilgilidir. Çünkü soru, oldukça geç de olsa artık ortaya çıkıyor: Neden aletheia, bildik ad’la, “hakikat” sözcüğü ile tercüme edilmiyor? Yanıt şöyle olmalı:
Hakikat, bilginin varolanlarda açımlanan varolanlarla uygunluğu olarak, geleneksel “doğal” anlamda anlaşıldıkça, ama ayrıca da Varlığın bilgisinin kesinliği olarak yorumlandıkça, aletheia yani açılma anlamındaki açıkta olma, hakikat ile eşitlenemez. Daha çok, aletheia, açılma olarak düşünülen açıkta olma, ilkin hakikatin olanaklılığını verir. Çünkü hakikatin kendisi, tıpkı Varlık ve düşünme gibi, açılma unsurunda, olduğu şey olabilir. Açıklık, her derecede kesinlik, veritas’ın her tür doğrulaması, zaten, olagelen açılma bölgesindeki veritas ile birlikte hareket eder.
Aletheia, mevcudiyetin açılması olarak düşünülen açıkta olma, henüz hakikat değildir. O halde, aletheia, hakikatten daha az mıdır? Ya da onun ilkin, hakikati, adecjuatio ve certitudo olarak vermesinden ve açılma bölgesinin dışında bir mevcudiyet ve mevcut oluş olamamasından dolayı, o, hakikatten daha fazla mıdır?
Bu soruyu, bir görev olarak, düşünme’ye bırakıyoruz. Düşünme, felsefi olarak, yani mevcut olanı yalnızca kendi mevcudiyeti bakımından soran metafizik anlamında düşündüğü sürece, bu soruyu bile sorup soramayacağını dikkate almalıdır.
Ne de olsa bir şey açık hale gelir: Aletheia, yani açıkta olma sorusunu ortaya atmak, hakikat sorusunu sormak değildir. Bu nedenle, aletheia’yı, açılma, hakikat ‘ olarak adlandırmak yetersiz

*Bir sorunu düşünme girişiminin, kimi zaman, zaten ortaya konulmuş olan kesin bir anlayıştan nasıl sapabildiği, Being and Time (1927)’dan bir pasajla gösterilir, (p. 262, N.Y: Harp’er § Row, 1962) Aletheia sözcüğünü “hakikat” olarak tercüme etmek ve her şeyden önce bu ifadeyi teorik olarak kavramsal yollarla tanımlamak, Greklerin, aletheia’nın, felsefe öncesi anlama tarzı olarak terminolojik kullanımı için “kendiliğinden apaçık ” temel yaptıkları şeyin anlamını örtmektir.

ve yanlış yönlendiriciydi.”Varlığın hakikati” üzerine konuşma Hegel’in Mantık Biliminde doğrulanmış bir anlam taşır, çünkü burada hakikat, mutlak bilginin kesinliği anlamına gelir. Fakat Hegel de Husserl gibi, bütün metafizikler gibi az da olsa Varlık olarak Varlık hakkında soru sormaz, yani mevcudiyetin mevcudiyet olarak nasıl varolabileceği sorusunu ortaya atmaz. Mevcudiyet, yalnızca, açılma baskın olduğu zaman vardır. Açılma, aletheia yani açıkta olma olarak adlandırılır, ama öyle düşünülmez.
Doğal bir kavram olan hakikat, Greklerin felsefesinde de açıkta olma anlamına gelmez. Genellikle ve haklı olarak, alethes sözcüğünün, Homeros tarafından sadece verba dicendide yani ifadede kullanıldığına ve böylece de açıkta olma anlamında değil, doğruluk ve güvenilirlik anlamında kullanıldığına işaret edilir. Ancak bu gönderim yalnızca şu anlama gelir: Ne şairler ne de gündelik dil kullanımı, hatta ne de felsefe, hakikatin yani ifadelerin doğruluğunun nasıl olup da yalnızca mevcudiyetin açılması unsurunda verildiğini sorma göreviyle yüzleşirler.
Bu soru alanında, aletheia’nın yani mevcudiyetin açılması anlamında açıkta olma’nın, aslında sadece orthetes olarak, yani tasarımların ve ifadelerin doğruluğu olarak deneyimlendikleri gerçeğini kabul etmemiz gerekir. Ancak o zaman, hakikatin, açıkta olma’dan doğruluğa köklü dönüşümü hakkmdaki iddia da savunulamaz.**** Bunun yerine şöyle söylemek gerekir: Mevcudiyetin ve Mevcut olma’nm düşünmede ve söylemede açılması olarak Aletheia, aslında homoiosis ve adaequatio görüş açısına, yani tasarımlamanın mevcut olanla uygunluğu anlamındaki adequation görüş açısına girer.

**** Bu ifade, Heidegger’in Platons Lehre von der Wahrheit adlı kitabı için derin işaretler taşır. (İng.çev)

Ancak bu süreç kaçınılmaz olarak bir başka soruyu doğurur: Aletheia ’nın yani açıkta olmanın, insanın doğal deneyimine görünmesi ve yalnızca doğruluk ve güvenilirlik olarak konuşması nasıl gerçekleşir?
Bunun nedeni, insanın, mevcut olma’nın açıklığındaki ekstatik konukluğunun, sadece şimdi-burada olana ve şimdi-burada olanın varolan mevcut olmasına doğru döndürülmesi midir? Ancak bu, mevcudiyetin mevcudiyet olarak ve onu veren açılmayla birlikte göz ardı edilmiş olmasından başka ne anlama gelir? Yalnızca, aletheia nın açılma olarak verdiği şey deneyimlenir ve düşünülür, onun açılma olarak olduğu şey değil…
Bu örtülü kalır. Bu rastlantıyla mı olur? Yoksa sadece insan düşünmesinin dikkatsizliğinin sonucu mudur? Ya da kendini- gizleme’nin, gizli kalmanın, lethe’n’ın aletheia ya, sadece bir ek olarak ait olmasından dolayı mı olur? Ve hatta, kendisinden, açığa çıkmanın sağlanabildiği ve dolayısıyla mevcut olanın kendi mevcudiyeti içinde görülebildiği, mevcudiyetin açılmasının, bu kendini gizlemesinde bir kural tutulup korunmaz mı?
Eğer böyle olsaydı, o zaman açılma, mevcudiyetin salt açılması olmayacak, kendini gizleyen mevcudiyetin açılması, yani bir kendini-gizleyen korunmanın açılması olacaktı.
Eğer böyle olsaydı, o zaman bu sorularla biz, felsefenin sonunda düşünmenin görevine giden yola ulaşacaktık.
Fakat bütün bunlar, temellendirilmemiş mistisizm hatta kötü mitoloji, ne de olsa yıkıcı bir irrasyonalizm, ratio’nın yadsınması değil midir?
Soruya dönüyorum: Ratio, nous, noein, anlama (Vemunft- Vernehmen) ne demektir? Zemin ve ‘ ilke, özellikle de bütün ilkelerin ilkesi ne anlama gelir? Bu, aletheia’yı, Grek tarzda açıkta olma olarak deneyimlemedikçe ve sonra da, Grekçenin üstünde ve ötesinde onu, kendini-gizleme’nin açılması olarak düşünmedikçe yeterince belirlenmiş olabilir mi? Ratio ve rational, kendilerine ilişkin olanda hala sorgulanabilir kaldıkça, irrasyonalizm üzerine konuşmak temelsizdir. Bugünkü çağı yöneten teknolojik bilimsel rasyonalizasyon, sınırsız sonuçlarıyla birlikte kendini her gün daha da şaşırtıcı olarak doğruluyor. Ancak bu sonuçlar, rasyonel ve irrasyonel’in olanaklılığının ilkin ne bahşettiği konusunda hiçbir şey söylemiyor. Etki, teknolojik bilimsel rasyonalizasyonun doğruluğunu ispatlar. Ancak Var-olan’ın görünen karekteri, tanıtlanabilir olan tarafından tüketilir mi? Tanıtlanan üzerindeki ısrar, var olan’a giden yolu kapamaz mı?
Belki de, karşı konulamaz rasyonalizasyon yarışından ve sibernetiğin silip süpürücü karakterinden daha ölçülü olan bir düşünme vardır. Belki de aşırı ölçüde irrasyonel olan, tümüyle bu kapsayıcı niteliktir.
Belki de rasyonel ve irrasyonel ayrımının dışında, bilimsel teknolojiden yine daha ölçülü olan, daha ölçülü ve böylece de uzaklaştırılmış, etkisiz olsa da yine de kendi zorunluluğuna sahip bir düşünme vardır. Bu düşünmenin görevini sorduğumuzda, o zaman sadece bu düşünme değil aynı zamanda ona ilişkin soru da, ilkin, sorgulanabilir kılınır. Bütün felsefe geleneği görüşü çerçevesinde, bu şu anlama gelir: Hepimizin hala bir düşünme eğitimine ihtiyacı var, bundan önce de ilkin, düşünmede eğitilmiş olma ve olmamanın ne anlama geldiğinin bilgisine… Bu açıdan Aristoteles, Metaphysics IV. Kitap (1006a ff.)’da bize bir ipucu verir: Esti gar apaideusia to me gignoskein tinon dei zetein apodexin kai tinon ou dei. “Çünkü ne zaman bir ispata gerek olduğunu ve ne zaman olmadığını görememek eğitimsizliktir.”
Bu tümce, dikkatlice düşünmeyi talep eder. Çünkü düşünme içine girilebilir hale gelmek için, hiç bir ispata gerek duymayanın ne şekilde deneyimlenmesi gerektiğine henüz karar verilmemiştir. O, diyalektik aracılık mı yoksa kökensel sezgi midir? Yoksa bunların her ikisi de değil midir? Her şeyden önce, bizden kabul edilmeyi talep edenin, yalnızca kendine özgü niteliği bu konuda karar verebilir. Ancak bu, biz onu kabul etmeden önce, kararı, bizim için nasıl olanaklı kılacaktır? Burada, kaçınılmaz olarak nasıl bir döngü içinde hareket ediyoruz?

Bu, eukukleos alethein, yani iyi-temellenen açıkta olmanın kendisi, açılma olarak düşünülür mü?
Düşünme görevinin adı, o halde, Varlık ve Zaman yerine Açılma ve Mevcudiyeti göstermez mi?
Fakat bu açılma nereden gelir ve nasıl verilir? “O Verir'”de konuşan nedir?
Düşünmenin görevi, o halde, düşünmenin sorununu belirlemek için önceki düşünmenin bırakılması olacaktır.

Martin Heidegger
ZAMAN VE VARLIK ÜZERİNE
Çeviren: Deniz Kanıt
Felsefe Dizisi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir