Galtoncu Psikiyatrinin Geri Dönüşü – Beyin On Yılı
“Normallik İmparatorluğu” kitabının yedinci bölümü, “Galtoncu Psikiyatrinin Geri Dönüşü” başlığını taşımaktadır. Bu bölüm, 1970’lerin sonlarından itibaren psikiyatride yaşanan önemli dönüşümleri ve Freudian modellerden biyomerkezci yaklaşımlara geri dönüşü ele almaktadır.
İşte bölümün ana noktaları:
- “Beyin On Yılı”nın Başlangıcı:
- 1990 yılının Temmuz ortasında, ABD Başkanı George H. W. Bush “Beyin On Yılı”nın başlangıcını ilan etmiştir. Bush, “Güçlü mikroskoplar, genetik çalışmalarındaki büyük ilerlemeler ve beyin görüntüleme cihazlarındaki gelişmelerin hekimlere ve bilim insanlarına beyin hakkında daha fazla bilgi verdiğini” belirtmiştir. Bu, Amerikan psikiyatrisi ve nörobiliminin yükselişini müjdelemiştir.
- Anti-psikiyatri Hareketinin Etkisi ve Cinselliğin Depatologizasyonu:
- Bu dönüm noktası, anti-psikiyatri hareketinin getirdiği eleştirilere bir yanıt olarak ortaya çıkmıştır. 1970’lerin sonunda akıl hastalığı kavramı, Freudian modellerden keskin bir şekilde uzaklaşarak biyomerkezci modellere geri dönmüştür.
- Bu krizin bir diğer nedeni ise “eşcinselliğin” patolojileştirilmesi konusundaki tartışmalardır. Başlangıçta 1886’da Richard von Krafft-Ebing tarafından bir psikopatoloji olarak çerçevelenen eşcinsellik, DSM-I’de “sosyopatik kişilik bozukluğu” ve DSM-II’de “cinsel sapma” olarak listelenmiştir. Bu dönemde eşcinsel bireyler invaziv ve zararlı terapilere maruz kalmıştır.
- Ancak 1970’lerin başında, eşcinsel kurtuluş aktivistleri ve liberteryen anti-psikiyatri taraftarları Amerikan Psikiyatri Birliği (APA) toplantılarını protesto etmeye başlamışlardır. Sonunda, APA 1973’te eşcinselliği tıp dışı bırakma yönünde oy kullanmıştır. Bu, eşcinselliğin ıstıraba veya engelliliğe neden olmadığı için tıbbi bir patoloji olarak listelenmesi için net bir neden olmadığını kabul ettikleri anlamına geliyordu. Bu karar, psikiyatrinin akıl hastalıklarını insan işlevlerinin diğer yönlerinden ayırt etmek için prensipli bir temeli olmadığını düşündürmüştür.
- Robert Spitzer ve DSM-III’ün Yükselişi:
- Bu kriz, Amerikan psikiyatrisini köklü bir değişikliğe zorlamıştır. Psikiyatristler, Kraepelin’in daha biyomerkezci yaklaşımına geri dönerek ve onu hızla genişleterek, Thomas Szasz’ın “normal” beyin kavramının nesnelliği iddiasıyla büyük ölçüde uyumlu bir yol izlemişlerdir.
- Robert Spitzer, DSM’nin üçüncü baskısı olan DSM-III için görev gücüne liderlik etmiştir. Spitzer, psikiyatrik teşhise sağlam bir tıbbi kavram sağlamayı, psikanalitik etkiyi ortadan kaldırmayı ve yanlış teşhisleri önlemek için teşhis kriterlerini sıkılaştırmayı amaçlamıştır.
- DSM-III, “zihinsel bozukluk” kavramını bireysel “işlev bozukluğu” kavramına dayandırmıştır. Bu, bir rahatsızlığın gerçek bir bozukluk olarak sayılması için biyolojik, psikolojik veya davranışsal bir işlev bozukluğunun gerekli bir koşul olmasını gerektiriyordu. Spitzer ayrıca bir durumun zihinsel bozukluk olarak kabul edilmesi için “zararlı” olması gerektiğini de eklemiştir. Zarar, sıkıntı veya engellilik olarak kavramsallaştırılmıştır.
- Spitzer, işlev bozukluğunu istatistiksel norma göre düşük verimlilikle ilişkilendirmiştir. Bu, örneğin sanrılar veya halüsinasyonlar nedeniyle gerçekliği test edemeyen veya depresyon nedeniyle mesleki olarak işlev göremeyen bir bireyin temel biyolojik ve psikolojik ihtiyaçlarını karşılamada “açık bir doğal dezavantaja” sahip olduğunu belirtmiştir.
- Galtoncu Paradigmanın Geri Dönüşü:
- DSM-III’teki bu kayma, aslında Galton’un paradigmasına bir geri dönüşü işaret ediyordu. Zihinsel bozukluklar, bireysel Darwinci bilişsel veya nörolojik işlev bozuklukları olarak anlaşılacak ve “normal” işlevsellikle ilişkilendirilecekti. Bu işlev bozukluklarının genellikle kalıtsal yatkınlıklardan kaynaklandığı ve belirli bağlamlarda tetiklenebileceği varsayılıyordu.
- Szasz ve takipçileri, patolojinin yapısal veya işlevsel “anormallik” meselesi olduğu ve bunun basit, nesnel bir mesele olduğu fikrini pekiştirerek bu geri dönüşe dolaylı olarak yardımcı olmuşlardır. Anti-psikiyatri, Galtoncu psikiyatrinin geri dönmesine ve tam anlamıyla hegemonik hale gelmesine zemin hazırlamıştır.
- Biyolojik Psikiyatrinin Sınırları:
- DSM-III’ün yayımlanmasından sonraki on yıl, psikiyatrinin kitlesel olarak genişlemesine ve Freudian modellerden biyomerkezci ve bilişsel yaklaşımlara dönüşe tanık olmuştur. Bu, zihinsel bozukluğun “bozuk bir beyin” veya arızalı bir zihinden kaynaklandığı ve öncelikle biyomedikal, bilişsel veya davranışsal müdahaleyle düzeltilmesi gerektiği anlamına geliyordu.
- Nancy Andreasen’in 1984 tarihli The Broken Brain kitabı bu değişimi örneklemiştir; Andreasen, Kraepelin’i modern psikiyatrinin babası olarak konumlandırmış ve psikiyatrik bozuklukların artık “kanser veya yüksek tansiyon gibi” tıbbi durumlar olduğunu iddia etmiştir.
- Ancak tüm bu çabalara rağmen ruh sağlığı düzelmemiştir. Robert Whitaker’ın belirttiği gibi, ABD’de 2007’de zihinsel hastalık için engellilik oranı 76 Amerikalıdan 1’ine yükselmiş, bu da 1987’deki oranın iki katından ve 1955’teki oranın altı katından fazladır. Bu artış, yeni ve eski psikotrop ilaçların yaygınlaşmasına rağmen gerçekleşmiştir.
- Eski Ulusal Akıl Sağlığı Enstitüsü (NIMH) başkanı Thomas Insel, 2017’de şaşırtıcı bir itirafta bulunmuştur: 13 yıl boyunca nörobilim ve genetiğe büyük yatırımlar yapmasına rağmen, intiharları azaltma, hastaneye yatışları azaltma veya akıl hastalığı olan on milyonlarca kişi için iyileşmeyi sağlama konusunda “hiçbir ilerleme kaydedilemediğini” belirtmiştir.
- Bu durum, mental sağlık sorunlarının yalnızca bireysel ve biyolojik değil, aynı zamanda daha geniş sosyal, ekonomik ve teknolojik değişikliklerle de bağlantılı olduğunu göstermektedir.
“Normallik İmparatorluğu” (Empire of Normality) Robert Chapman