Gılgamış’tan Günümüze Ekolojik ve Varoluşsal Kriz

Gılgamış, Uruk’un yarı tanrı kralı, insanlığın sınırlarını zorlayan bir kahramandır. Ejderhüvva ise Sedir Ormanı’nın koruyucusu, tanrılar tarafından görevlendirilmiş doğanın kutsal bir bekçisidir. Gılgamış’ın Huwawa’yı öldürmek için ormana gitmesi, sadece fiziksel bir mücadele değil, aynı zamanda insanın doğaya, bilinmeyene ve kendi içindeki kaosa karşı verdiği varoluşsal bir savaşın temsilidir.

Huwawa, korkutucu görünümüne rağmen, doğanın düzenini koruyan bir varlıktır. Onun yedi kat korku aurası, insanın kendi korkularıyla yüzleşmesini simgeler. Gılgamış’ın bu aurayı yenmesi, hem cesaretini hem de hybris’ini – yani insan aklının ve gücünün sınırlarını aşma arzusunu – yansıtır. Gılgamış, Huwawa’yı öldürerek doğayı fethetmeyi, ölümsüzlüğü ve tanrısal bir statüyü elde etmeyi hedefler. Ancak bu zafer, aynı zamanda trajik bir bedel taşır: Tanrıların gazabı ve dostu Enkidu’nun ölümü.

Hybris, Antik Yunan felsefesinde insanın haddini aşması, tanrısal düzene karşı gelmesi ve kendi sınırlılığını unutmasıdır. Gılgamış’ın Huwawa’ya meydan okuması, tam anlamıyla bir hybris örneğidir. O, yalnızca bir canavarı değil, tanrıların koruyucusu olan bir varlığı yok etmeye kalkışır. Bu, insanın doğayı ve evrensel düzeni kontrol etme arzusunun bir yansımasıdır. Gılgamış’ın hybrisi, onun kahramanlık arzusunda, ölümsüzlük peşinde koşmasında ve doğanın kutsal alanına (Sedir Ormanı) tecavüz etmesinde açıkça görülür.

Felsefi açıdan, hybris, insanın kendi varoluşsal sınırlarını reddetmesi ve kendini tanrılaştırma çabasıdır. Gılgamış, bu çabayla insan olmanın kırılganlığını ve ölümün kaçınılmazlığını görmezden gelir. Ancak Huwawa’nın ölümü, Gılgamış’a zafer değil, bir içsel boşluk ve tanrısal cezalar getirir. Bu, hybris’in kaçınılmaz sonucu olan nemesis’tir (ilahi adalet). Gılgamış’ın trajedisi, insanın kendi gücüne olan aşırı güveninin, sonunda kendi yıkımına yol açabileceğini gösterir.

Carl Jung’un arketipler teorisi üzerinden bakıldığında, Huwawa, insanın bilinçdışındaki gölge arketipini temsil eder. Gölge, kişinin bastırdığı, korktuğu veya reddettiği yönlerini simgeler. Gılgamış’ın Huwawa’yı öldürmesi, bu gölgeyi bastırma çabasını yansıtır. Ancak Jung’a göre, gölgeyle yüzleşmek yerine onu yok etmeye çalışmak, psişik bütünlüğü bozar. Gılgamış’ın Enkidu’yu kaybetmesi ve ardından yaşadığı varoluşsal kriz, bu dengesizliğin sonucudur.

Huwawa aynı zamanda doğanın kaotik gücünü, yani insan bilincinin kontrol edemediği vahşi enerjiyi temsil eder. Gılgamış’ın onu öldürmesi, bilinçdışını bastırma ve rasyonel benliği yüceltme çabasıdır. Ancak bu zafer, geçicidir; çünkü insan, doğanın bir parçasıdır ve onunla savaşarak kendi özünü yaralar. Bu, modern psikolojideki bireyleşme sürecine de işaret eder: İnsan, gölgesiyle uzlaşmadan tam bir bütünlük kazanamaz.

Günümüz dünyasında, Gılgamış’ın Huwawa’ya karşı mücadelesi, insanın doğayla olan ilişkisine dair güçlü bir metafor sunar. Modern insan, teknolojik ilerleme ve bilimsel akılcılık yoluyla doğayı fethetme arzusunu Gılgamış’ın hybris’iyle paylaşır. Sedir Ormanı’nın tahribatı, günümüzün ormansızlaşma, iklim değişikliği ve biyoçeşitlilik kaybı gibi ekolojik krizleriyle paraleldir. Huwawa’nın ölümü, doğanın kutsal niteliğinin yok edilmesini; Gılgamış’ın zaferinin bedeli ise, modern insanın çevresel felaketler ve varoluşsal anksiyete ile karşı karşıya kalmasıdır.

Felsefi olarak, modern hybris, insanın kendisini evrenin merkezi görmesi ve doğayı yalnızca bir kaynak olarak değerlendirmesidir. Heidegger’in “teknoloji çağında varlığın unutuluşu” dediği şey, Gılgamış’ın Sedir Ormanı’na girişiyle eşdeğerdir: İnsan, varlığın kutsal boyutunu unutarak yalnızca kendi çıkarlarını yüceltir. Modern insanın doğayla bağını koparması, Jung’un gölgeyle yüzleşmeme uyarısını yankılar. Depresyon, anksiyete ve anlam arayışı gibi çağdaş sorunlar, bu kopuşun yansımalarıdır.

Gılgamış’ın Huwawa ile çatışması, insanın kendi sınırlarını ve doğayla ilişkisini sorgulaması için bir ayna tutar. Hybris, insanın hem kahramanlığını hem de trajedisini şekillendirir. Felsefi olarak, bu çatışma bize ölçülülüğün (sophrosyne) önemini öğretir: İnsan, ne tamamen tanrı ne de tamamen doğadır; bu ikisi arasında bir denge bulmalıdır. Huwawa’nın ölümü, gölgeyle yüzleşmek yerine onu yok etmeye çalışmanın boşunalığını gösterir. Günümüzde, Gılgamış’ın öyküsü bize doğayla barış yapmayı, kendi sınırlarımızı kabul etmeyi ve varoluşsal bir tevazu geliştirmeyi öğütler. Aksi takdirde, modern hybris’in bedeli, tıpkı Gılgamış’ın Enkidu’yu kaybetmesi gibi, geri dönüşü olmayan kayıplar olacaktır.

Bu bağlamda, Gılgamış’ın hikayesi, insanın hem en büyük potansiyelini hem de en derin kırılganlığını ortaya koyar: Kahramanlık, ancak bilgelikle dengelenirse anlam kazanır.