GÜNDÜZ VASSAF: Ezilenler arasında en az delilerle ilgileniriz.

Ezilenler arasında en az delilerle ilgileniriz.

1960’larda Vietnam, 1930’larda kadınlara oy hakkı hareketi, ABD’de ve Güney Afrika’da zenci hareketleri, eşcinsel hareketler, anti-nükleer akımlar ve benzeri tüm hareketler, doğrudan ilişkisi olmayanlar tarafından bile, dünyanın dört bir yanında coşkulu bir destek görmüştür. Üstelik bunların hepsi, aydınlar arasında da revaçtaydı. Ne var ki, deliler genellikle “sahipsiz” kalmışlardır. Neden?

Çok basit. Hepimiz delilerden korkarız da ondan. Oysa onların herhangi bir insandan daha zararlı, daha tehlikeli olabileceğini kanıtlayan ne tek bir araştırma vardır, ne de bu doğrultuda istatistiksel veriler.

Deliler bizi tedirgin ederler. Ayrıca nasıl bir çağrıda bulunacağımızı bilemeyiz. “Amerika, Vietnam’dan defol!”, “Irk ayrımına hayır”. Gayet iyi. Peki ama, deli dediklerimiz için talebimiz ne?

En temel çağrı, “delileri” en fazla ezilen grup haline getiren yasal kısıtlamaları ortadan kaldırmak.

Halbuki onların temel insan haklarından yararlanmasına ya da yararlanmamasına karar verenler, adalet mekanizmaları bile değil, bizzat onları baskı altında tutan psikiyatristlerdir. Sözümona hastanın yararına diye, psikiyatrist onun konuşma özgürlüğünü, seyahat özgürlüğünü ve örgütlenme özgürlüğünü kısıtlama yetkisine sahiptir. Akıl hastanesindeki hastalar, çoğu zaman, psikiyatristin açık izni olmadan bir telefon bile edemezler. Halk yığınlarının bulunduğu akıl hastanelerinde, hastaların çoğu psikiyatristin bir yığın domates fidesini inceler gibi çıktığı ekspres vizitlerinin dışında, onu tanımaz bile.

Hastaların bazıları yıllarca koğuşlarından dışarı çıkarılmaz; çoğu güneşin yüzünü bile göremez. Mektup yazmaya ve almaya izinleri var mıdır? Ziyaretçiler ne zaman gelebilir? Hatta gelebilir mi? Bütün bunlar psikiyatrist tarafından belirlenir. Bu tür kararlar, hastanelerin personel kıtlığı çekmesi yüzünden genellikle toptan verilen kararlardır. Hastaların durumunu tek tek, bireysel ölçekte ele almak şöyle dursun (halbuki psikiyatrinin temeli, varlık gerekçesi ve tedavi modeli budur), psikiyatrist, sorumluluğu altındaki hasta sayısından bile haberdar olmayabilir.

Psikiyatri, bir baskı aracıdır. Szass, Laing ve Foucault gibi bilim adamları bu konuyu ele almışlardır.

Yalnız çok basit iki örnekle yetineceğim burada; biri ABD’den, öbürü de Sovyetler Birliği’nden.

ABD: On iki yaşlarında bir erkek çocuk bölge polisi tarafından bir psikoloji kliniğine havale edilir.

Nedeni: Yoksul ailesiyle birlikte ormanda bir evde oturmakta olan çocuk, bisiklet ruhsatı olmadığından polis tarafından uyarılmıştır. Bu olayın geçtiği New Hampshire yasalarına göre, tüm bisikletlerin poliste kayıtlı olması, ayrıca bisikletler için ücret karşılığında bir plaka alınması gerekmektedir. Çocuğun ailesi yoksuldur, kendisi de bisiklete sadece evinin yakınında binmektedir. Aile bu parayı ödeyemediği için, polis, iki uyarıdan sonra, çocuğu psikoloji kliniğine havale eder. Psikoloji kliniği ile bisikletler için geçerli ruhsat yasalarına uymak arasında ne ilişki var? Devlet, itaat etmeyenleri uygun gördüğü biçimde dıştalama yoluyla, yönetim yetkisini yeniden kanıtlamaktadır.

Sovyetler Birliği: 1968’deki Prag baharından bir süre sonra, Moskova’daki Kızıl Meydan’da, ellerinde mendil kadar Çekoslovak bayraklarıyla toplanan birkaç Sovyet vatandaşı, polis tarafından yakalanır ve bir akıl hastanesine gönderilir. Neden? Sovyet devletinin gücünü Moskova’nın ortasında, uluorta eleştiren hiç kimsenin aklı başında olamaz.

Akıl hastanelerindeki delilerin özgürlüğü ve kamusal haklan uğruna pek kimse eyleme geçmez. Oysa, tüm ezilenlerin içinde, kendi davalarını kamuoyuna yansıtamayan, yansıtmalarına izin verilmeyen, bu özgürlüğe sahip olmayan bir tek onlar var. Onların yakınmaları olsa olsa bir başka psikiyatrist tarafından ele alınır ve karara bağlanır. Basın toplantıları, protesto gösterileri düzenleyemezler; oy hakları bulunmadığı gibi, özel mülkiyetlerini bile diledikleri gibi kullanamazlar.

Nietzsche’nin bir kitabını, Van Gogh’un bir tablosunu ya da Dostoyevski’nin sara nöbetlerinin inceliklerini saatlerce tartışabildiğimiz halde, bir deliyle çok kısa bir süre birlikte kaldığımızda dahi son derece tedirgin oluruz. Bir an bile yeter. Beklenmedik şeylerden korkarız. Delilerin, beklenmedik şeyler yapmaları beklenir. Bizler ise, beklenmedik şeyler karşısında ne yapacağımızı bilemeyiz. Tüm mesleki, toplumsal ve cinsel ilişkilerimizde, her şeyi önceden bilmek ve denetlemekten hoşlanırız. Gerçekten denetleyemediğimiz tek şey olan düşlerimizi de ya unutur ya da bastırırız. Delilerle ya da delirmiş gibi davranan herhangi bir insanla birlikte olduğumuzda da, bize fiziki bir zarar gelmesinden değil de, beklenmeyenden korkarız daha çok. Karşımızdaki kişi üstünü başını parçalayabilir, bir çocuk şarkısı söylemeye koyulabilir, bilmece gibi konuşmaya başlayabilir, öylece suspus oturabilir, kardeşçe bir sevecenlik gösterebilir ya da cinsel imâlarda bulunabilir. Bunlardan herhangi birini yapabileceği gibi, hiçbirini de yapmayabilir. Ama daima tetikte olan bizler, ondan korkarız. Onun yapılandırılmamış, öz-gür, belirsiz davranışları, bizler için, nasıl başa çıkacağımızı bilmediğimiz bir durum yaratır. Bu, denetleyebileceğimiz bir durum değildir. Denetleme gereksinimi hepimizin içindeki totalitarizmin bir belirtisidir tabiî. Tümüyle özgür, yapılandırılmamış durumlar bizi rahatsız eder. Tıpkı sessizlik gibi.

Delilerle birlikte olmak da böyledir. Önceden üzerinde anlaşmaya varılmış kurallar yoktur.

Kendiliğinden ortaya çıkan davranışlar olabilir yalnızca.

GÜNDÜZ VASSAF,
Cehenneme Övgü
Gündelik Hayatta Totalitarizm
İletişim Yayınları

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir