AFORİZMALAR ve FELSEFİ NOTLAR/4 Nejdet Evren

I. Her görüntü gizlenen içsel ve yaratılmak istenen dışsal bir algı için vardır; dışsal algıya kapılıp yanılmak içsel gerçeği görmeye engel olur; bu nedenle sebep-sonuç ilişkisine bakmak ve görselin kime ne kazandırıp kime ne kaybettirdiğini görmek ve anlamak gerekir; sosyal demokrasinin içinde gizli statüko bu şekilde görünemez olabilmekte, toplumsal muhalefeti sönümlendirmektedir….

II. Fransız İhtilali’nden bu yana burjuva demokrasisi bir çok yerde varlığını sürdürmektedir. Bu sistem kuvvetler ayrımına dayanır, yargı, yürütme ve yasama…Bunlar eşit kuvvetler sayılır…Dolayısı ile yargının verdiği karara yasama ve yürütme uymak zorundadır…Bir yargı verdiği kararın uygulanmaması karşısında yaptırım uygulayıp kararının uygulanmasını zorlayamıyorsa, uygulanmamasına sessiz kalıyorsa burjuva hukuku düzleminde yargı olma gücüne sahip değil demektir; öyle ise neden var olduğunun bir açıklaması, izahı olmalı, zira gözü bağlı bir yargı ve adalet tanrıçası var… Ama adı Nanşe değil…

III. Direnci kırmak psikolojik savaşın bir yöntemi ise, buna karşı koymak devrimci bir duruşun yöntemidir; seçimler ve istatistikler ve de kamuoyu yoklamaları ile realite gerçekle örtüşmediği gibi, algı yaratarak bir yenilgi tablosu çizmek tam anlamıyla teslimiyettir…İzole etmeye yönelen karşı devrimci paradigmaya kanmamalı…

IV. “bağımlılık” bir açıdan vazgeçilemez olmayı ifade ediyor. “güven” duygusu sürekli yinelenen bir olgu olarak “bağımlılık” tan uzaklaşmak durumundadır. Bu nedenle onu, bağımlılık olarak yorumlayamayız. Güvensizliğin yarattığı kaotik yapı güven ile olumsuzlanmak istenmektedir. Güven duygusu bu çelişki üzerinde/ zemininde varlık kazanır ve çelişkisi asla bitmez. Aldatmayı keşfetmiş ve buna meyil eden insanın bu olgu karşısında tutunacağı bir zemine ihtiyacı olacaktır; “güvenmek”, aldatılmamak…bunu kendisi için ister; diğeri için aynı edimde bulunur mu, belli olmaz…

V. İnsan kendi yalanına inanır, başka sığınağı olmadığından…sığınak, dört duvar, tutsaklık önce insanın kendinde başlar; yoksa hiç kimse bir diğerini kuşatamaz…

VI. Acı patlıcanı kırağı tutmaz derler, benzer bir yorumla çivisi çıkmış iskemle çivi tutmazmış; insan kendini bilmiyorsa etik boş sözden başka bir şey olamaz…Etik sosyal bir realitedir, kimse ondan kaçamaz ve ondan azade de değildir; yüzsüzlük para edebilir lakin bu akçe günlük kullanılır, ötesi olmayan bir yatırımdır, bunun artıyor olması elle gelen düğün bayram ana-atasözü ile açıklanabilir; insana dokunan her neyse insana dokunur, öyle ya da böyle, çocuğunu arayan anaya dokunmak suçtur, insanlığa karşı işlenmiş bir suç; kim bu suça elini uzatarak değmiş ise masumiyet karinesinden yararlanma, emir komuta zincirine sığınma hakkına sahip değildir;…

VII. Sözcük üretmek soyut bir uğraşı gibi görünse de aslında öyle değildir; dolayısı ile dil denilen süreç, sözcükler realitedeki karşılıklarına tekabül eden bir tanımalama/anlama/anlaşılma aracı olarak işlev görür; alt-yapısı olmayan sözcük toplumsal düzlemde ne bir anlam ifade eder ne de yer edinebilir; öncelikle akla dayalı bilimsel seküler düşünmeyi, buna dair bilimsel verileri geliştirip üretebilmeyi, tekniği ciddiye almak gerekir.

VIII. Hiçbir şey yapmadığını gördüğünde hayatın sana ait olmadığını fark edersin; ilk edimin reddetmek değilse tükenirsin…

IX. Teknolojiyi yaratamıyorsan adlandırman da mümkün değildir; bilgi birikimi uygarlaşmanın ortak ürünüdür ve fakat bunu kullanabilmek ayrı bir olgudur. Bir toplum bağımlı değilse teknolojinin gerisinde olsa dahi kendi diline hakim olabilir, zira gereksinimler ve beklentiler temelde aynı görünse de farklılaşabilirler; önce birey ve toplum kendini gerçekleştirmelidir. Ancak bu durum “üretim araçları”ndan, “üretim ilişkileri”nden azade değildir; üretimin mal edinme biçimi o toplumun tüm ilişki şeklini belirler ve bu en çok dilde kendini gösterir; nasıl ki para denilen şey bir mübadele aracı ise dil de bu mübadele biçimlerinin aynasıdır.

X. Hiç, tüm varoluşların zeminidir; gerçektir ve ancak herşey gibi mükemmel değildir; kaotiktir, herşeyi içine çeker ve herşeyi yeniden doğurur; bu nedenle düşünce mutlak hakikate yaklaşsa da asla ulaşamaz; zira; mutlak hakikat de yoktur.

XI. Varlık özünde gizil değildir; onu anlamlandırabilmek için anlama girişiminde bulunuruz ve fakat o her seferinde yeni bir şekil alarak değişimini sürdürür; o nedenle onun hakkında hiç bir zaman hakikate erişilemez; ancak değişiminden önceki anlamlandırdığımız şeye onun hakikati deriz.

XII. Öncelikle Mihail Bakunin’in tanımladığı anarşizm ile günlük dilde kullanılan arnaşik eylemlerin bir ve aynı olgular olmadığı bilinmelidir. Zira anarşizm tüm otoritenin reddi temelinde bir düşünceyi tanımlar; bir eylemselliği önemser. İktidarların tüm biçimlerini ret eder. Ancak mutlak değersizlik şeklindeki nihilizm ile uzaktan yakından alakası olamaz; zira anarşizm bir değerler olgusunu hedefler ve insanı köleleştiren tüm iktidarların yok olması ile eşit ve özgür bireylerin var olabileceğini öngörür; bu yönü ile anarşizm ile nihilizm kökten ayrışırlar. Nihilizmin başına getirilen anarko ekinin fazlaca bir önemi yok. Son çeyrekte bir çok olgu mistifike edilmek için başına sonuna çeşitli ekler getirilerek sunulmaktadır; örneğin, sürdürülebilir ekonomi ( oysa kapitalizm sürdürülebilir bir ekonomi değildir, açıkça kapitalizm en iyi ekonomidir ve sürdürülebilir demektense böyle bir söz oyunu yapılır) gibi.
Nihilizmin değersizleştirme düşüncesi doğal olarak onu “hiç” likten de uzaklaştırır , nihilistin kullandığı “hiç” lik ile gerçek felsefi anlamdaki hiç’lik bir ve aynı değildir; bu nedenle nihilistin “hiç çi olduğu söylenemez.

XIII. Normlar hiyerarşisine dikey ve sözde demokrasilerin ihtiyacı vardır, yatay demokraside hiyerarşi olmadığından normatif çatışma yaşanmaz; kural koyup uymazsan bu ne dikey ne de yatay demokraside karşılık bulamaz….Keyfiliğe hukuk denilecekse buna başka bir ad koymak gerek….

XIV. Ruh, karmaşık sinir sisteminin algı, yorum, değerlendirme ve edime dönüştürme süreçlerinin toplamıdır; ait olduğu sinir dokusu ile birlikte vardır ve onu asla terk edemez; öz ve biçim gibi…Canlının yaşamaya dair dürtüsü, arzusu ruhu ait olduğu dokudan ayırarak yaşatma eğilimi taşır; bu nedenle ona/ruh-a ayrı bir kutsiyet bahşeder…Bunu yaptıktan sonra ruh denilen şey ayrı bir kimlik kazanır ve insandan soyutlanarak boşlukta gezinir; hacimsizdir, şekli bile yoktur…Madde ötesine taşmıştır ki artık “metafizik” denilen alandır söz konusu olan…

XV. İnsan doymak bilmeyen bir tür olarak diğer canlılardan kesin ayrışmaktadır; enerjinin tüketilmesine bağlı yaşam formları olarak diğer canlıların hayatlarını idame ettirecek enerji ile yetindikleri halde insanın bununla yetinmediği gerçeği ile karşı karşıya bulunmaktayız. Bu nedenledir ki dünya kaynakları her geçen gün erozyona uğramakta ve geri dönüşü olmayacak şekilde yok olmaktadır. “kendini yaratan insan” sadece kendini değil diğer tüm türleri de yok etme eğilimini taşıyan bir güçtür; bu gücün dizginlenmesi gerekir.

XVI. Kainat, doğa, evren her ne ad verilirse verilsin herhangi bir doğruyu içermez. O sadece bir varoluştur ve zaman düzleminde devinerek şekil alır, verir, değişir, dönüşür ve evrimleşir. Hiçbir canlının enerjinin bu yayılma biçimine, devinimine söyleyecek bir şeyi olamayacağı gibi bunun doğru ya da yanlış olduğu yargısına da varamaz; “kendini yaratan insan” geliştirdiği aklı ile ancak o devinim ve dönüşümün yasalarını bulmaya, onu anlamaya çalışır ve bu şekilde onunla birlikte olabilmeyi baş eder. Kainat mükemmel olmadığı gibi kaotiktir aslında; bu kaotik varoluşun kendince devinim yasaları vardır elbette.

“Doğru” denilen şey değer felsefesiyle ilişkili toplumca hazırlanan ve bireyde şekillenen yargılardan başka bir şey değildir. Doğru ya da karşıtı yanlış denilen bu yargılar birden tezahür etmezler; çeşitli sosyal-ekonomik-politik süreçlerden geçerek zaman düzleminde oluşurlar; bu nedenle doğrular ve yanlışlar her daim zamana hapsedilmiş ve fakat zincirlerini kırarak tutsaklığından kurtulma eğilimi taşırlar. Zaman düzleminde maddi olguların yarattığı zıtlaşan yargılar bir çatışmaya girmek zorundadırlar ve bu çatışmadan yeni bir yargıya ulaşılacaktır; “zıtların birliği ve savaşımı yasası” olarak tanımlanmaktadır. Bu nedenle zaman düzleminde evrensel ve hiç değişmeyecek/kalıcı-kadim bir doğrudan söz edilemez.

Genel karakteri itibariyle böyle olsa da bunun istisnaları yok mudur? Kişi hak ve özgürlükleri söz konusu olduğu zaman, uygarlaşmanın yarattığı tüm yıkım, katliam, savaş ve sömürü düzenlerine rağmen canlının yaşam hakkı, onuru, özgürlüğü gibi değerleri de bu süreçte belli ölçeklerde gerçekleştirmiş olduğundan doğru ve yanlışın zaman düzlemindeki yaygınlaşma eğilimi de artmış, adeta ömrünü uzatmıştır. Örneğin, yaşama hakkını korumak doğru, tersi yanlıştır aynı şekilde beden bütünlüğünü korumak doğru, istismar yanlıştır, sömürmek yanlış eşitliği sağlamak doğrudur…gibi…Demek ki, etik değerleri aşan haklar söz konusu olduğunda genel kural dışında doğruların zaman düzleminde hapsolmadığı, içinde süreklilik kazanarak yaygınlaştığı görülecektir.

İnsanı top yekün başka gezegene ışınladığımızı düşünelim, dünya denilen bu gezegen yüz yılda kendi eko-sistemini yaratır, tüm canlısı ile döngüsünü sürdürür; hem de “artık-ürüne” el koymadan yapar bunu; zira, değer denilen şey üründe somutlaşan “toplumsal emek zamanı” dır; lakin, dünya gezegenindeki bu eko-biyolojik sistemin, varoluşun kendince bir “doğru” su söz konusu bile edilemez, çünkü varoluşu olumsuzlayarak yok sayamayız, ancak “doğru” yer ve zaman diliminde olumsuzlanabilecek bir yargıdır. Üstelik bir şey ya da olguya doğru ya da yanlış tanımı yaptığımızda mutlak surette bir nirengi/bir belirleyen/bir sabit noktaya ihtiyaç duyulacaktır. Varoluşun kendisini yok oluş tanımlayamaz va fakat doğru ancak yanlış ile yanlış da doğru ile tanımlanabilecektir; demek ki, doğru ve yanlış denilen olgular birlikte varlık kazanan yargılardır, biri olmadan diğeri asla olamaz. “hiç bir şey yoktan var, vardan yok olamayacağına” göre varlığın değişim, dönüşüm biçiminin görünen yok oluşu varlığın zıttı değildir. 28 aralık

XVII. Düşünce özgürlüğü evrensel kabul görmüş özgürlüklerdendir. Uluslararası sözleşmelerde ve ulusal normlarda ilk sıralarda yerini alır. İçeriği nedir, neyi kapsar, ne olmalı, işkembe-i-kübradan çıkan her şey buna dahil olur mu, bir sınırı var mıdır, varsa bunu kim belirler?

Düşünce özgürlüğü kavramı uygarlaşma tarihinde çok eski bir kavram değildir; -gerçi her daim düşünce özgür olmuş olsa bile- bu kavram burjuva devriminin bir üst yapısı olarak son iki yüz yıl öncesine dayanmaktadır. “düşüncene katılmasam da bunu açıklamana saygı duyarım” felsefesi çok yenidir.

Kulağa hoş gelen, düşünülmeden sahiplenilebilen özgürlüklerden olması nedeniyle özel bir öneme de sahip olması gerekir. “Düşünce” nin ne olduğuna dair bir fikir ileri sürülmeden, ya da düşünce derken ne anlaşılması gerektiğine dair bir ölçü olmadan salt düşünce özgürdür demek kadar safsatadan başka bir şey olabilir mi!?

Herkes istediği şeyi söyleyebilmeli; bu, düşünce özgürlüğü değil….Mesela savaşları, katliamları öven, savunan, onaylayan ya da kışkırtan sözler söylenebilir ki bunlar birer açıklama, görüş beyanı ve iddiadan ibaret olan şeylerdir; bunların düşünceyle yakından uzaktan ilgisi yoktur. Çünkü düşünce var olan çelişki üzerinden yeni bir olumlu sentez yaratabildiğinde ortaya çıkar; çözümleyicidir, sorunu sürdürmeye değil çözümlemeye dairdir, bilgiyi mistifike etmeye değil belirginleştirmeye dairdir. Düşünce var olana dair bir açıklama ile sınırlı olmayan, onu aşan bir bilgi aktarımını ifade eder. Dolayısı ile her açıklamayı bir düşünce saymak saf dillik olur; bilgisizce, cahilce, aklın bile kıt saydığı bazı açıklamaların düşünce özgürlüğü kapsamında ele alınması kadar sefil/aymaz bir yaklaşım olamaz; ama oluyor….

Rütbeler düşüncelere paralel dağıtılsaydı sıra bulamayacakların ilk saflarda yer alması hem düşündürücü hem de endişe vericidir; metafizik batağındaki Aristo bile çağcıl düşüncesizlerden yeğdir; zira o, düşünce üretebilmiştir…

Nejdet Evren,
Akarca/2023

kimi-zamanlar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir