Güneş İmparatorluğu – J. G. Ballard “ölümün ve vahşetin sıradanlığını, teslimiyet ile yaşama tutunma arasındaki çizgiyi anlatan roman”

J.G. Ballard’ın yarı-otobiyografik romanı Güneş İmparatorluğu yazarın çocukluğunda bizzat deneyimlediği İkinci Dünya Savaşı’nı ve o yılların Şanghay’ını yine bir çocuğun gözünden anlatıyor.

Uzun süre savaşın dışında kalan Şanghay’daki yabancılar kolonisi, Japonya’nın Pearl Harbor saldırısıyla birlikte kendini şiddet döngüsünün ortasında bulur. Gösterişli bir malikânede yaşamaya alışkın küçük Jim, savaşın kaosu içinde anne ve babasından ayrı düşer. Önce işgal altındaki Şanghay sokaklarında, sonra da kentin dışındaki toplama kampında yaşamını sürdürmeye çalışır. Uçaklara meraklı ve Japon askerlerine hayran olan Jim, savaş koşullarında hayatta kalabilecek ve ailesine kavuşabilecek midir?

İlk başta her şeyi bir oyun gibi gören ama giderek masumiyetini kaybeden Jim aracılığıyla Ballard, savaşın korkunçluğunu, ölümün ve vahşetin sıradanlığını, teslimiyet ile yaşama tutunma arasındaki çizgiyi ustalıkla satırlara döküyor.


Önsöz

Güneş İmparatorluğu, II. Dünya Savaşı sırasında 1942’den
1945’e kadar esir tutulduğum Çin’de, özellikle Şanghay ve
Longhua’daki Toplama Kampı’nda yaşadığım deneyimleri
anlatan bir kitaptır. Bu roman büyük ölçüde, Japon işgali sırasında Şanghay’da ve Longhua Kampı’nda tanık olduğum
olayları anlatıyor.
Japonların Pearl Harbor Baskını, 7 Aralık 1941’de bir pazar
sabahı yaşandı; ancak, Pasifik’teki gün değişimi çizgisi kaynaklı zaman farkı nedeniyle Şanghay’da 8 Aralık Pazartesi
günüydü. Kitapta da aktarmış olduğum gibi, savaş sırasında
Longhua’daki büyük pagoda, uçaksavarlarla donatılmıştı ve
uçaksavar kulesi olarak kullanılıyordu. Huangdao’daki askeri
havaalanı ise şu anda Şanghay Uluslararası Havaalanı…
J.G.Ballard


BİRİNCİ KISIM
1.

Pearl Harbor Baskını’nın Arifesi
Savaşlar Şanghay’a erken geldi; rıhtımlardaki cenaze iskelelerinden suya bırakılan tüm tabutları bu cafcaflı şehre geri getirmek
üzere Yangtze Nehri’nden yukarı vuran dalgalar misali art arda
patladılar.
Jim, savaş rüyaları görmeye başlamıştı. Geceleri aynı sessiz
filmler titreşerek Amherst Caddesi’ndeki yatak odasının duvarına yansıyor ve Jim’in uyuyan zihnini haber filmleri oynatılan
terk edilmiş bir sinema salonuna dönüştürüyorlardı. Şanghay’da
1941 kışında herkes savaş filmleri gösteriyordu. Rüyalarının bölük
pörçük parçaları Jim’i tüm kentte izliyor, büyük mağazaların ve
otellerin girişlerinde Dunkirk ve Tobruk, Barbarossa Harekâtı ve
Nanjing’e Tecavüz görüntüleri, karmakarışık kafasından, zembereğinden boşalmışçasına dışarı taşıyorlardı.
Şanghay Katedrali’nin başpiskoposunun bile katedrali antika
bir projektörle donatması Jim’in epeyce canını sıkmıştı. 7 Aralık
Pazar günü, Japonların Pearl Harbor’a saldırılarının arifesinde,
sabah ayininden sonra, korodaki çocuklar eve gitmelerine fırsat
kalmadan durdurulmuşlar ve kilisenin altındaki yeraltı mezarlarına götürülmüşlerdi. Hâlâ kilisedeki koro giysileri içinde oldukları
halde, Şanghay Yat Kulübü’nden edinilme bir sıra güverte sandalyesine oturarak, bir yıl önce çevrilmiş olan March of Time filmini
izlemişlerdi.

Jim karmaşık rüyalarını düşünüp fondaki sesin onlarda bulunmamasına şaşarken, kolalı yakasını çekiştirdi. Org solosu ağrıyan bir baş gibi beton tavanda zonkladı ve perde tank savaşlarının, gökyüzündeki it dalaşlarının bildik görüntüleriyle titredi.
Jim, Britanyalı Mesken Sahipleri Birliği Başkan Yardımcısı Dr.
Lockwood’un, o gün öğleden sonra Noel nedeniyle vereceği kıyafet balosuna hazırlanmaya çok hevesliydi. Japon hatlarından
geçip Huangdao’ya ulaşmak için uzun bir yol katedilecekti. Ardından da gelsin Çinli sihirbazlar, donanma fişekleri ve daha
pek çok haber filmi. Fakat Jim’in Dr. Lockwood’un balosuna gitmeyi arzulamasının kendine göre nedenleri de vardı.
Giyinme odalarının dışında Çinli şoförler, Packard ve Buick
arabalarının başında beklerken birbirleriyle sinirli sinirli tartışıyorlardı. Defalarca izlemiş olduğu filmden sıkılan Jim, Avustralyalı görevliyi sorularıyla rahatsız eden, babasının şoförü Yang’ı
dinliyordu. Oysa, haber filmlerini izlemek, şehir kulüplerindeki
para toplama amaçlı çekilişlere katılmak gibi, ülkesinden uzakta
yaşayan her Britanyalının vatani görevi haline gelmişti. Danslar
ve bahçe partilerinde savaşa yardım amacıyla tüketilen şişelerce
İskoç viskisi (tüm çocuklar gibi Jim de hem alkolün nasıl bir şey
olduğunu merak ediyor, hem de içilmesini pek doğru bulmuyordu), kısa sürede bir Spitfire satın alabilecek parayı sağlamıştı.
Jim’in tahminine göre Johnnie Walker’in pis kokusundan pilot
bayılınca ilk uçuşunda düşürülen uçaklardan biriydi bu.
Çoğu zaman Jim, halka açık sinemalarda ve Şanghay’daki
Mihver Devlet Kulüplerinde gösterilen Alman ve İtalyan filmlerine karşı, propaganda amacıyla Britanya Elçiliği tarafından
gösterimi ayarlanan haber filmlerini büyük bir merakla izlerdi.
Bazen İngiltere’den gelen Pathé haber filmleri Jim’de, Britanyalıların sürekli yenilmelerine karşın savaştan büyük bir zevk aldıkları izlenimini uyandırıyordu. March of Time türü filmler, daha
kasvetliydiler, bu da Jim’in hoşuna gidiyordu. Dar cüppesinin
içinde boğulmakta olan Jim, daha önce hiç görmediği İngiltere
kırlarının çocuk kitaplarında rastlanan türdeki manzarasına bomba yağdıran Dornier tipi uçaklarla kaplı gökyüzünden yanarak düşen Hurricane tipi bir uçağı izledi. Yara alıp batırılan Graf Spee, en
az Yangtze kadar melankolik bir nehir olan Plate’in dibinde yatıyordu ve Doğu Avrupa’daki eski püskü bir kentten, on yedi yaşındaki mürebbiyesi Vera Frankel’in altı ay önce bir mülteci gemisiyle
kaçtığı o karanlık gezegenden, duman bulutları yükseliyordu.
Jim haber filminin bitmesine memnun oldu. O ve koro arkadaşları, birdenbire gözlerini kamaştıran gün ışığında şoförlerine doğru yürüdüler. En yakın arkadaşı Patrick Maxted, Singapur’daki güvenlikli İngiliz üssüne gitmek için annesiyle birlikte
Şanghay’dan gemiyle ayrılmıştı. Jim filmleri Patrick için de seyretme gereği duyuyordu şimdi. Hatta katedral basamaklarında
mücevherlerini satan Beyaz Rus kadınlar için de, mezar taşları
arasında dinlenen Çinli dilenciler için de…
Ailesinin Packard arabasının içinde, kalabalık Şanghay sokaklarından eve doğru ilerlerken, spikerin sesi kafasının içinde hâlâ
davul gibi yankılanıyordu. Hızlı hızlı konuşan şoför Yang bir keresinde figüranlık yapmış; sonradan mesleği bırakıp komünist lider Mau Zedung’a katılan film yıldızı Jiang Qing’in oynadığı yerli
bir filmde rol almıştı. Yang on bir yaşındaki yolcusunu dublörler
ve film hilelerine dair öykülerle etkilemekten hoşlanırdı. Oysa bugün Jim’i arka koltuğa sürgün ederek dışlamıştı. Yang, Bubbling
Well Caddesi’nde yabancı arabaları sıkıştırmaya çalışan, iki tekerlekli çekçekleri kullanan saldırgan hamallarla yaptığı mücadeleyi
sürdürürken Packard arabanın güçlü klaksonuna bastı. Pencereyi aralayıp binici kırbacını, düşüncesiz yayalara, başıboş dolaşan
Amerikan çantalı bar kızlarına, kafaları kesik tavukların dizi halde
sallandığı bambu sırıkların altında iki büklüm olmuş yaşlı hizmetçilere doğru şaklattı.
Profesyonel cellatlarla doldurulmuş üstü açık bir kamyon tam
önlerine kırdı ve şehrin tarihi kesimindeki halka açık idamlara
doğru yol aldı. Araba yavaşlayınca fırsatı kaçırmak istemeyen yalınayak bir dilenci çocuk ise Packard’ın yanında koşmaya başladı. Yumruklarını kapılara vuruyor ve tüm Şanghay’da duyulan
o sokak narasını haykırarak, Jim’e avucunu gösteriyordu: “Ana
yok! Baba yok! Viski soda yok!”
Yang, ona da bir kırbaç savurdu ve oğlan yere düştü, yaklaşmakta olan Chrysler’ın ön tekerleklerinin arasından kendini
toparlayıp kalktı ve bu kez onun yanında koşmaya başladı.
“Ana yok! Baba yok…”
Jim, binici kırbacından nefret ediyordu, fakat Packard’ın
klaksonundan memnundu. En azından savaş uçaklarının gürlemesini, Londra ve Varşova’daki hava hücumu sirenlerinin
yaygarasını bastırıyordu. Avrupa Savaşı’ndan fazlasıyla sıkılmıştı. Japonlara karşı yapılan savaşta Çin halkından daha da
fazla fedakârlık yapmasını isteyen Çan Kay-Şek’in koskocaman
portresinin kapladığı, Sincere Şirketi’ne ait büyük mağazanın
şatafatlı cephesine sert sert baktı. Bozuk bir sokak lambasından
hafif bir ışık, Generaller Generali’nin yumuşak ifadeli ağzının
üzerine titreyerek yansıdı, tıpkı Jim’in rüyalarında gördüğü titreşimler gibi. Tüm Şanghay, kafasından dışarı sızan bir haber
filmine dönüşüyordu.
Çok fazla savaş filmi izlemekten beyni tahrip mi olmuştu
yoksa? Jim annesine rüyalarından söz etmek istemişti, fakat o yıl
Şanghay’daki bütün yetişkinler gibi, annesi de onu dinleyemeyecek kadar meşguldü. Belki o da kötü rüyalar görmüştü. Rüyalarında birbirine karıştıran bu tank ve bombardıman uçağı görüntüleri ürkütücü bir biçimde tam bir sessizlik içindeydiler; sanki
uyuyan zihni, gerçek savaş ile Pathé ve British Movietone’un
uydurduğu çatışma görüntülerini ayırt etmek istiyordu.
Jim’in hangisinin gerçek olduğuna ilişkin kuşkusu yoktu.
Gerçek savaş, 1937’de Japonların Çin’i istilasından beri kendi
gözleriyle gördüğü her şeydi. Gömülmemiş ölülerin kemiklerinin her ilkbaharda çeltik tarlalarının yüzeyine çıktığı Huangdao ve Longhua’daki eski savaş alanlarıydı. Gerçek savaş,

Pudong’daki mühürlü ambarlarda koleradan ölen binlerce Çinli
mülteci ve komünist askerlerin kazıklara geçirilip Bund boyunca
dizilen kanlı başlarıydı. Gerçek bir savaşta kimse hangi taraftan
olduğunu bilmiyordu ve bayraklar yoktu, yorumcular veya kazananlar da yoktu. Gerçek bir savaşta düşmanlar da yoktu.
Buna karşılık, Britanya ile Japonya arasında yaklaşmakta olan
çatışma –ki Şanghay’da herkes bunun 1942 yazında çıkmasını
bekliyordu– bir dizi söylentiden ibaretti. Çin Denizi’nde akınlar
yapan Alman savaş gemisine bağlı olarak dolaşan ikmal gemisi,
şimdi rahatlıkla Şanghay’ı ziyaret edip nehirde geziniyor, Jim’in
babasının yüzünü ekşiterek dikkat çektiği gibi, Amerikalı petrol
şirketlerinin sahip olduğu bir düzine mavnadan yakıt alıyordu.
Aşağı yukarı tüm Amerikalı kadın ve çocuklar Şanghay’dan çıkarılmışlardı. Katedral okulundaki sınıfında Jim’in çevresi boş sıralarla doluydu. Arkadaşlarının çoğu anneleriyle birlikte, güvenli
oluşu nedeniyle Hong Kong ve Singapur’a gitmiş, babalarıysa
evlerini kapatıp, Bund* civarındaki otellere taşınmışlardı.
Aralık ayının başında, okul çıkışında Jim, Sichuan Sokağı’ndaki ofis binasının terasında babasına katıldı ve Çinli memurların
asansörle taşıdıkları sandıklar dolusu belgeyi yakmasına yardım
etti. Kömürleşen kâğıtların dumanı Bund’un üzerinde yükseldi ve Şanghay’ı terk etmek için bekleyen son buharlı gemilerin
sabırsız bacalarından çıkan dumana karıştı. Yangtze’nin denize
açıldığı yerde bekleşen Alman denizaltılarını göze alarak, çantaları ve denkleriyle birlikte güverteye çıkmak için itişen Avrasyalı,
Çinli ve Avrupalı yolcular iskeleleri doldurmuşlardı. Nehrin karşı kıyısında bulunan Pudong’daki koruganlardan Japon subayların dürbünleriyle seyrettikleri finans merkezinde, ofis binalarının
teraslarından alevler yükseliyordu. Jim’i en çok rahatsız eden
şey, Japonların öfkesi değil, sabırlarıydı.

* Şanghay’da o dönem Avrupalı yerleşimcilerin yoğun olarak bulunduğu,
Huangpu Nehri’nin batısındaki sahil şeridi ve çevresindeki konut
bölgesi. (e.n.)

Amherst Caddesi’ndeki evlerine ulaşır ulaşmaz, Jim kıyafet
değiştirmek üzere yukarıya koştu. Giydiğinde kendini Bağdat
Hırsızı’ndaki figüranlara benzettiği Acem terliklerini, işli ipek
gömleği, mavi kadife pantolonu seviyordu ve Dr. Lockwood’un
balosuna gitmek için sabırsızlanıyordu. Haber filmlerine, sihirbazlara katlanacak, sonra da savaş söylentilerinin kaç aydır gitmesini engellediği gizli randevusuna doğru yola çıkacaktı.
Pazar günleri öğleden sonra Vera’nın Hongkew’deki gettoda
yaşayan ailesini görmek için izin alması da ayrıca sevindiriciydi, zira kendisi de çocuk sayılabilecek yaşta olan bu bıkkın genç
kadın Jim’i bekçi köpeği gibi her yerde takip ederdi. Yang onu
eve götürdükten sonra –annesiyle babası Lockwood’larda akşam yemeğine kalacaklardı– boş evde, kendi başına rahat rahat
dolanabilecekti, en büyük zevkiydi bu. Dokuz Çinli hizmetkâr
da olacaktı ama, Jim’in ve diğer bütün Britanyalı çocukların kafasında, mobilyalar kadar pasif ve sessizdiler. Balsa ağacından
yapılma oyuncak uçağını cilalayabilecek ve okuldaki ödev defterine yazmakta olduğu Briç Nasıl Oynanır adlı el kitabının yeni
bir bölümünü bitirebilecekti. Yıllarca, “Bir Karo“, “Pas“, “Üç
Kör“, “Üç Sanzatu“, “Kontur” ve “Sürkontur” gibi konuşmalardan bir mantık çıkarmaya çalışarak annesinin briç partilerini
izlemiş, sonra da kuralları öğretmesi için onu ikna etmişti. Hatta, her zaman ilgisini çekmiş olan ve şifre içinde şifreyi andıran
konuşmaları da iyice öğrenmişti. Ely Culberston’un yazdığı bir
rehber kitabın yardımıyla en güç bölüm olan deklarasyona girişmek üzereydi ve henüz tek bir el oynamamıştı.
Öte yandan, eğer yaptığı iş onu çok yormaya başlarsa, Foch
Caddesi Çetesi’ni oluşturan on iki yaşındaki Fransızlara rastlama olasılığı yüzünden havalı tüfeğini de yanına alıp, Fransız Bölgesi’ni bisikletle turlayacaktı. Eve döndüğünde, XMHA
istasyonundaki “Flash Gordon” adlı radyo tiyatrosunun saati
gelmiş olacaktı. Ardından istek parçaların çalındığı program
başlayacak, Jim ve arkadaşları en son gözdeleri olan “Batman“, “Buck Rogers” ve (Jim’inki) “Ace” gibi sahte isimler
kullanarak telefonla istekte bulunacaklardı. Bu onu her seferinde utandırsa da sahte isminin spiker tarafından okunmasından hoşlanıyordu.
Cüppesini dadıya fırlatıp da balo kıyafetini giydiği sırada,
planlarının tehlikede olduğunu fark etti. Savaş söylentileriyle
zihni bulanan Vera ailesini ziyaretten vazgeçmişti.
Jim’in ipek gömleğinin düğmelerini iliklerken “Sen partiye
gideceksin, James,” dedi, “ben de aileme telefon edip senden
söz edeceğim.”
“Fakat Vera, onlar seni görmek istiyorlar. Bunu istediklerini
biliyorum. Onları düşünmen gerek Vera!..” Şaşkına dönen Jim
tam yakınmaya başlayacakken vazgeçti. Annesi, Vera’ya karşı
nazik olmasını ve daha önceki mürebbiyeye yaptığı gibi onu da
kızdırmamasını tembihlemişti. O gelgit akıllı Beyaz Rus kızı,
davranışlarından ötürü onları uyaran Tanrı’nın sesini Amherst
Caddesi’nde yürürken duyduğunu söyleyerek, kızamıktan yatan Jim’i korkutmuştu. Kısa bir süre sonra da Jim ateist olduğunu açıklayarak okul arkadaşlarını müthiş etkilemişti. Vera
Frankel ise hiçbir zaman gülümsemeyen sakin bir kızdı ve hem
Jim’le hem de Jim’in ailesiyle ilgili her şey ona çok yabancı geliyordu; Kraków’dan çok farklı, bambaşka bir dünya gibi gördüğü vahşi ve düşman bir şehir olan Şanghay kadar yabancı. O ve
ailesi, Hitler Avrupa’sından son gemilerden biriyle kaçmışlardı
ve şimdi de Şanghay’ın liman bölgesinin arkasındaki ucuz ve
adi, eski apartmanların bulunduğu kasvetli Hongku’da binlerce
Yahudi mülteciyle birlikte yaşıyorlardı. Bay Frankel ve Vera’nın
annesinin tek bir odada yaşamaları Jim’i şaşırtıyordu.
“Vera, senin ailen nerede yaşıyor?”
Jim yanıtı biliyordu, fakat bilmiyormuş numarası yapmaya
karar verdi. “Bir evde mi yaşıyorlar?”
“Tek bir odada yaşıyorlar James.”
“Tek oda ha!”


KÜNYE
Güneş İmparatorluğu
Yazar: J. G. Ballard
Çeviri: Emine Güreli
Yayınevi : Sel Yayıncılık
Editör: Barış Cezar, Bülent Doğan
Yayına Hazırlayan: Melisa Kesmez
Kapak Tasarımı: Gülay Tunç
Sayfa Sayısı: 358
Basım Tarihi: Mart 2017

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir