Hakkâri’de Bir Mevsim: Heidegger’in Varlık Felsefesi, Stoacı Tevekkül, Nietzsche’nin Güç İstenci ve Schopenhauer’in İsteme Kavramları Perspektifinden Romanı Nasıl Değerlendirebiliriz?
Ferit Edgü’nün Hakkâri’de Bir Mevsim adlı romanı, insanın varoluşsal arayışlarını, toplumsal dinamikleri ve bireyin dünyayla ilişkisini derinlemesine sorgulayan bir anlatı sunar. Roman, yalnızca bir coğrafyaya ya da bir döneme sıkışmaz; evrensel sorulara uzanarak insan doğasının özüne, ahlaki çatışmalara ve tarihsel bağlamlara dokunur. Bu metin, romanı Heidegger’in varlık felsefesi, Stoacı tevekkül, Nietzsche’nin güç istenci ve Schopenhauer’in isteme kavramları üzerinden yorumlayarak, anlatının sunduğu çok katmanlı anlam dünyasını açığa çıkarır. Hakkâri, bu bağlamda ne yalnızca bir mekan ne de bir zaman dilimidir; insanın kendisiyle ve dünyayla yüzleştiği bir eşik, bir sınırdır. Aşağıdaki bölümler, bu sınırda gezinen anlatıcıyı ve yerel halkı farklı felsefi lenslerle ele alır.
Varlığın Sessiz Alanı: Hakkâri ve Heidegger’ın Dünyada-Olma
Heidegger’in Varlık ve Zaman adlı eserinde, insan varlığı (Dasein), “dünyada-olma” (In-der-Welt-sein) olarak tanımlanır; yani insan, bir dünyaya “atılmış” (Geworfenheit) bir varlıktır ve bu dünyada kendi varlığını anlamlandırmaya çalışır. Hakkâri’de Bir Mevsim’in anlatıcısı, sürgün edildiği Hakkâri’ye bir yabancılık duygusuyla gelir. Bu yabancılık, Heidegger’in “atılmışlık” kavramıyla örtüşür; anlatıcı, kendi iradesi dışında bir coğrafyaya, bir topluma ve bir zaman dilimine fırlatılmıştır. Hakkâri, onun için ne bir aidiyet alanı ne de bir kaçış noktasıdır; aksine, varlığın sınırlarını sorguladığı bir alandır. Bu alan, Heidegger’in “varlık” (Sein) kavramına yakındır, çünkü anlatıcı burada kendi varoluşunu, ölümün kaçınılmazlığını ve dünyanın geçiciliğini derinden hisseder. Ancak Hakkâri, aynı zamanda bir “yokluk” alanıdır; anlatıcının alışık olduğu anlamlar, değerler ve bağlar burada çözülür. Dil, kültür ve toplumsal normlar arasındaki uçurum, anlatıcıyı bir tür varoluşsal boşluğa iter. Bu boşluk, Heidegger’in “angst” (kaygı) kavramıyla ilişkilendirilebilir; anlatıcı, kendi varlığını ve dünyanın anlamını sorgularken, kaygının hem yıkıcı hem de yaratıcı gücünü deneyimler. Hakkâri, böylece, ne tam anlamıyla bir varlık alanı ne de mutlak bir yokluktur; her ikisinin kesişiminde, anlatıcının kendi varoluşunu yeniden inşa etmeye çalıştığı bir sınır bölgesidir.
Anlatıcının yerel halkla ilişkisi, Heidegger’in “birlikte-olma” (Mitsein) kavramına da ışık tutar. Ancak bu birlikte-olma, bir uyum ya da karşılıklı anlayış değil, bir yabancılık ve mesafe olarak tezahür eder. Anlatıcı, yerel halkın dünyasına giremez; onların sessizliği, tevekkülü ve yaşam biçimleri, onun için hem bir muamma hem de bir ayna işlevi görür. Bu ayna, anlatıcıya kendi varoluşsal yalnızlığını yansıtır. Heidegger’in “otantiklik” (Eigentlichkeit) kavramı bağlamında, anlatıcı Hakkâri’de otantik bir varoluş arayışına girer, ancak bu arayış sürekli kesintiye uğrar. Roman, böylece, insanın dünyadaki yerini bulma çabasının ne kadar kırılgan ve çelişkili olduğunu gösterir. Hakkâri, anlatıcı için bir varoluş laboratuvarıdır; burada insan, kendi sınırlarını ve imkanlarını keşfeder, ama asla tam bir çözüme ulaşamaz.
Yerel Halkın Yaşamı: Stoacı Tevekkül mü, Nietzscheci Pasiflik mi?
Yerel halkın yaşam biçimi, romanda anlatıcının sorgulamalarının önemli bir odağıdır. Bu halk, zorlu coğrafi koşullara, yoksulluğa ve dış dünyadan kopukluğa rağmen bir tür sessiz dayanıklılık sergiler. Bu dayanıklılık, Stoacı felsefenin temel ilkelerinden biri olan apatheia (duygusal dinginlik) ve kadere razı olma tutumuyla ilişkilendirilebilir. Stoacılar, insanın mutluluğunun dış koşullara değil, kendi içsel tutumuna bağlı olduğunu savunur. Hakkâri’nin halkı, yaşamın zorluklarına karşı bir şikayet ya da isyan geliştirmek yerine, var olanla uyum içinde bir yaşam sürer. Bu, Stoacı erdem anlayışına yakın bir tevekkül olarak okunabilir; halk, kendi kontrolü dışındaki koşulları kabul eder ve bu kabulde bir tür özgürlük bulur. Ancak bu tevekkül, modern bir perspektiften bakıldığında, bir tür edilgenlik ya da teslimiyet olarak da yorumlanabilir.
Nietzsche’nin güç istenci (Wille zur Macht) kavramı, bu noktada Stoacı tevekkülle çelişir. Nietzsche’ye göre, insan varoluşunun özü, yaşamı dönüştürme, engelleri aşma ve kendi değerlerini yaratma arzusudur. Hakkâri’nin halkı, bu bağlamda, güç istencinden yoksun bir topluluk olarak görünebilir. Onların sessizliği, mücadele yerine kabullenmeyi, yaratım yerine var olanı sürdürmeyi tercih eden bir tutum olarak okunabilir. Ancak bu okuma, yerel halkın yaşam koşullarını ve tarihsel bağlamını göz ardı ederse yüzeysel kalır. Nietzsche’nin güç istenci, bireysel bir irade kadar kolektif bir direnç olarak da anlaşılabilir. Yerel halkın, doğanın ve toplumsal düzenin baskısına rağmen hayatta kalması, bir tür sessiz güç istenci olarak yorumlanabilir. Onlar, açık bir isyan ya da devrimci bir dönüşüm peşinde koşmasalar da, varoluşlarını sürdürmekle bir direnç sergilerler. Bu direnç, Nietzsche’nin “amor fati” (kaderi sevme) kavramıyla da bağdaşabilir; halk, kaderlerini reddetmek yerine, onu bir yaşam biçimi olarak kucaklar.
Bu iki felsefi bakış açısı arasında, yerel halkın yaşam biçimi ne tam anlamıyla Stoacı bir erdem ne de Nietzscheci bir pasifliktir. Roman, bu ikiliği aşarak, insan varoluşunun çelişkili doğasını ortaya koyar. Yerel halk, ne kahraman ne de mağdurdur; onlar, kendi tarihsel ve coğrafi gerçeklikleri içinde var olmaya çalışan insanlardır. Anlatıcı, bu halkın yaşamından kendi varoluşsal sorularına yanıtlar arar, ancak bulduğu yanıtlar her zaman eksik ve belirsizdir. Roman, böylece, insanın dünyadaki yerini anlamlandırma çabasının evrensel bir boyutunu yansıtır.
İnsan Doğasının Özü: Schopenhauer’in İsteme ve Eylemsizlik
Hakkâri’de Bir Mevsim, insan doğasının özüne dair derin bir sorgulama sunar. Romanın kahramanları, özellikle anlatıcı ve yerel halk, bir tür eylemsizlik ya da kararsızlık haliyle tanımlanır. Bu eylemsizlik, Schopenhauer’in isteme (Wille) kavramıyla ilişkilendirilebilir. Schopenhauer’e göre, insan varoluşunun temelinde, akıldan bağımsız, kör bir yaşam istenci yatar. Bu isteme, insanı sürekli bir arzu, tatminsizlik ve acı döngüsüne hapseder. Anlatıcı, Hakkâri’de bu istemenin sınırlarını deneyimler; onun sürgünlüğü, yalnızlığı ve yabancılığı, istemeyi sürdürmenin anlamsızlığını hissettirir. Ancak Schopenhauer’in felsefesinde, istemenin reddi ya da askıya alınması, bir tür kurtuluş yolu olarak görülür. Anlatıcının eylemsizliği, bu bağlamda, istemeden bir kaçış denemesi olarak okunabilir. O, ne yerel halkla tam bir bağ kurabilir ne de kendi geçmişine dönebilir; bu kararsızlık, Schopenhauer’in estetik ya da ascetik kurtuluş yollarına bir gönderme olarak yorumlanabilir.
Yerel halkın eylemsizliği ise farklı bir boyutta ele alınabilir. Onların yaşam biçimi, Schopenhauer’in isteme kavramıyla çelişir gibi görünse de, daha yakından bakıldığında, bu halkın varoluşu da bir tür isteme içerir. Onlar, hayatta kalmak için doğayla, yoksullukla ve dış dünyayla mücadele ederler; bu mücadele, Schopenhauer’in kör istemesinin bir yansımasıdır. Ancak bu isteme, bilinçli bir arzu ya da hırstan çok, yaşamın devamına yönelik bir içgüdü olarak tezahür eder. Roman, böylece, insan doğasının özünü, isteme ile eylemsizlik arasındaki gerilimde arar. Kahramanların ne tam anlamıyla istemeden vazgeçtikleri ne de istemeyi tamamen kucakladıkları bir durum söz konusudur. Bu gerilim, insan varoluşunun trajik doğasını ortaya koyar; insan, ne tam anlamıyla özgür ne de tamamen deterministtir.
Romanın insan doğasına dair bir diğer vurgusu, bireyin toplumsallık ve yalnızlık arasındaki çatışmasıdır. Anlatıcı, yerel halkla bir bağ kurmaya çalışsa da, bu çaba çoğu zaman başarısız olur. Bu başarısızlık, Schopenhauer’in bireyin yalnızlığına yaptığı vurguyu anımsatır. Schopenhauer’e göre, insan, nihayetinde kendi istemesinin tutsağıdır ve başkalarıyla gerçek bir bağ kurması zordur. Ancak roman, bu yalnızlığı mutlak bir gerçeklik olarak sunmaz; anlatıcı, yerel halkın sessiz dayanışmasında bir tür insanlık izi bulur. Bu iz, insan doğasının yalnızca acı ve isteme değil, aynı zamanda dayanışma ve dirençle de tanımlandığını gösterir.
Sonuç: Varoluşun Sınırında Bir Anlatı
Hakkâri’de Bir Mevsim, insanın varoluşsal, toplumsal ve ahlaki sorularla yüzleştiği bir anlatı olarak, felsefi bir derinlik sunar. Heidegger’in varlık felsefesi, anlatıcının Hakkâri’yi bir varoluş alanı olarak deneyimlediğini, ancak bu alanda sürekli bir kaygı ve yabancılıkla karşılaştığını gösterir. Yerel halkın yaşam biçimi, Stoacı tevekkül ile Nietzsche’nin güç istenci arasında bir gerilim yaratır; bu gerilim, insan iradesinin hem direnç hem de teslimiyetle şekillendiğini ortaya koyar. Schopenhauer’in isteme kavramı ise romanın kahramanlarının eylemsizliğini ve insan doğasının trajik özünü anlamak için bir anahtar sunar. Hakkâri, yalnızca bir coğrafya değil, insanın kendisiyle ve dünyayla hesaplaştığı bir eşiktir. Roman, bu eşikte, ne kesin yanıtlar ne de mutlak umutsuzluk sunar; yalnızca, insanın varoluşsal arayışının bitimsizliğini ve karmaşıklığını yansıtır. Bu anlatı, okuyucuyu, kendi varoluşsal sınırlarını sorgulamaya davet eder; çünkü her insan, bir şekilde, kendi Hakkâri’sinde bir mevsim geçirir.