HELENİSTİK DÖNEM FELSEFESİNİN ANA ÖZELLİKLERİ – AHMET ARSLAN
Nasıl ki, Sofistler ve Sokrates’le başlayan, Platon ve Aristoteles gibi iki büyük filozofla devam ederek doruk noktasına ulaşan Atina Okulu felsefesi, Sokrates-öncesi dönemde ortaya çıkan felsefeden bazı önemli özellikleriyle ayrılıyorsa, söz konusu ettiğimiz yeni dönemde karşımıza çıkan felsefe de kendine özgü bazı özellikleriyle Atina Okulu dönemi felsefesinden ayrılmaktadır. Bu özelliklerin ortaya çıkışında da İlkçağ Felsefe Tarihi’nin ilk cildinin başında sözünü ettiğimiz türden bazı iç ve dış nedenlerin varlığının etkili olduğunu belirtmemiz gerekir.
Helenistik Dönemde üç önemli yeni felsefe okulu ortaya çıkmıştır: Bunlar Epikuros tarafından kurulmuş olan Epikurosçu Okul, Kıbnslı Zenon tarafından kurulmuş olan Stoacı Okul ve nihayet başlatıcısı Pyrrhon olduğu için bazen Pyrrhonculuk, bazen ise daha genel olarak Septiklik diye adlandırılan Şüpheci Okuldur. Bu dönemde Platon tarafından kurulmuş olan Akademi ile Aristoteles’in kurucusu olduğu Lise de varlıklarını sürdürürler. Ancak birinci, zamanla, yani Orta Akademi Döneminde Septikliğin merkezi haline geleceği gibi, Aristolesçi Lise de tüm bu dönem zarfında faaliyetini sürdürecek, ancak hiçbir zaman ortaya çıkan bu yeni okullarla karşılaştırılabilir bir öneme sahip olmayacaktır.
Yunan felsefesi, daha önce sık sık işaret ettiğimiz gibi bir doğa felsefesi olarak başlamıştı. Bununla birlikte bu felsefe Sofistlerle birlikte doğadan insana; ahlaki, toplumsal, dinsel, tek kelimeyle kültürel bir varlık olarak insana dönmüştü. Sokrates, Sofistlerin bu alandaki özel tezlerini ve bu tezlerin gerisinde yatan göreci, şüpheci, hatta zaman zaman hiççi (nihilist) bakış açısını uygun bulmamakla birlikte, onların felsefenin ana ilgi konusu olarak insanı ve insanla ilgili konulan ele almalarını doğru bulmuştu. Küçük Sokratesçi okullar da Sokrates’in bu konudaki tavrını devam ettirerek, esas olarak insanla, insanın pratik hayatıyla ilgili problemleri ele almışlardı.
Platon ve Aristoteles’te ise deyim yerindeyse, bu iki yöndeki tek yanlılığın ortadan kalktığını, onların insan, toplum ve doğayla ilgili sorunları bir bütün olarak, o zamana kadar görülmemiş bir çokyönlülük ve bütünlük içinde ele aldıklarına, böylece tüm zamanların tanık olduğu en geniş kapsamlı iki büyük felsefe sistemini yarattıklarına tanık olmuştuk.
Onlar böylece insanın teorik yanıyla pratik yanını, bireysel yanıyla toplumsal, siyasal yanını bir arada ele alan iki büyük dünya görüşü inşa etmişlerdi. Zeller bunu güzel bir biçimde ifade etmektedir:
Platon ve Aristoteles’te Yunan felsefesi en yüksek mükemmelliğine ulaşmış, onların elinde Sokrates’in kavram felsefesi, dönemin bilgisinin tümünü içine alan ve bu bilgiyi evren hakkında birlikli bir görüş sağlayacak biçimde farklı bakış açılarından gruplandıran gelişmiş sistemlere dönüşmüştür (…) Onlarda doğa incelemesi, ahlakın konusu olan şeyler üzerine dikkatli araştırmalarla tamamlanmıştır (…) Bu iki filozofla birlikte metafizik alanında, daha önceki hiçbir filozof tarafından teşebbüs edilmemiş bir biçimde, her şeyi ilk ilkelere bağlayan felsefi bir yapının derin temelleri atılmıştır. Daha önceki düşünürler tarafından dikkatsiz bir tarzda ele alınmış olan çok sayıda fenomen, özellikle ruhsal hayata ilişkin fenomenler, araştırmanın hizmetine sunulmuştur. [Bu filozoflarla birlikte] yeni sorular ortaya atılmış, yeni cevaplar verilmiştir. Yeni fikirler bilginin her alanına nüfuz etmiştir. Yunan zihninin o kadar güzel ve berrak bir biçimde kendisinde ifadesini bulduğu idealizm, Platon tarafından parlak bir saflık içinde ortaya konmuş ve Aristoteles tarafından dikkatli gözlemle birleştirilmiştir.4
Helenistik Dönemde ortaya çıkan yeni felsefi okullarda ise birçok noktada esaslı bir değişmenin ortaya çıktığını görmekteyiz. ilk olarak onlar Platon ve Aristotelesçi felsefenin teoriye, entelektüel bilgiye, bilime gösterdiği büyük ilgiye karşı çıkarak felsefenin esas işlevinin ve değerinin pratikte, insanın pratikle ilgili sorunlarını ele almasında yattığı görüşünü benimsemişlerdir. İkinci olarak onlar yine Platoncu ve Aristotelesçi sistemlerin ortak bir özelliği olan, insanın ahlaki hayatını toplumsal-siyasal hayatı içinde anlama ve değerlendirme yönündeki genel eğilime karşı çıkarak insan bireyiyle ilgili sorunlara ağırlık vermeyi doğru bulmuşlardır.
Daha özel olarak ifade edersek, Helenistik Dönemde ortaya çıkan Epikurosçu, Stoacı ve Septik okullar, Platon ve Aristotelesçi okullardan farklı olarak, önce felsefeyi bilgi kuramı veya mantık, doğa felsefesi veya fizik ve nihayet ahlak felsefesi veya etik olarak üç ana alandan meydana gelen bir etkinlik olarak tanımlamışlardır. İkincisi, buna bağlı olarak bu okullar, felsefenin ilk iki inceleme veya soruşturma alanının, yani bilgi kuramı veya mantıkla, doğa bilimi alanlarının ancak üçüncü, yani ahlak felsefesi veya etikle ilgili olarak bir anlam ve değer ifade ettiğini savunmuşlardır. Ahlak felsefesinin kendisine gelince, her üç okulun temsilcileri de onun ana amacının insan bireyinin mutluluğu olduğunu ileri sürmüşlerdir.
Bu genel bakış açılarının sonucu olarak felsefenin ana ilgi veya uğraş alanları arasındaki ilişki her üç okulun ana temsilcileri tarafından şu şekilde ortaya konmuştur: Felsefenin ana ereği, asıl meyvesi insana nasıl yaşaması, mutlu olması gerektiği konusunda kılavuzluk etmek, yol göstermektir. Ancak bu işin veya görevin başarılması için insanın kendisinin ve içinde yaşadığı evrenin doğasının ne olduğu hakkında bazı bilgilere ihtiyacı vardır. Bu bilgiyi sağlayacak olan şey, bir bütün olarak doğa felsefesi veya fiziktir. Öte yandan söz konusu bilginin gerçekte bilgi olup olmadığı, insanın kendisinin, doğanın veya evrenin bilgisine sahip olup olamayacağı, doğrunun ne olduğu ve onun ölçütünü neyin meydana getirdiği vb ile ilgili konular hakkında sağlam, doğru bir soruşturma yapmadan, sağlam ve doğru bir anlayış veya kavrayışa sahip olmadan doğa bilimi yapmak mümkün değildir veya en azından problemlidir. Bu olgu da bizi bilgiyle, bilgi kuramıyla, mantıkla ilgili araştırmaların gerekliliğine götürür. Böylece bu üç okulun ortak ana sloganını şu şekilde özetlemek mümkündür: Doğa bilimi için mantık veya bilgi kuramı; ahlak felsefesi, etik, pratik felsefe veya bilgelik için doğa bilimi; mutlu olmak, mutluluğa erişmek için bir yaşama sanatı olarak da pratik felsefe veya ahlak felsefesi.
Bir başka açıdan bu üç okulun genel mutluluk anlayışları da ana hatlarında büyük bir benzerlik göstermektedir, ilerideki bölümlerde göreceğimiz gibi Epikurosçular, en yüksek iyinin veya insana mutluluk verecek olan tek şeyin haz olduğunu söyler ve bu bakımdan bu görüşün tam tersini savunan, en yüksek iyinin saf, katıksız erdem olduğunu söyleyen Stoacılardan ayrılırlar. Ancak Epikuros’un haz kuramı ciddi olarak analiz edildiğinde, onun hazdan anladığı şeyin Stoacıların mutluluktan anladıkları şeyden pek de farklı olmadığı ortaya çıkar. Çünkü Epikurosçu haz, benzeri görüşü savunan Kyrenelilerin hazzından farklı olarak canlı, bedensel, aktif bir haz değildir; yalnızca acı yokluğudur; daha somut olarak “ruhun kaygılardan, bedenin fiziksel acılardan korunmuş veya kurtulmuş olmasıdır.” Bu özelliği bakımından ele alındığında Epikurosçu mutluluk anlayışının Stoacıların erdemlerinin somut karşılığı olan “insanın kendisine dıştan olan hiçbir şeyden, hiçbir zevk ve acıdan etkilenmemesi (apathia) olarak mutluluk” anlayışlarının büyük ölçüde benzeri olduğu görülür. Öte yandan, mutluluğun her iki okul tarafından bu biçimde tanımlanması, Septiklerin pratik felsefelerinde ideal olarak öne sürdükleri şeyle, yani eşyanın yapısının bilinemez olmasından dolayı “bilge kişinin hiçbir konuda yargıda bulunmaması” ve bunun pratik sonucu olarak da “onlardan hiçbir biçimde etkilenmemesi (imperturbability) olarak mutluluk” öğretileriyle büyük benzerlik gösterir.
Helenistik felsefe okullarının ortaklaşa sahip oldukları, bu en yüksek iyi ve mutluluk anlayışları, onların ortak olarak paylaştıkları bir başka şeyle, toplumsal, siyasal hayata karşı genel ilgisizlikleriyle bir arada bulunur ve kendi payına bireyin bireysel-ahlaki hayatına karşı gösterdikleri yoğun ilgi tarafından da desteklenir. Böylece bu olgu, bu üç okulun birlikte paylaştıkları bir başka genel tutumun, yani ahlakı siyasetten ayırmalarının aynı zamanda hem sonucu hem de nedeni olarak kendini gösterir.
Sokrates’in Yunan geleneğinde ahlak felsefesini veya ahlak bilimini yaratan ilk kişi olduğunu; Platon ve Aristoteles’in ise onun ahlak konusundaki bu ilgisini, siyaset konusunda gösterdikleri aynı ölçüdeki yoğun ilgileriyle tamamladıklarını görmüştük. Daha önce, gerek Platon’un gerekse Aristoteles’in ahlakı siyasete indirgememek veya ona tâbi kılmamakla birlikte, bireysel-ahlaki hayatın gerçekleşmesi için toplumsal-siyasal hayatı zorunlu bir çerçeve olarak ortaya koydukları üzerinde de durmuştuk. Bu konuda daha da ileri bir görüşü temsil eden Aristoteles, insan bireyi için mümkün olan ahlaki mükemmelliğin ancak toplumsal-siyasal bir kurum olan site içinde ortaya çıkabileceğini kesin olarak ileri sürmüştü.
Buna karşılık, aralarında bazı farklar bulunmakla ve bu arada Stoacılar toplumsal-siyasal hayata karşı göreli olarak daha büyük bir ilgiye sahip olmakla birlikte bu her üç okul; kişinin iç dünyasıyla dış dünyasını birbirinden ayırmak ve bireyin ahlaki mutluluk ve mükemmelliğinin gerçekleşmesi için dış şartların, bu arada onların başında gelen toplumsal-siyasal hayat ve kuramların varlığını önemsememek konusunda düşünce birliği içinde bulunmuşlardır. Bununla ilgili olarak gerek Epikurosçular gerekse Stoacı ve Septikler temelde aynı görüştedirler. Onlara göre, “ahlakilik denen şey, bireyin kendisine, kendi bireysel bilgi, arzu ve iradesine, bireysel özgürlük ve seçimine bağlıdır ve bu irade ve özgürlüğün kendisi de doğası itibariyle dış şartlardan, toplumdan, devletten etkilenmez olan veya etkilenmemesi mümkün olan bir yapıya, özelliğe sahiptir.” Dolayısıyla o her türlü ırk, milliyet veya yurttaşlığı aşar ve onlardan tamamen bağımsız olarak ortaya çıkar.
Helenistik Dönemde kendileriyle karşılaştığımız üç büyük felsefe okulu, sadece felsefenin anlam ve değeri, felsefenin belli başlı alanları arasındaki ilişkiler konusundaki görüşleri ve ahlakı siyasetten ayırmaya ilişkin bu genel tutumları bakımından değil, sistemlerinin daha özel alanlarında benimsedikleri bazı tezleri bakımından da Platon ve Aristoteles’ten ayrılırlar; öte yandan kendi aralarında yine büyük ölçüde benzerlikler gösterirler. Örneğin gerek Stoacılar gerekse Epikurosçular varlık veya doğa felsefelerinde Platoncu veya Aristotelesçi idealizme kararlı bir biçimde karşı çıkarak, Sokrates-öncesi doğa felsefesinin materyalizmine geri dönerler ve varlığın özü itibariyle maddi-cisimsel türden bir şey olduğunu savunurlar. Epikuros bu bağlamda üzerinde bazı ufak tefek değişiklikler yaparak Demokritos’un Atomculuğunu benimser. Stoacıların kendisini izledikleri Sokrates-öncesi doğa filozofu ise Herakleitos’tur. Stoacılar, Epikuros’un Demokritos’un Atomculuğu üzerinde yaptığı değişiklere benzer şekilde, Herakleitos’un doğa felsefesi veya kozmolojisini Aristoteles’in fiziğinden aldıkları bazı unsurlarla değiştirip zenginleştirirler. Bununla birlikte esas olarak Herakleitos gibi evrenin aynı zamanda hem ana-maddesi hem de temel yasası olarak kabul ettikleri ateşten hareket eder ve bu ateşi yine Herakleitos gibi tanrı veya Logos’a özdeş kılarlar.
Epikurosçular ve Stoacılar varlık hakkındaki materyalist öğretilerine paralel olarak bilgi konusunda da Platon ve Aristoteles’ten kararlı bir biçimde ayrılır ve onların tersine tümüyle duyumcu, empirist bir bilgi kuramını benimserler. Bunun yanı sıra Platon ve Aristoteles’in sözünü ettikleri türden idealar veya formlar gibi gayri maddi, tinsel tözlerin, gerçekliklerin varlığına inanmadıkları gibi, insanda bu tür varlıkları doğrudan veya kendine özgü bir sezgiyle kavrayacak akıl diye, duyulardan bağımsız, özel bir yetinin var olduğunu da kabul etmezler. Her iki okul da insan bilgisinin temeline yalnızca duyulan ve onların ürünü olan algıları yerleştirirler ve doğrunun ölçütünü tek başına bu açık, seçik veya kavrayıcı algılarda bulurlar. Böylece her iki okul için akıl, ancak tekrarlanan duyumların meydana getirdiği deneyimden, duyusal algıların birbirleriyle birleştirilmesi, karşılaştırılması sonucu ortaya çıkan kavram ve yargılardan başka bir şey olamaz.
Bununla birlikte Aristoteles sonrası yeni Yunan felsefe okullarında Sokrates’in özel bir konumu vardır. O gerek hayatı gerekse ahlak konusundaki ana görüşleri bakımından özellikle Stoacılar ve Septikler için ideal bilge örneğini temsil eder. Sokrates’in ahlaki entelektüalizmi, yani ahlakı özü itibariyle bilgiye indirgemesi, heyecan veya tutkuları reddi, en yüksek iyi ile erdem, erdem ile mutluluk arasında kurduğu sıkı ilişki özellikle Stoacı ahlak felsefesinin de temelini oluşturur. Bunun yanı sıra Sokrates’in, bireyin ahlaki etkinliğini içinde bulunduğu dış şartlardan, etkilerden bağımsızlaştırması, ahlakla politikayı birbirinden ayırması ve politik konulara karşı gösterdiği ilgisizlik de hem Epikurosçular hem de Septikler tarafından izlenmesi gereken doğru bir model olarak kabul edilir. Nihayet Sokrates’in ahlak ve mutluluk anlayışının iki küçük Sokratesçi okul olan, Kyreneliler ve Kinikler tarafından birbirinden oldukça farklı iki yorumu Epikurosçu ve Stoacı okullar tarafından da devam ettirilir. Bununla ilgili olarak Stoacıların, Sokratesçi ahlakın Kinik yorumunun bir devamını temsil etmelerine karşılık Epikurosçuluk, aynı ahlakın Kyreneci yorumunun düzeltilerek geliştirilmesini ifade eder.
Helenistik Dönemde ortaya çıkan üç önemli felsefe okulundaki bu değişikliklerin İskender’in fetihleri sonucunda Yunan dünyasında meydana gelen bazı dış gelişmelerle ilişkili olduğunu düşünmemiz akla yatkın olabilir. Ancak onların veya onlar içinde bazılarının bizzat Yunan felsefesinin kendisinde meydana gelen iç gelişmelerin, dar anlamda felsefi-entelektüel gelişmelerin ürünü olarak ortaya çıktıklarını savunmamız da mümkündür. Konuya bu ikinci bakış açısından baktığımızda, sözünü ettiğimiz değişikliklerin belki sandığımız kadar radikal değişiklikler olmadıklarını ileri sürmemiz de mümkündür. Bu çerçevede sözünü ettiğimiz değişiklikleri, daha önceki Atina Okulu döneminde de var olan, ancak bazı nedenlerle ortaya çıkmamış, gölgede kalmış veya geliştirilmemiş olan bazı eğilimlerin, uygun bir ortam bulduklarından dolayı kendilerini gösterdikleri şeklinde de yorumlayabiliriz.
Aristoteles sonrası Yunan felsefesinin karakterinde, temel özelliklerinde ortaya çıkan söz konusu değişikliklerin dış nedeni olarak ele alıp üzerine dikkati çekmemiz gereken ilk olgu, kuşkusuz daha önce de belirttiğimiz gibi İskender’den itibaren Yunan dünyasının, Yunan sitelerinin politik bağımsızlığını kaybetmiş olmasıdır. Bunun Yunan filozofu toplumla, devletle ilgi konuları Platon veya Aristoteles’te olduğu kadar büyük bir arzu ve heyecanla ele almasının önünde nesnel bir engel oluşturduğunu ve bu konudaki hevesini ortadan kaldıran bir etken rolünü oynamış olduğunu düşünmemiz makul olacaktır.
Platon’un, tüm felsefesini, eski dayanaklarını kaybetmiş, bir şiddet ve anarşi ortamı içine sürüklenmiş olduğunu düşündüğü Yunan sitesini yeniden ve daha sağlam, rasyonel-felsefi temeller üzerinde kurma amacına yönelik olarak tasarladığını görmüştük. Aristoteles’in de Platon’un siyaset felsefesinin temel bazı ilkelerini ve varsayımlarını kabul etmemekle birlikte, Yunan sitesinin içinde bulunduğu ihtilalci iç savaş ortamını ortadan kaldırmak için ne tür önlemler önerdiğine ve hatta bazı Machiavellici öneriler ortaya atmaktan bile çekinmediğine değinmiştik. Ancak Platon’un ve Aristoteles’in bu yöndeki bütün çabalarına, reform veya yeniden inşa önerilerine rağmen Yunan siteleri, Makedonya’nın yükselişinden önce gelen dönemi, yani MÖ 4. yüzyılı da bir yandan kendi içlerinde, diğer yandan birbirleriyle yapmış oldukları bitmez tükenmez mücadeleler sonucunda yorgun ve tükenmiş bir durumda geçirmiş, sonunda İskender’in demir yumruğu altında bir daha kazanmamak üzere eski bağımsızlıklarını yitirmişlerdir. Bunun siyaset felsefecisinin sitenin hayatına, topluma, devlet ve siyasete olan ilgisinin nesnel temelini ortadan kaldırmış olduğunu söylemek herhalde doğru olacaktır. Artık Helenistik Dönem filozofu seçkin bir yurttaş olarak üyesi bulunduğu, yönetimi ve denetimi üzerinde gerek fikirleri gerekse siyasi-pratik eylemleriyle etkide bulunduğu bir sitenin değil, üzerinde hiçbir gücünün kalmamış olduğunu gördüğü merkezi bir devletin, mutlak bir monarşinin tebaası durumundadır. Bu, filozofu ideal bir siyasi rejimin ne olması, onun ne tür yasalar tarafından idare edilmesi, kamusal çıkarın nerede yattığı tarzında siyasal-toplumsal sorunları ele almaktan uzaklaştıracak ve bireyin özel alanına, kişisel alanına ait konulan ele almaya daha istekli kılacaktı. Artık toplum ve devlet üzerine spekülasyonlarının nesnel koşulları ortadan kalkmış olan filozofun bundan böyle dışındaki dünyaya, yani topluma yönelme, onun üzerinde etkili olma ümitlerini terk etmesi, kendi üzerine kapanması, içsel ve özel hayatının güvenli barikatlarında dış dünyanın şanssızlıklarının, engellemelerinin bir telafisini bulmaya veya yaratmaya çalışması herhalde daha akla yakın bir tutum olacaktı. Bunun felsefi alandaki en önemli sonucu ise Helenistik Dönemde ahlak felsefesinin siyaset felsefesinden ayrılması; bireyin özel, kişisel alanıyla ilgili ahlaki sorunların Epikurosçuluk ve Septiklikte olduğu gibi onun toplumsal hayatıyla ilgili siyasi sorunlarından kopması veya Stoacılıkta olduğu gibi en azından ona kıyasla çok daha büyük bir önem kazanması olacaktı.
Bu olgu, Helenistik Dönem filozofunun Atina Dönemi filozofundan farklı olarak; neden ahlakı politikadan ayırmak, politikayı ilgi alanının dışında tutmak ihtiyacını duyduğunu gösterdiği gibi, daha genel olarak onun teorik araştırmalara neden eskisi kadar ilgi duymadığını, felsefeyi neden özü itibariyle bir pratik, bir yaşama sanatı olarak ele almak gerektiği yolunda bir görüşü benimsediğini de açıklayabilir. Ancak bu, Yunan felsefesinin Helenistik Dönemde ilgisini neden dolayı tümüyle pratik felsefeye, ahlak felsefesine yönelttiğini anlamamıza yetmez. Böylece bu dış nedenin yanı sıra Yunan felsefesinin kendi içinde ortaya çıkan ve dar anlamda felsefi, entelektüel olarak nitelendirilmesi gereken bazı başka nedenlere de başvurmamız gerekir.
Başta ele almamız gereken şey, daha önce de değindiğimiz Yunan felsefi akılcılığının Yunanların dini inançları alanında meydana getirdiği büyük tahribat ve bunun sonucu olarak Yunan aydın ve kültürlü sınıfında bu alanda ortaya çıkan büyük boşluk olmalıdır. Yunan felsefesinde ta başından, Doğa Filozoflarından itibaren kendini gösteren akılcılık, daha önce sık sık üzerinde durduğumuz gibi, Yunan çoktanrıcılığının temelini tahrip etmiş, geleneksel Yunan dinine ve inançlarına olan saygıyı ortadan kaldırmıştır. Sofistler bu yöndeki gelişmenin son ve mantıksal halkasını oluşturmuş ve Protagoras’ın Yunan tanrıları hakkındaki şüpheciliğini, Kritias’ın tanrıtanımazlığı takip etmiştir. Nitekim bunun bir sonucu olarak Sokrates, Platon ve Aristoteles’in, Yunan tanrılarına karşı yeniden inanç tesis etmek istediklerinde bunun ancak yeni bir zemin üzerinde, felsefi, akılsal bir zemin üzerinde yapılabileceğini düşündüklerine ve her biri kendi tarzında olmak üzere bu kez felsefeye dayanan yeni bir tanrı anlayışı, yeni bir teoloji yaratma çabası içine girdiklerine işaret etmiştik. O halde aslında bu olay, söz konusu dönemden, yani ta Atina Döneminden itibaren sözünü ettiğimiz aydın sınıflarda artık eski, geleneksel Yunan dininin yerini felsefenin almaya başladığını göstermekteydi.
Bu gelişme Helenistik Dönemde de devam etmiş, kültürlü çevrelerde inandırıcılığını kaybetmiş olan geleneksel Yunan dininin karşılamakta yetersiz kaldığı dinsel ihtiyaçlar giderek artan bir ölçüde felsefe tarafından karşılanmaya başlamıştır. Helenistik Dönemde bu ihtiyacı en başarılı bir biçimde yerine getirme gücüne sahip olan okul, Stoacı Okul olacaktır. Bu dönemde bu okulun diğer iki okula, yani Epikurosçu ve Septik okullara göre daha fazla başarı kazanmasının, kendisine çok daha fazla sayıda taraftar bulmasının ana nedenlerinden biri de hiç şüphesiz bu özelliği olmuştur.
Epikurosçular Yunan dininin geleneksel tanrılarını inkâr etmemekle birlikte onlara kendi mekanistik materyalist sistemleri içinde ciddi bir yer bulamayacak, doyurucu bir rol veremeyeceklerdir. Septikler diğer konularda olduğu gibi tanrıların varlığı konusunda da genel “şüpheci” formüllerine uygun olarak “yargılarını askıya alma” gereğini ileri sürmekten başka bir şey yapmayacak ve içinde yaşadıkları toplumun dinsel görüş ve ihtiyaçlarına kayıtsızlık göstereceklerdir. Stoacılar ise Yunan dininin geleneksel tanrılarını, dinsel merasimlerini fazla ciddiye almamak ve onları sembolik olarak yorumlamakla birlikte, dinin kendisine, Platon’u izleyerek büyük önem verecek, gerek doğayı tanrıya, doğa yasalarını tanrısal yasalara özdeş kılan panteizmleriyle, gerek evrenin her tarafında varlığını savundukları “inayet” öğretileriyle; nihayet ve daha özel olarak pratik felsefeleri ve ahlaklarıyla aynı zamanda önemli dinsel bir boyutu olan ve dinsel ihtiyaçlara cevap veren felsefi bir sistem yaratmayı başaracaklardır.
Stoacılıkta bu yöndeki gelişme zaman içinde daha da artacak ve bu akımın son döneminde ortaya çıkan Seneca, Epiktetos ve Marcus Aurelius gibi birçok Stoacı filozofta, Stoacılık yalnızca felsefi bir kozmoloji, felsefi bir ahlak olarak değerlendirilmesi gereken bir öğreti olmakla kalmayacak, aynı zamanda bir akıl dini, bir Kurtuluş dini olarak yorumlanabilecek bir yapıya bürünecektir. Aynı özellik Milat sıralarına doğru canlanan Yeni-Pythagorasçılık, Yeni-Platonculuk gibi felsefi akımlarda, bu son akımın en önemli temsilcisi olan Plotinos’ta da artarak devam edecek ve ileride göreceğimiz gibi, Yeni-Platonculuğun son döneminde Yunan felsefesi onun son temsilcilerinde, örneğin bir Simplikios ve Proklos’ta artık tümüyle Doğu tarzı bir “Sır ve Kurtuluş” dinine dönüşecektir.
Öte yandan Zeller’in haklı olarak işaret ettiği gibi, Yunan felsefesinin Helenistik Dönemde kazanmış olduğu sözünü ettiğimiz bu yeni karakter ve özelliklerinin ortaya çıkmasında Platon ve Aristoteles’in felsefi düşüncelerinin kendilerinin de belli bir hazırlayıcı rolü olmuştur. Çünkü Platon’un ideal dünya ile reel dünya, aklın dünyası ile olgular dünyası arasında tesis ettiği ve Aristoteles’in de bir ölçüde benimsediği karşıtlık, son tahlilde bizi iç hayatla dış hayat, düşüncenin kendisi ile nesnesi arasında kapatılmaz bir uçuruma götürmekteydi. Platon ve Aristoteles insanın gerçek özünü aklının oluşturduğunu, bunun ona dışarıdan, yukarıdan geldiğini, onun duyusal dünyadan ve bu dünyadaki hayattan üstün, ona aşkın olduğunu, insanın en yüksek etkenliğinin düşünmesi olduğunu ve bu sayede ideal, nesnel gerçekleri kavrayabileceğini söylemişlerdir. Böylece Aristoteles sonrası felsefenin aynı doğrultuda ilerleyerek insanı tümüyle dış dünyadan bağımsız bir varlık olarak ele alması, mutluluk ve kurtuluşu için gereken şeyi onun kendisinde, öznede, bireyde araması için atması gereken tek bir adım kalmıştı ve Helenistik Dönem filozofu da bu adımı atacaktır.5
Bu görüşe itiraz olarak Platon ve Aristoteles’in gerçekten, insanı özneye indirgedikleri, ancak onu düşünen özne olarak aldıkları, maddenin varlığını ise ya tümüyle reddettikleri (Platon) ya da onu bir imkâna, kuvveye indirgedikleri (Aristoteles); Stoacılar ile Epikurosçuların ise bunun tamamen aksi bir yönde ilerleyerek evrende tinsel olanın varlığını reddettikleri ve varolanın ancak madde veya cisim olduğunu ileri sürdükleri söylenebilir. Ancak bu konuda da dikkatli olmamız ve meseleye biraz daha yakından bakmamız gerekmektedir.
Önce, Platon’un -Stoacıların kendilerinin de gördükleri ve işaret ettikleri gibi- Sofist diyalogunda gerçek varlığı ancak bir başka varlığın etkisine uğramak veya onun üzerinde etkide bulunma özelliğine sahip olan şey olarak tanımladığını hatırlayalım. Stoacılar bu görüşten hareketle bu özelliğe sahip olan tek şeyin tin değil, madde, cisim olması gerektiğini ileri sürmüşlerdir. İkinci olarak, Stoacıların varlığını kabul ettikleri ateş; bir madde veya cisim olmakla birlikte canlı, aktif, hareketli bir maddedir ve o bu özelliğiyle Platon’un sabit, hareketsiz, değişmez olan idealarına oranla evrenin canlı, hareketli kurucu ilkesi olma rolünü çok daha uygun bir biçimde yerine getirebilecek özelliğe sahiptir. Nihayet bütün bunlardan daha önemli olmak üzere Platon, olgusal dünya ile ideal, akılsal dünyayı birbirinden o kadar kesin hatlarla ayırmış ve aralarında hiçbir ilişkinin kurulamayacağı iki zıt varlık alanı olarak konumlamıştır ki, Helenistik Dönemde ortaya çıkan felsefeler önlerinde bu iki varlık alanından birini diğerine tercih etmek dışında başka bir seçeneğin olmadığını görmüşlerdir. Yunan dünyasının içine girmiş olduğu yeni dönemin katı politik gerçekleri, zahmetli, acı verici hayat şartları karşısında, bu iki varlıktan hangisinin gerçekten var olduğu, gerçek olduğu konusunda şu yönde bir seçim yapmakta da doğrusu pek zorlanmamışlardır: Var olan dünya, dış dünya, nesnel şeyler dünyası hayali bir ideal, akılsal şeyler dünyası; sabit, hareketsiz, cansız nesneler dünyası değildir; insanın kendisine hâkim olması, üzerinde tasarrufta bulunması çok zor, hatta imkânsız görünen dinamik, hareketli ve değişken nesneler, yasalar dünyasıdır. O halde bilgelik ve mutluluk, bu dünyayı değiştirmekten değil, onu kabul etmekten, ona itaat etmekten, onun yasalarına uygun bir şekilde yaşamaktan geçiyor olabilir. Böylece özgürlüğün kendisi de ancak insanın içinde bulunduğu dünyayı değil, kendisini değiştirmesinden, bu dünyaya tahammül etmesinden ibaret olabilir.
Bu genel dünya görüşlerinin sonucu olarak, Helenistik Dönemde ortaya çıkan üç önemli okuldan her biri kendi tarzlarında olmak üzere içinde yaşadığımız dünyaya nasıl uyabileceğimizin, ona nasıl tahammül edebileceğimizin yollarını göstermek üzere ortaya çıkmış gibi görünmektedirler. Epikurosçuluk bu dünyanın yönetimi üzerinde tanrıların hiçbir rolü olmadığını, evrende hüküm süren şeyin salt ve zorunlu doğa yasaları olduğunu söylerken, Stoacılar daha iyimser bir bakış açısından hareketle içinde yaşadığımız dünyanın bireyler, bireysel varlıklar için acı verici olduğunu kabul etmekle birlikte, bir bütün olarak tanrısal olduğunu, dolayısıyla onun yasalarını tam bir teslimiyet ve tevekkülle kabul etmenin, benimsemenin bizi özgür ve mutlu kılacağını savunmuşlardır.
Helenistik Dönemde ahlak felsefesinin siyaset felsefesinden ayrıldığını ve siyasetin filozofun ilgi alanından uzaklaştığını söyledik. Bu, özellikle Epikurosçular ve Septikler için geçerli olan bir durumdur. Stoacılar ise bu iki okul gibi bireyin bireysel ahlaki hayatına daha büyük bir önem vermekle birlikte, onun içinde yaşadığı toplumsal ve siyasal hayatıyla ilgili sorunlarını tamamen göz ardı etmemişlerdir. Tersine, Platon ve Aristoteles’in kesinlikle karşı çıktıkları bir projeyi, bütün insanların insan olmaları bakımından üyeleri olacakları tek bir dünya devleti projesini gündeme getirmişlerdir.
Stoacıların tüm dünyayı içine alacak bu evrensel bir toplum ve devlet projelerini ele aldığımızda aslında onun da bir yandan İskender’in fetihleriyle birlikte ortaya çıkan Yunan bağımsız site devletinin ortadan kalkması olgusuyla ilişkili olduğunu, ancak bir yandan da daha önce Yunan düşüncesinde ortaya çıkmış olan bazı fikirlerin bir sonucu olarak açıklanmasının mümkün olduğunu görmekteyiz. İlk konuya yukarıda değinmiştik, İkincisiyle ne demek istediğimizi açıklayalım:
Gerek Zeller gerekse Jonas’ın haklı olarak üzerinde durdukları gibi, İskender’in fetihleri eğer yeni bir dönem başlatabilecek bir tarzda Batı ile Doğuyu birleştirebilmişse, bunun ana nedeni Batı ile Doğunun birleşmesinin ön hazırlığının daha önceden yapılmış veya ortaya çıkmış olmasıdır. Başka bir deyişle bunu mümkün kılan şey, Batı ile Doğunun İskender’in fetihlerinin başladığı tarihte hem siyasal hem de düşünsel-kültürel bakımdan birbirleriyle birleşebilecek bir konuma gelmiş olmalarıdır.
Konuya siyasal açıdan bakarsak Doğu, zaten uzunca bir süredir Pers egemenliği altında yüksek bir birlik düzeyine gelmişti. Batı, yani Yunan dünyası içinse bu birliği İskender gerçekleştirecektir. Böylece İskender’in Doğuyu fethi, o zamana kadar her biri kendi alanında belli bir birlik derecesine ulaşmış olan iki dünyanın birleştirilmesi anlamına gelecektir.
Öte yandan bu birleşme Yunan dünyası insanı, Yunan aydını için belli bir süreden beri artık kabul edilebilir, hatta arzu edilir bir fikir olarak kendini göstermekteydi. Çünkü daha Sofistler zamanından itibaren Yunan dünyasında var olan eski siyasal-yasal kurumlar, bu kurumların altında yatan normlar geçerliliklerini kaybetmeye başlamıştı. Sofistlerin yarattıkları 5. yüzyıl aydınlanması, bireyi sitenin ve onun normlarının karşısına koymuş ve ortaya attığı doğa-yasa ayrımıyla doğanın kendisini her türlü ahlaki-siyasal normun ölçütü kılmış, yasaları sadece geleneklere dayandırarak, köle-özgür insan ayrımını reddetmiştir. Bu ise Yunan sitesinin o zamana kadar üzerine dayandığı siyasi-ahlaki temellere önemli bir saldırı olmuştu. Sokratesçi-Platoncu felsefenin, Sofistlerin bu şüpheci saldırılarına karşı çıkmak için eski geleneklere değil, felsefeye dayanmaları bu süreci tersine çevirmeye yetmemiş; tersine belki bir anlamda onu daha da hızlandırmıştı. Çünkü felsefe akılcılık, akılcılık ise tikelciliklerin üzerine çıkma, evrensel bir norm, ölçüt arama demektir. Nitekim Sokrates “insan”dan söz ettiğinde bu insan, kadın veya erkek, Yunan veya Barbar, köle veya özgür, bilim insanı veya zenaatkâr ayrımlarının dışında ve üstünde “genel olarak insan,” “insan olmak bakımından insan”dı. Kinikler de aynı yönde ilerlemiş, Yunan geleneksel ahlakı ve siyasetinin temel kavramlarını daha da fazla tahrip etmişlerdi. Onlar sadece devlete karşı bireyi savunmakla kalmamış, toplumun aile, evlilik gibi geleneksel kuramlarına, siteye sadakat gibi normlarına da kayıtsızlık göstermiş ve Yunan-Barbar, köle-özgür insan gibi ayrımları doğaya aykırı oldukları gerekçesiyle reddetmişlerdi. O halde Yunan sitesinin dışsal bağımsızlığının gerilemesi gerçekte bu siteyi mümkün kılan veya destekleyen iç fikirlerin, değerlerin aşınmaya uğramasına paralel bir seyir izlemişti.
Böylece Stoacılığın evrensel bir dünya devleti (kozmopolis) ve bu devletin yurttaşlarını meydana getirecek tek bir insanlık (humanitas) düşüncesi, sözünü ettiğimiz dış gelişmeler kadar, bu iç, felsefi gelişmelerin sonucu olarak da ortaya çıkmıştır. Sokrates’le başlayan ve Platon ve Aristoteles’le devam eden, insanın en yüksek parçası olarak aklın kabul edilmesi, bu aklın bütün insani hayat ve kuramları yargılama konusunda ana ölçüt konumuna yükseltilmesi, aslında onun dışındaki bütün farklılıkların, bütün geleneklerin reddedilmesi anlamına gelmekteydi. Aynı dönemde ortaya çıkan “genel olarak insan,” “insan olmak bakımından insan” gibi düşünceler Yunan filozofunu evrensel bir insan ve insanlık kavramına yükseltmekteydi. Böylece Stoacılar daha önceki felsefeden miras aldıkları, bu felsefede var olan, ama kullanılmayan veya geliştirilmeyen “genel olarak insan,” “insan olmak bakımından insan” gibi son derecede önemli bir kavrama dayanarak “evrensel bir insanlık” veya “genel olarak insanlık” kavramını geliştirmek ve bu kavramı “evrensel bir devlet” projelerinin altına yerleştirme imkânını bulmuşlardır. Stoacılardan bize miras kalan bütün yerel, zamansal, pozitif normları aşan, onların üzerine yükselen ve onları yargılamak için kendisine dayanılması gereken “evrensel, doğal hukuk” kavramı da bu gelişmelerin sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Nihayet bütün insanları, aralarındaki ırk, cinsiyet, sosyal konum gibi farklara bakmaksızın tek bir Babanın oğulları, birbirlerinin kardeşi olarak kabul eden evrensel bir din olarak Hıristiyanlığın ortaya çıkmasını mümkün kılan zihinsel ortam da Stoacılar tarafından yaratılan bu ortam olmuştur.
İLKÇAĞ FELSEFE TARİHİ 4
HELENİSTİK DÖNEM FELSEFESİ:
EPİKUROSÇULAR, STOACILAR, SEPTİKLER
AHMET ARSLAN
ALFA