“İhtiyarın vücudu hangi yana devrileceğini bilmediğinden ayakta durur”

Yaşlılığın mucizesi, ’83 1/4 Yaşındaki H. Groen’in Gizli Güncesi’ ve Wilhelm Schmid

Onu her gece aynı pozisyonda, hep aynı koltukta karşısındaki dünyanın kaotik uğultusunu yansıtan mavi ışıklı kutuya dalgın bakarken görüyorum. Onları ayırabilecek hiçbir kuvvet yokmuş gibi birbirlerinin gölgesinde sessizce oturuyorlar. Mavi sabahlığı, ensesine gevşekçe tutuşturdu beyaz topuzu, hayat belirtisi göstermekten ürken ifadesiz yüzü, sınırlı bir hayatı ‘sonsuzluk’ hissiyle esnetiyormuş duygusu veren kıpırtısızlığıyla beni biraz hüzünlendiriyor. Ama karşı pencerede boyaları eprimiş bir tablo gibi asılı duran bu görüntünün umut veren yumuşak bir ışığı da var.

İtalyan yazar Svevo’nun yaşlılık tecrübelerini aktardığı ‘Boş Zamanlarım’da andığı doktorun benzetmesini hatırlıyorum onu seyrederken; “İhtiyarın vücudu hangi yana devrileceğini bilmediğinden ayakta durur” diyordu. Geleceği, loş bir odanın perdelerinden sızan kızıl gölgelerde hayal etmek bazen iç burkucu olabiliyor. Yaşlı komşumun mağrur duruşu biraz sıkıntılı görünmekle beraber modern insanın kaybettiği ‘sakin olma’ hissini, onun etrafında çiçeklenen sükunet iklimini de düşündürüyor. Ve bugünlerde başucumda duran kitabı.

Felsefeci, yazar Wilhelm Schmid’in ‘Yaşlanırken Kazandıklarımız’ adlı kitabına dair değerlendirmem böyle başlıyordu. Eski bir yazıyı okumanın hissettirdiği duygulardan biri herkes gibi yaşlandığının ve aslında bunun o kadar da ürkütücü olmadığını hatırlamak sanırım. Öyle olmadığını, orta yaş sınır çizgisini aşan herkes, kendi arzularını dayatan bedenleriyle, değişen beklentilerle, lodos gibi sersemleten ruh iklimiyle hisseder. İnsanları birbirinden ayıran onun nasıl karşıladıkları.

Yaşlılık, herkesi tabiatın döngülere boyun eğen sükunetiyle kucaklanmıyor. Bugünlerde dünyayı sarsan, geleceği büsbütün muğlak hale getiren küresel salgın nedeniyle yaşlıları hayattan, sistemden hatta mümkünse dünyadan dışlayan düşmanca tavrı ürpererek izliyorum. Hiç yaşlanmayacağını düşünen gençlerin “ihtiyarlığı” küçümsemesi anlaşılır. Bu hayatın vakti geldiğinde anlaşılan tatsız şakalarından biri ancak bizimki gibi yaşlıya hürmet etmekle övünen muhafazakar toplumlarda görülen bu hoyratlığın farklı bir boyutu da var bana kalırsa.

Hayata şükran duygusuyla yaklaşmayan, beklentilerini tam karşılayamamış, belki bunun için pek de mücadele vermemiş, modern yaşamın dayattığı tuzaklara teslim olmuş, hayattan ne istediğini hakiki anlamda sorgulamamış bencil bir nobranlığın öfkesi var bu saldırgan “gençlikte”.

İhtiyarlık, çağrıştırdığı bütün anlamların ötesinde hayatın geçiciliğini kabullenmekte zorlanan insana “sonlu” bir varlık olduğunu hatırlatır. Yaşlıların kolayca gözden çıkarılması biraz da bundandır. “Ölüme, perişanlığa ve cehalete çare bulamayan insanlık, mutlu olabilmek için bu tür şeyleri düşünmemeyi yeğler” der Pascal. Bugün sadece burada değil bütün dünyada gün ışığına çıkan beyhudeliğin sebeplerinden biri bu basit gerçeklikte saklı.

Sistemin, huzur evlerini yaygınlaştırırken, 65 yaş üstünü kategorize etmek için “yaşlılık” adını verdiği ihtiyarlık, hayatın geçiciliği düşüncesiyle baş edenlere bahşedilen bir lütuftur aslında. Sonlu bir varoluş içinde sonsuzluğa uzanan duygular ve düşünceler inşa eden bilinçdışı, yaşamaya devam etmeyi zorlaştıran bu katı gerçeklikle mücadele etmek için farklı yöntemler geliştiriyor. Hayatın sınırlı olduğu bilgisiyle hissedilen “küçüklüğü” aşmanın yöntemlerinden biri yazma eylemi.

Birkaç ay evvel tesadüfen orasından burasından karıştırıp buruk bir tebessümle okuduğum “83 1/4 Yaşındaki Hendrik Groen’un Gizli Güncesi’ yaşlılığa mizahla itiraz eden bir roman. Yazarı belli değil. Müstear isimle yayımlanmış; Hendrik Groen. Dili, anlatım tercihi son derece sıradan, bu anlamda edebi bir şaheser olduğu söylenemez ama belli ki zor meselesiyle yüz binlerce okurun ilgisini çekebilmiş.

Hollanda’da bir huzurevinde kalan Gren 83 yaşında huysuz bir ihtiyar. Sansürsüz bir günlük tutmaya karar veriyor. Hayattan vazgeçerek ölümü bekleyenlerden sıkılınca çevresindeki bir kaç kafadarla birlikte “Biz Daha Ölmedik” adında bir kulüp kurarak eğlenceli etkinlikler düzenliyor ve yaşadığı her şeyi duygusal yansımaları ve ayrıntılarıyla defterine kaydediyor. Tahmin edilebileceği gibi devletin, toplumun yaşlılara yaklaşımını gösteren, aile kurumunun maskesini düşüren sistem eleştirisi de var ama asıl ilgimi çeken yaşlılığın getirdiği dertlerle eğlenebilen, onların yüzüne cesaretle bakan tavrı.

İçinden geçmekte olduğumuz bu zor günlerde, yaşlılığın dertlerine gülmek mümkün değilmiş gibi görünüyorsa da hayatın köklerine tutunmanın çaresi son ana kadar eşlik eden o kederi kabullenerek direnmek. Fransız sosyolog 98 yaşındaki Edgar Morin’in bir konuşmasını izledim. Karantina altındaki kişilere, sadece yakınlarıyla değil dünyayla da bağlantılarını güçlendirmeleri gerektiğini söylüyordu;

“Bugüne kadar boşa harcadığınız, hayatı ıskaladığınız zamanlarlı düşünün. Hayatın esas amacının dostluk, aşk ve dayanışma olduğunu hatırlayın. Hep birlikte yaptığınız şeyleri hatırlayın, hayatın şiiri bunlardır” diyordu. Ona göre karantinadakiler, karantina hakkında mizahi videolar paylaşarak sosyal antikor üretiyor, böylece karantina mizah vasıtasıyla yeni bir toplum yaratıyor.

Umutlu bir neşeyle dayanışabilmek de mümkün elbet ama sanıldığı kadar kolay değil. Ne karantina günlerinde ne de sıradan dönemlerde. Groen’un huzurevinde tanışıp sevdiği Eefije’yi kaybettikten sonra defterine yazdıklarını hissedebilmek “ıskanalan“ zamanın kıymetini hatırlatabilir;

“Eefije’siz ve günlüksüz bol vaktim olacaktı. Belki de bir roman yazmalıyım. İyi bir yıl olabilirdi ve kısmen iyi bir yıldı da. Ancak son yargıyı en son olan belirler. Yarım yüzyıl önce karşılaşmış olmayı çok istediğim biriyle karşılaştım. Şimdi sekiz güzel ay ve iki hüzünlü aydı nasibim. Grietje gibi her mutlu gün için şükretmeliydim ve bunu bütün gücümle deniyorum ancak bu güç, bazen o kadar güçlü değil.”

Bu alıntının kederli tonuna aldırmayın. Groen için yaşlılığın neden olduğu bütün sorunlar – kronik ve doğal hastalıklar dahil – mizah konusu olabiliyor. Onun hayatta kalma ve kendini koruma biçimi bu. Bu dikenli yöntemi seçerek herkesin “biricik” olduğunu da hatırlatıyor. Kaybedeceği hiçbir şey olmamasına rağmen korkan yaşlılara da takılıyor. Huzurevinde demans hastalığının bulaşıcı olduğunu sanıp kaçanlardan bahsediyor mesela.

Günlüğün başka bir sayfasındaki not, yaşlılığa dair temel sıkıntının resmediyor;

“İnsan gençken büyümek istiyor. Bir yetişkin olarak, yaklaşık altmış yaşına kadar genellikle genç kalmak istiyor. Çok yaşlandığınızda ise bir amacınız kalmıyor. Buradaki yaşamın boşluğunun özü bu. Amacınız yok. Geçeceğiniz bir sınav, yapacağınız bir kariyer, yetiştireceğiniz bir çocuk. Hatta torunlarımıza bakamayacak kadar yaşlıyız. Bu ilham verici ortamda önünüze küçük hedefler koymak her zaman kolay olmuyor. Etrafımdaki insanların gözlerinde kabullenmişlikten başka bir şey göremiyorum”.

Groen bakıma muhtaç “yaşlılık hallerinden” ziyade ihtiyarlık ikliminin hakikatine dokunuyor. Bizim kültürümüzde huzurevleri, sosyal bir çevrenin yarattığı canlılıktan ziyade “terk edilmiş” olma duygusuyla anılır, hatta biraz ayıp karşılanır. Ancak hangi kültürde olursa sonuç değişmiyor. Yaş ilerledikçe hareketler yavaşlıyor, beklentiler azalıyor, zaman hızlanıyor. Hayat coşkulu bir nehir misali geleceğe doğru akarken, tersine doğru bir ivmeyle anıları da şimdiki zamanın girdabına sürüklüyor. Doğduktan bir kaç sene sonra hafızanın kaybıyla başlayan ömür, giderek silikleşen bir mektup gibi sona eriyor. Hafıza, ruha, bedene kendi iradesini dayatıyor.

İnsan kendisi için önemli olduğuna inandığı hiçbir şeyi unutmuyor. Önemsiz olduğunu sandıkları puslu rüyalar gibi ansızın beliriveriyor. Ve son ana kadar ihtiyarlığın büyüttüğü hatıraların renkli ayrıntılarına sığınıyor.

İnsanın bu acıtan hakikate rağmen kendine küçük hedefler koyabilmesi zor ama önemli. Anlamsız gibi görünen küçük sevinç sebepleri bulmak daha önce hissedilmeyen hazları büyütüyor belki. Bilemiyorum, henüz ruhen ve bedenen o aşamada değilim. Ama yaşlılığa dair hikayeleri dinlerken, okurken, yazarken o “amacı” kaybetmenin veya ona tutunmanın manasını hissedebiliyorum.

Wilhelm Schmid, yaşlılık esnasında sefahat kasırgalarının ardından kendilerini göstermeye cesaret eden görece mütevazı hazların eskisine göre daha kıymetli olduğunu söylüyordu:

“Yaşlanma süreci, muhtemel şikayetlerin telafisi olarak, varoluşun hafiflemesini sunar; daha ferah bir varoluştur bu. Hazların zevkine daha bilinçli varmak, burada bulunacak anlam içinde mutluluğu tecrübe etmek, sükunete giden yoldaki adımlardan biridir.”

Tat almanın, hatırlamanın, sohbet etmenin, zevk veren uğraşların, hızla yaşanmış bir hayat üzerine düşünmenin tam zamanı olan yaşlılık, içselleştirilmiş bir sükunetle anlamına kavuşuyor ona göre;

“Sakin olmak, her şeyin, her bir şeyin her an ve daima zevk vermesini gerektirmez. Aksine, sükunetle yaşamanın imtiyazı, her zevkin peşinden koşturmak zorunda olmamaktır.”

İnsan bu dünyada yapmak istedikleri şeylere, hayallerine, umutlarına tutunduğu sürece yaşıyor. Sona doğru yaklaştıkça hatıralar birer birer sırlarını itiraf etmeye başlıyor. “Sen kimsin”le başlayan sorular, “nasıl bir hayat yaşadın”la halka halka genişleyerek devam ediyor. Nihayetinde hayat, bütün o belirsiz soruları yaşanmışlıkla cevaplıyor. Kaderin sanıldığı gibi bir tesadüften ibaret olmadığı da o son dönemeçte fark ediliyor belki.

Groen’un gizli günlüğüne dönecek olursak; İronik anlatımındaki sertlik, mümkün olduğunca nazik bir biçimde anlattığım yaşlılık gerçeğine teslim olmamak gerektiğini kendi sert bakışıyla net bir biçimde ifade ediyor. Huzur evinde birlikte vakit geçirmekten hoşlandığı Evert arkadaşına tavsiyede bulunuyordu:

“Henk, bıktıysan son vereceksin. Ötanazi danışmanları veya ev doktorlarıyla uğraşmayıp sağlam bir ip alacaksın….Buna cesaretin yoksa ki genelde böyledir, şikayeti bırakıp hayatına bir anlam vereceksin.”

Okuduğumuz kitaplarda hayatın yanıltıcı gerçeklerinin bir parçasına rastlarız bazen ama son sözü daima hayat söyler. Yine de kitapların “güvenli” dostluğuna sığınırız.

Schmid’in kitabıyla başlamıştık. Yine onunla bitirelim. Bugünlerde daha net görünen gençliğin hoyratlığına başlangıçtaki o yazının ihtiyar ruhu cevap versin;

“Gençliğin küstah ve şuursuz tavrı, ihtiyarlığın tecrübesiyle yer değiştirdiğinde o kesif bezginlik hissi kolayına geçmiyor. Schmid’in “hala” diye adlandırdığı, genellikle olumsuz anılan bu dönemde hayatın sadeliğine ve tercihleri bilinçli hale getiren olgunluğuna şükretmek gerekiyor. Hala birilerini mutlu edebilme, dayanışma arzusu mesela. Yaşlanırken çocuklukta yaşadıklarımıza benzer bir tür “muhtaçlık” hissiyle tekrar karşılaşmamızın bir anlamı olmalı, diye düşünüyorum. “Kundaktan kundağa” uzanan geniş çemberin birleşme noktasında yaşadıklarımızı kainatın bir parçası kılan anlamlı sebepler vardır mutlaka.”

Okumak, yazmak, yaşlılığa karşı kazanılmış bir zafer değildir belki ama hayatın mevsimler gibi geçici oluşuna karşı edinilen zarif bir ritüeldir. Ona katılanlara hayatın unutulan manasını fısıldar.

Sakin Olmak – Yaşlanırken Kazandıklarımız; Çev. Tanıl Bora / İletişim Yayınları
83 1/4 Yaşındaki Hendrik Groen’un Gizli Güncesi – Hendrik Groen, Çev. Erhan Gürer / Can Yayınları

Esra Yalazan
Mar 28 2020 Ahval

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir