İlişkilerde Projeksiyonlar ve Aktarımlar: Bilinçdışının Gizemli Dansı
Bu yazı, James Hollis’in “Hayatın İkinci Yarısında Anlam Bulmak” adlı eserindeki derin Jungcu bakış açısıyla ilişkilerdeki projeksiyon ve aktarım dinamiklerini ele alıyor.
İnsan ilişkileri, hayatımızın en zengin ve bir o kadar da karmaşık alanlarından biridir. Sevinçlerin, paylaşımların ve derin bağların yaşandığı bu zemin, aynı zamanda hayal kırıklıklarının, anlaşmazlıkların ve tekrar eden acıların da kaynağı olabilir. Jungcu analist James Hollis, “Hayatın İkinci Yarısında Anlam Bulmak” adlı eserinde, ilişkilerdeki bu karmaşanın temelinde yatan derin psikolojik dinamiklere dikkat çeker: Projeksiyonlar ve Aktarımlar. Hollis’e göre, bu bilinçdışı mekanizmalar, çoğu zaman ilişkilerimizi sabote eder, onları geçmişin “gölge hükümeti”ne teslim eder ve bizi “büyülü öteki” fantezisinin peşinde koşarken gerçek anlamdan uzaklaştırır.
Peki, ilişkilerimizi nasıl bu kadar karmaşık hale getiren bu projeksiyonlar ve aktarımlar tam olarak nedir ve onların tuzaklarından nasıl kurtulabiliriz?
“Büyülü Öteki” Fantezisi: Kurtarıcımızı Arayışımız
Hollis, çağdaş ruhu ele geçiren en güçlü, en baştan çıkarıcı ve muhtemelen en yanıltıcı ideolojilerden birinin “büyülü öteki” fantazisi olduğunu belirtir. Bu fanteziye göre, dışarıda bizim için doğru olan, bizi gerçekten anlayacak, ihtiyaçlarımızı karşılayacak, yaralarımızı onaracak ve bizi büyüme yükünden kurtaracak “ruh eşimizi” bulacağımız inancı yaygındır. Bu, adeta Tanrı inancının bir vekili haline gelmiş, toplumsal beklentilerin ve kültürel mitlerin beslediği bir arayıştır.
Bu fantazi, Eros’un (yaşam gücünün) çekici gücüyle beslenir. Antik çağlarda Eros bir tanrı olarak görülürken, günümüzde bu arketipsel enerji genellikle romantik aşk ve cinsel arzuyla sınırlı bir şekilde deneyimlenir. Ancak Hollis’e göre, bir nevroz “gücenmiş bir tanrı”dır. Yani, içimizdeki bu güçlü enerjiyi bilinçli bir şekilde ele almadığımızda, ilişkilerimizde patolojik yollarla kendini gösterir.
İlişkinin Psikodinamiği: Projeksiyonlar
Hollis’e göre, tüm ilişkiler projeksiyonla başlar. Projeksiyon, esasen bilinçdışı bir fenomendir. Bu, kendi içsel deneyimlerimizi, bitmemiş gündemlerimizi ve geçmişten gelen beklentilerimizi farkında olmadan başka bir kişiye yansıtmamız anlamına gelir. Her yeni an tamamen yeni olsa da, biz genellikle geçmiş deneyimlerimizin, gündemlerimizin ve anlayışlarımızın merceğinden yeni kişilere ve durumlara bakarız. Bu durum, başkasının gerçekliğini kendi “tarihi deneyimimizle” çarpıtmamıza neden olur.
Projeksiyonlar, ihmal edilmiş ama dinamik bir içsel değerden kaynaklanır. Bilinçli olarak ele almadığımız bu enerji, bastırmadan kaçar ve dünyaya bir umut, bir proje, bir fantezi veya bir beklenti yenilenmesi olarak girer. Yani, aslında kendi bilinçdışı parçalarımızı dış dünyada görüyoruz. Bu yüzden, bir projeksiyonun büyülü bir çekiciliğe sahip olması şaşırtıcı değildir; çünkü o, kendi canlı ve anlamlı bir parçamızı taşır.
Projeksiyonların beş aşaması vardır:
- Büyülü Başlangıç: Başlangıçta, projeksiyonlar büyülü hissettirir ve gerçeklik algımızı değiştirerek bizi güçlü bir şekilde etkiler. Bu etki, içimizdeki canlı bir enerjinin veya değerin gücünden kaynaklanır.
- Hayal Kırıklığı: Projeksiyonun gücü solmaya başladığında, beklenen gerçekleşmez ve hayal kırıklığı yaşanır.
- Projeksiyonu Güçlendirme Çabaları: Hayal kırıklığına rağmen, projeksiyonun ilk çekiciliğini geri kazanmak için çabalarımızı iki katına çıkarırız; ikna etmeye, dırdır etmeye, kontrol etmeye veya geri çekilmeye başlarız. Bu strateji, ötekinin bizim fantezi gündemimize uymaması nedeniyle yenilgiye mahkumdur.
- Projeksiyonun Geri Çekilmesi: Bu aşama nadiren gönüllü olarak gerçekleşir, çünkü başlangıçta projeksiyon yaptığımızı fark etmeyiz. Ötekinin gerçekliği fantezi gündemimize yeterince uymadığı için projeksiyonu geri çekmek zorunda kalırız. Bu farkındalık genellikle bir ilişkinin veya kariyerin çöküşünden sonra ortaya çıkar.
- Projeksiyonun Bilinçli Hale Gelmesi: Projeksiyonun gerçekleştiğinin farkına varmak, genellikle en zor aşamadır ve bu noktaya herkes ulaşamaz. Ancak her başarısız projeksiyon, bize geri dönen bir büyüme veya iyileşme gündemidir.
Hollis, projeksiyonlarımızın başkasını nesneleştirdiğini, onları kendi ruhumuzun birer “eserine” dönüştürdüğünü ve bu anlarda onlarla etik bir ilişki içinde olmaktan çıktığımızı belirtir. Örneğin, bir partnerden, kayıp bir ebeveyni telafi etmesini beklemek, o kişiyi gerçekte kim olduğundan uzaklaştırır.
İlişkinin Psikodinamiği: Aktarım (Transference)
Projeksiyonla birlikte çalışan ikinci psikolojik mekanizma aktarımdır (transference). Tarihsel olarak şekillenmiş varlıklar olarak, geçmişten gelen kalıpları ve bunların öngörülebilir sonuçlarını her yeni ilişkiye aktarma eğilimindeyiz. Çocukluktaki ilk ilişkilerimizden edindiğimiz temel değerler (çekim/itme, güven/güvensizlik, yakınlık/mesafe vb.) şimdiki zamana taşınır ve kendilerini yeni ilişkiye dayatır.
Örneğin, çocukluğunda istismara uğramış bir kişi, farkında olmadan ya istismarcı bir partner arar ya da hiçbir ruhu olmayan, kolayca kontrol edilebilen birini seçer. Benzer şekilde, sorunlu bir ebeveynle büyüyen bir kişi, başka bir sorunlu ruha çekilerek bakıcı veya kolaylaştırıcı rolünü yeniden canlandırabilir. Bu tür kalıplar birçok hayatta tekrarlanır ve bilinçdışı oldukları için trajik kaçınılmazlıklar yaratır.
Aktarımın ve projeksiyonun birleşimi, ilişkilerimizi karmaşık bir “hava trafik kontrol ekranına” benzetir; burada sayısız içsel imago ve tarihsel yük birbiriyle çatışır. Çoğu zaman, bir partnerin sadece varlığı, görünümü veya eylemi, diğerinin bilinçdışını tetikleyerek güçlü duygusal tepkiler (çekim veya itme) ortaya çıkarabilir. Bu, her iki tarafı da etkiler, ancak her ikisi de bunun farkında olmayabilir.
İlişkilerdeki Çatışmaların Kökeni
İlişkiler, iki ana nedenle hayal kırıklığına uğratma eğilimindedir: birincisi, birbirimize aşırı beklentiler yüklememiz; ikincisi ise eski yüklerimizi şimdiki zamana taşıyarak kırılgan yeni ilişkiyi tarihin ağır yüküyle doldurmamızdır. Hollis, Freud’un “bir çift yatağa gittiğinde altı kişi bulunur” sözünü (çünkü çiftin ebeveynleri de psikolojik olarak oradadır) hatırlatarak bu karmaşıklığı vurgular. Hatta bu sayıyı on dört olarak düşünebileceğimizi söyler; zira ebeveynlerin kendi ebeveynlerinden edindikleri içselleştirmeler de mevcuttur.
Bu yükler nedeniyle ilişkilerde sık sık çatışma ve hayal kırıklığı yaşanır. Partnerler, beklentilerimizi karşılayamadıklarında kusurlu veya ölümlü görünürler ve biz de onları suçlarız. Oysa, bu beklentiler genellikle kendi çözülmemiş içsel ihtiyaçlarımızın ve geçmiş travmalarımızın birer yansımasıdır.
“Aşık olma” hali, genellikle diğer kişiyle birleşme ve bireysel bilincin yok olması arzusunu gizler. Bu, çocuklaşmaya, gerilemeye ve bağımlılığa yol açabilir. Ancak Hollis, gerçek sevginin çok daha farklı bir gündem sunduğunu ve daha talepkar bir çağrı olduğunu savunur.
İlişkinin İyileşmesi ve Büyümesi
Projeksiyon ve aktarım tuzaklarından kurtulmak, hem kişisel sorumluluğu üstlenmeyi hem de ilişkilerdeki derinlemesine bir dürüstlüğü gerektirir. Hollis, “Sevdiğimden benden ne istiyor ki bunu kendim yapmam gerekiyor?” sorusunu sormanın kritik bir adım olduğunu vurgular. Bu soru, kişinin kendi gelişimsel gündemini sahiplenmesini sağlar.
Her başarısız projeksiyon, bize geri dönen bir enerji ve büyüme davetidir. Bu enerjiyi sahiplenmek ve onu daha gerçekçi, olgun bir şekilde yönlendirmek, yaşamda gerçek bir yön değişikliği yapmanın anahtarıdır. Bu, kolay bir süreç değildir; genellikle “eski bir anlayışın ölümü” ve yerini daha büyük bir şeyin alması anlamına gelir.
Olgun bir ilişki, karşılıklı “ötekilik” ilkesine dayanır. Hollis, bir kişinin “biri” ile diğerinin “biri”nin bir araya gelerek bir “üçüncü” (gelişimsel bir süreç) yarattığını belirtir. Bu, farklılıkları kucaklama ve onları daha geniş, daha sofistike bir seçim yelpazesine dahil etme kapasitesiyle gerçekleşir. “Aşık olma” hali bilinci uyuşturur ve büyümeyi engellerken, birini bilinçli olarak sevmek risk, belirsizlik karşısında cesaret ve tolerans gerektirir.
Gerçekten olgun bir ilişki kurmak için, önce kendi içsel yolculuğumuza odaklanmalı ve kendimizle bilinçli bir ilişki kurmalıyız. Hollis, “yalnızlığın devası yalnızlıktır” der; bu, yalnızken yalnız olmadığımızı, kendimizle bir ilişki kurduğumuzu öğrenmek anlamına gelir. Kendini kabul etmek, kendini affetmek ve kendini sevmek, başkalarıyla daha otantik ve derin ilişkiler kurmanın temelidir.
Sonuç olarak: James Hollis, ilişkilerin sadece romantik bir fantezi veya geçmişin tekrar eden bir senaryosu olmadığını, aksine kişisel büyüme ve ruhsal gelişim için güçlü bir arena olduğunu bize hatırlatır. Projeksiyonlarımızı ve aktarımlarımızı bilinçli hale getirmek, acı verici olabilir ancak bu, bizi geçmişin zincirlerinden kurtararak daha otantik, anlamlı ve olgun ilişkiler kurmaya davet eder. Bu, çocukça beklentilerden vazgeçip, kendi içsel sorumluluğumuzu üstlenerek “büyük insanlar” olmayı öğrenme yolculuğudur.