İnsan Ruhunun Haritası, Ahmet Ümit “Edebiyat, insan ruhunda yapılan bir yolculuktur.”

Ahmet Ümit, İnsan Ruhunun Haritası adlı kitabında ‘Sırrı ve sınırları hiçbir zaman tam açıklanamayacak olan insan ruhunu tanımlama’ya çalışıyor ve soruyor:
“İnsan ruhunun kıraç düzlüklerini, başı bulutlu dağlarını, korkutucu uçurumlarını, fırtınalı vadilerini, güneşli denizlerini, karanlık göllerini, verimli ovalarını gösteren bir harita çizilebilir mi?”
?İnsan ruhu mükemmel değil. Hiçbirimizin ruhu salt iyilikten, salt güzellikten, salt yücelikten oluşmuyor; hiç kimse masum değil, hiçbir zaman da değildi. Bakmayın geçmişteki yaşamların daha anlamlı olduğunu söyleyenlere, biz her zaman böyleydik. Şeytan ve melek, cellat ve kurban, kurnaz ve saf, yaratıcı ve yıkıcı, cesur ve korkak…?

Ahmet Ümit, romanlarında bir neşter gibi kullandığı kalemini, bu kez derinden etkilendiği yazarların üzerinde gezdiriyor. Dostoyevski?den Sophokles?e, Mevlana?dan Kafka?ya, Orhan Kemal?den Yusuf Atılgan?a…
Edebiyatın, insan ruhunda kurgusal bir gezi olduğu gerçeğinden yola çıkan Ümit, Oidupus, Hamlet, Madam Bovary, Dimitri Karamazov, Dracula, İnce Memed, Zebercet ve Frankenstein gibi roman kahramanlarını eksene alarak, insanoğlunun evrensel niteliklerini örten kabuğu soymaya çalışıyor.
Eleştiri değil bu yazılar, yazmanın sıkıntı, sevinç ve acılarını bilen birinin yazgıdaşları hakkındaki içten duyguları… Sırrı ve sınırları hiçbir zaman tam açıklanamayacak olan insan ruhunu tanımlama çabası…

Ahmet Ümit’in İnsan ruhunun haritası üzerine bir yazısı
Radikal Gazetesi 19.05.2006
Ruhumuzun haritasını çıkarılabilseydik, karşılaşacağımız en yıkıcı sonuç, yaşamın bitmek bilmez bir sıkıntı girdabına düşmesi olurdu. Sıkıcı bir yaşam büyük bir cehennemdir ve böyle bir cehennemi Dante bile anlatamamıştı.
Böyle bir harita yok tabii. İnsan ruhunun kıraç düzlüklerini, başı bulutlu dağlarını, korkutucu uçurumlarını, fırtınalı vadilerini, güneşli denizlerini, karanlık göllerini, verimli ovalarını gösteren bir harita çizilebilir mi, ondan da hiç emin değilim. Zaten yazının başlığını da sevdiğim bir filmden, Yeni Zelandalı yönetmen Vincent Ward’ın yönettiği ‘İnsan Yüreğinin Haritası’ adlı yapıttan aldım. İnsan ruhu diye bir şey var mı? O bile tartışmalı. Kimi felsefe akımlarına göre, insan ruhu (tin) diye bir şey yoktur; o sadece zihinsel bir aktivitedir. Kimilerine göre ise ruh tümüyle bir enerji olayıdır. Ama çoğunlukla bu görüşlerin tersine inanılır. Hatta kimileri ölen kişilerin ruhlarını çağırarak, onlardan geleceğe dair tüyolar koparmaya bile çalışır. Ruhun varlığı meselesini deneysel olarak araştıranlar da olmuştur; İngiliz bilim adamları yüzlerce kişi arasında yaptıkları bir araştırmanın sonunda, deneklerin ölmeden ve öldükten hemen sonraki ağırlığı arasında 21 gramlık bir fark oluştuğunu belirlemişler. Hatta bu adla bir film bile yapılmıştı: Meksikalı yönetmen Alejandro González Iñárritu’nun ’21 Gram’ adlı büyük bir trajediyi anlatan yapıtı. Aynı yönetmenin ‘Aşklar ve Köpekler’ adlı filmini daha çok beğenmiştim. ‘Aşklar ve Köpekler’de insanlarda ruh bulunduğuna dair daha fazla ipucu vardı. Çünkü insan ruhu sadece kederle dışa vurmaz kendini, komiklikle de, şaklabanlıkla da, ihanetle de, korkaklıkla da, daha pek çok farklı görünümlerle de açığa vurabilir. ‘Aşklar ve Köpekler’ bu görünümlerden birçoğunu bize sunduğu için ruhun var olabileceğini daha iyi kanıtlıyordu.

Edebi metinlerdeki karakterler
Kanıt sözcüğünü boşuna kullanmadım. İnsan ruhunun varlığının kanıtlandığı temel alan sanattır, özellikle de edebiyat. Bir karakter yaratmak için, tenini, saçını, göz rengini, ses tonunu, kokusunu, boyunu, posunu, zekâ düzeyini, cinsiyetini, sosyal konumunu, eğitim durumunu, davranışlarını, hangi yemeği sevdiğini, hangi kitaplardan ya da filmlerden hoşlandığını veya hangi burçtan olduğunu anlatmak yeterli değildir. Önemli olan ona bir ruh bağışlamaktır. Kuşkusuz yaratılan karakterin biraz önce sıraladığım görülebilir, sayılabilir, sıralanabilir, nitelikleri de önemlidir ama en önemlisi o karakterin ruhudur. Yalnızca psikolojik halinden bahsetmiyorum, aynı zamanda mantığını kullanış biçiminden ahlaki duyarlılığına, empati yeteneğinden estetik algısına kadar zihinsel faaliyetin tümünden söz ediyorum. O karakteri, o karakter yapan sayılamayan, görülemeyen, sıralanamayan, ha bire değişen özelliklerinden bahsediyorum; örneğin yardımsever olmasından, öldürme dürtüsünden, kıskançlığından, korkaklığından, kendisini ilgilendirmeyen işlere burnunu sokmasından, idealistliğinden, sadece kendini düşünmesinden, nedensiz yere kötülük yapmasından, acı çekmekten hoşlanmasından, durup dururken yalan söylemesinden, şahane bir hayat sürerken her şeyi bırakıp kaçmasından, çirkinliğiyle övünmesinden, acı çektirmekten zevk almasından, dört rakamlı sayıları kafasında çarpıp bölebildiği halde alışverişe çıktığında kazıklanmasından, gözünü kırpmadan insanları öldürdüğü halde, ayağı kırık bir kediyi gördüğünde gözyaşlarını tutamamasından, daha akla hayale sığmayacak yüzlerce niteliğinden. Bu niteliklerin somut bir kahramanda iç içe geçerek, olaylar karşısında değişmesinden, gelişmesinden söz ediyorum.
Edebi metinlerde beni en çok etkileyen kahramanlardan biri; Victor Hugo’nun Notre Dame’ın Kamburu’ndaki, Quasimodo karakteridir. Quasimodo’nun çirkinliğinin betimlenmesi, okur için çarpıcı bir görsellik oluşturur ama bizi derinden etkileyen olgu onun çarpık yüzü, uyumsuz bedeni değildir. Bedensel özürleri nedeniyle toplumun en alt sıralarında yaşamaya itilen Quasimodo’nun, toplumun üst sıralarında yer alan, iyi eğitim almış, hatta ruh “asilliğine” ulaşarak dini görevlerde bulunan kişilerin yaptıkları kötülük karşısında, kendi yaşamını tehlikeye atarak, günahsız çingene kızı Esmeralda’nın yaşamını kurtarmasıdır. Quasimodo, Esmeralda’yı kurtardığı anda, onun fiziksel çirkinliği çok gerilerde kalır. Fiziksel görünümündeki çarpıklık nedeniyle kendimizden uzak tutmaya çalıştığımız bu kamburun kişiliğinde insan ruhunun yüce bir yönüyle karşılaşır ve altüst oluruz. O anda, insan ruhunu elle tutacak, gözle görecek kadar somut hissederiz.
Bedenden ayrı bir ruha inanmam ama hepimizin bir ruhu olduğundan da hiçbir kuşkum yok. Yukarıda kısa bir örnekle andığım Notre Dame’ın Kamburu gibi önemli edebiyat yapıtlarda da insanoğlunun bir ruha sahip olduğu defalarca kanıtlanır. Şu klişe laf sanırım doğru: “Edebiyat, insan ruhunda yapılan bir yolculuktur.” Ancak bu öyle bir serüvendir ki, yazar bu yolculuğu yaparken, tıpkı boşlukta hareket etmek için kendi yolunu örmesi gereken bir örümcek gibi, bu yolculuğu da yaratmak zorundadır. Üstelik yolculuk öteki yazarların yaptığı/yarattığı yolculuğa benzemezse, o metin biricik olacaktır. Birbirine benzeyen yollar ve yolculuklar doğal olarak sıradanlaşır, çekiciliğini yitirir. Yolculuğu sıra dışı kılan etken ise, insan ruhunun benzersizliğidir, değişkenliğidir, ele geçirilmezliğidir.

Quasimodo örneği
Yeniden Notre Dame’ın Kamburu’na dönecek olursak, Quasimodo’nun ruhu, hiç kuşku yok ki, yaratıcısının anlattıklarından çok daha korkunç, çok daha güzel, çok daha alçak ve çok daha yücedir. Victor Hugo, Quasimodo’nun ruhundaki fırtınayı, içindeki değişimi bir olayın etkisiyle açıklamaya çalışıyordu. Bu, karanlık bir yolda giderken çakan şimşeğin aydınlattığı kadarıyla manzarayı görmeye benzer. Şimşeğin ışığı geçtiğinde, belleğimizde kalan o anda gördüklerimizdir sadece. İyi ki böyledir. Ya tersi olsayd? Victor Hugo, Quasimodo örneğinde insan ruhunun haritasını bütün ayrıntılarıyla kâğıda dökmeyi başarsaydı, halimiz nice olurdu? Hayır, Hugo’dan sonra gelecek yazarların işsiz kalmasından söz etmiyorum. Çok daha korkunç bir şeyden söz ediyorum; insan ruhunun bütün yönleriyle açığa çıkmış olmasından…
DNA haritamız çıkarıldı, ruhumuzun haritası da çıkarılsa fena mı olur, diye düşünenler olabilir. DNA haritasının çıkarılması kuşkusuz iyi bir gelişmeydi; böylece bazı hastalıkları önleyebilecek, insan ömrünü uzatabilecek bilgilere sahip olduk. Ama insan ruhunun haritasının çıkarılması çok farklı… Çünkü insan ruhu mükemmel değil. Hiçbirimizin ruhu salt iyilikten, salt güzellikten, salt yücelikten oluşmuyor; hiç kimse masum değil, hiçbir zaman da değildi. Bakmayın geçmişteki yaşamların daha anlamlı olduğunu söyleyenlere, biz her zaman böyleydik. Şeytan ve melek, cellat ve kurban, kurnaz ve saf, yaratıcı ve yıkıcı, cesur ve korkak… Bu figürler, ta başından beri ruhumuzu oluşturan oyunun baş aktörleri ve aktrisleri oldular. Bazılarımızda şeytan, cellat, kurnaz, yıkıcı ve cesur rolü kapıyor, bazılarımızda diğerleri. Çoğu zaman ise karşılıklı bir rol çalma kargaşası sürüp gidiyor ruhumuzun görünmeyen sahnesinde. En masumumuzun içinden bile kim bilir ne kötülükler geçiyor. Fahişelik yaparken yakaladıkları kadını öldürmek için kendisini zorlayan Yahudi tutuculara, “Evet, o bir günahkâr taşlanmalı ama ilk taşı en masumunuz atsın,” diyen İsa boşuna konuşmuyordu. Böyle bir ruha sahipken hangimiz, kafamızdan geçenlerin bir başkası tarafından bilinmesini isteriz? Çoğu kötülükle ve bencillikle dolu düşüncelerimizin açığa çıkmasından hangimiz mutlu oluruz ki? Tabii acımasız yazarların, yarattıkları kahramanların ruh hallerini olanca çıplaklığıyla sergilemeleri ayrı. Hem yazar, hem de okur olarak bu röntgencilikten, bu başkalarının ruhunu en ayrıntısına kadar didik didik etme işinden hepimiz büyük haz alırız. Örneğin Stendal’ın Kırmızı ve Siyah’ındaki Lucien Sorel’in yazgısı hepimizin yüreğini burkar. Bu taşralı, küçük burjuva gencin yükselme hırsının, dönemin Fransa’sının sert sosyo/politik gerçekliğine çarpıp nasıl parçalandığını, yaşamının nasıl karardığını içimiz acıyarak okuruz. Ama Lucien Sorel’in ruhundaki bütün gelgitleri, alçalmaları yücelmeleri bildiğimiz için, biraz da hak etti ama demekten kendimizi alamayız. Şimdi dürüst olalım, hangimiz Lucien Sorel gibi ruhumuzda olan bitenlerin herkes tarafından bilinmesini isteriz?Sadece bu acımasız şeffaflık değil, bu ruhunun haritasının çıkarılmasının yaratacağı çok daha ciddi sonuçlar da var. Bunlardan en önemlisi yaşama sevincini yitirmektir. Yaşamı anlamlı kılan, eğlenceli kılan, katlanabilir kılan, zevkli kılan en önemli olgulardan biri şaşmaktır. Şaşma duygusu bizi yaşama bağlar. Eğer her şeyi bilirsek yaşamın ne heyecanı kalır, ne de anlamı. Mutlak olarak bilmek, belki cahilliği ortadan kaldırır ama daha korkunç bir durumun gerçekleşmesine neden olur; öğrenme isteğimizi ortadan kaldırır. Yaşamın mucizesiyle, insan ruhunun mucizesi aynıdır: Gizemini parça parça sunmak ama hiçbir zaman gerçekliği tümüyle vermemek. Bazı bölgelerin aydınlanmasına ses çıkarmamak, peşinden koşsunlar diye bazı ipuçları ortaya atmak ama mutlak gerçeği asla teslim etmemek. “Bildiğim tek şey, hiçbir şey bilmediğimdir,” diyen insana neden bilge denildi sanıyorsunuz? Gerçekten de ruhumuzun haritasını çıkarılabilseydi, karşılaşacağımız en yıkıcı sonuç, yaşamın bitmek bilmez bir sıkıntı girdabına düşmesi olurdu. Sıkıcı bir yaşamdan daha büyük bir cehennem düşünemiyorum. Böyle bir cehennemi Dante bile anlatamamıştı. Sıkıcı bir yaşam, ani bir ölüm gibi kolay kabul edilebilir bir durum da değildir; insan soyunun ağır ağır çürüyerek, yok olması demektir. O yüzden sadece yazarlar değil, bütün insanlık, ruhlarımızın haritası çıkarılamıyor diye şükretmeliyiz. İyi ki, insanın iç yolculuğu, en az uzay yolcuğu kadar bilinmezliğini koruyor. İyi ki, biz yazarların kullandığı bu görünmeyen, bu kaypak, bu değişken, bu olağanüstü malzeme gizemini hâlâ sürdürüyor.”

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir