Estetik Varoluş Küresi
İnsan varlığı, Kierkegaard’a göre, kendisinin bir birey olarak farkına vardığında, sürü ya da sosyal kimliğinden sıyrılma çabası içinde, kendi kimliğini oluşturma yoluna girdiğinde, kendisini diyalektik olarak açımlanan varoluş tarzları ya da küreleri içinde bulur. Söz konusu varoluş tarzlarından birincisi olan estetik varoluş söz konusu olduğunda, onun bireyciliği asosyal bir amoralizm şeklini alır. Yani o, sosyal rol ve bağları kendisine bütünüyle yabancı bir şey olarak görür; burada insanın dünya ve başkaları ile olan bağı yüzeysel bir bağ olup, onları kendi tüketici ya da sömürücü amaçları için kullanır. Estetik varoluş küresindeki bireyi, dışsal uyaranlar yönetir, onun bilinci, kendisine değil dışarıya yönelmiş durumdadır. Dahası o, başkalarını kendi amaçları için kontrol altında tutabilmek ve idare edebilmek amacıyla, kendisini hem kendisine ve hem de başkalarına karşı gizler. Estetik varoluş küresinde olan insanın hayatında bir süreklilik ve istikrar yoktur; bunun nedeni de hiç kuşku yok ki onun kendi varlığının kontrolünü kendi elinde tutamaması, kendi dışındaki koşullara bağlı olmasıdır. Onun tatmini ya da mutluluğu, varlık ya da gerçekleşmeleri kendisinin iradesinden bağımsız koşullara tabi olduğu için bu insanın hayata bakış açısı, dünyaya yaklaşım tarzı bütünüyle pasif olmak durumundadır. Onun kesinlikten yoksun, rastlantısal nedenlere bağlı olan hayatının, olabildiğince haz elde etme amacı dışında, hiçbir anlam ve tutarlılığı yoktur. Kişisel kimlik ve sorumluluk duygusundan yoksun böyle birinin temel kategorileri iyi şans, kötü talih ve kaderdir: “Ama bunun nedeni onun nefs düşkünlüğünün ve tamamen bedensel olan bir ruhun tutsağı olmasıdır; yaşamanın yalnızca duyusal kategorilerini, hoş olan ve olmayanı bilmesi ve tini, hakikati vs. önemsememesidir. Tin olmanın yürekliliğine, dayanıklılığına sahip olamayacak kadar nefsine düşkün olmasıdır.”
Buradan da anlaşılacağı üzere, estetik evrede kişi içgüdüleri ve duygularıyla hareket eder. Büyük ölçüde duyguları tarafından belirlenen bu kişinin, ahlaki standartlardan yana hiçbir bilgisi, herhangi bir şeyle ilgili bir inancı yoktur. Hayatın, kişinin kendi hazzı veya beğenisi dışında hiçbir sınırlanma ilkesinin bulunmadığı bu düzeyde, insan sadece estetik bir kişi olarak yaşamayı seçtiği sürece varolur. Fakat Kierkegaard burada varoluş meselesine, sonraki varoluşçuların sahicilik anlayışlarını önceleyecek şekilde, nitelik unsurunu ekler. Yani, burada kişi, hayatın salt duygulardan veya duyu deneylerinden daha fazla bir şey olduğunu veya olması gerektiğini öne sürer. Kierkegaard, bu yüzden burada bir tin varlığı veya manevi bir varlık olma ile duyumsallık arasında bir ayrım yapar ve bunlardan birincisine bina, ikincisine ise bodrum adını verir. Bireydeki diyalektik hareketi tetikleyen şey, onun kendi içinde söz konusu iki imkâna birden sahip olduğunu duyumsamasıdır. Duyumsallığın veya bodrumun alternatifi, binanın kendisi veya manevi hayatın cazibesidir. Deneyimde bu çatışma, kişinin gerçekte bodrumda yaşadığını, ama bu düzeyde hayatın gerçek bir varoluş düzeyine yükselemeyeceğini veya sahici bir varoluş halini alamayacağını fark ettiği zaman, umutsuzluk ve kaygıya yol açar. Kişi işte bu noktada, Kierkegaard’ın deyimiyle “ya/ya da”nın ifade ettiği alternatiflerle, yani ya karşı konması zor cazibeleriyle estetik düzeyde kalır ya da bir sonraki evreye geçer. Geçiş ise elbette, düşünmeyle değil, fakat bir karar ya da iradi edimle olur.
Felsefe Tarihi,
Ahmet Cevizci
Yayınevi: Say Yayınları