İnsanların Çıkar “Çatışmaları” – Ayn Rand

Bazı objektivizm öğrencileri “akılcı insanlar arasında hiçbir çıkar çatışması olmadığı” Objektivist prensibini anlamakta zorluk çekmektedir.

Tipik bir soru şöyledir: “İki kişinin aynı işe başvurduğunu varsayın. Bunlardan sadece biri işe alınacaktır. Bu çıkar çatışmasına bir örnek değil midir ve bir kişinin çıkarı diğerinin çıkarının feda edilmesi pahasına başarılmakta değil midir?”

Akılcı bir kişinin kendi çıkarları konusu ile ilgili olan, fakat yukarıdaki soruda ve konuyla ilgili tüm benzer yaklaşımlarda göz ardı edilen veya kaçınılan, birbiriyle bağlantılı dört husus bulunmaktadır. Ben bu dördünü (a) “Realite”, (b) “Bağlam”, (c) “Sorumluluk”, (d) “Çaba” olarak görüyorum.

(a) Realite. “Çıkarlar” terimi etiğin tüm ilgi alanını kaplayan büyük bir soyutluktur. İnsanın değerleri, arzulan, amaçları ve realitede bunların başarılmaları konularını ilgilendirir. Bir kişinin “çıkarları” onun ulaşmayı tercih ettiği amacın tipine bağlıdır, kişinin amaç tercihi onun arzularına bağlıdır, kişinin arzulan onun değerlerine bağlıdır – ve akılcı bir kişinin değerleri aklının muhakemesine bağlıdır.

Arzular (veya hisler veya duygular veya dilekler veya kaprisler) birer idrak aracı değildir; onlar geçerli bir değer standardı değildir, insanın çıkarlarının geçerli bir ölçütü de değillerdir. Bir insanın sırf bir şeyi arzulaması ne onun arzu duyduğu şeyin iyi olduğuna bir kanıt olabilir ve ne de bunun başarılması gerçekte kişinin çıkan nadir.

Kişinin bir arzusu gerçekleşmediğinde, bu kişinin çıkarlarının feda edildiği iddiası insanın değerleri ve çıkarları konusunda sübjektivist bir görüş benimsemeyi ifade etmektedir. Bu şu anlama gelir: Realitenin gerçekleri ile ister çelişsinler ister çelişmesinler, insan için amaçlarını gerçekleştirmek doğrudur, ahlâkîdir ve mümkündür. Bu da akılcı olmayan, mistik bir varoluş fikrine sahip olmak anlamına gelir. O da konu üzerinde daha fazla düşünmenin gerekli olmadığı anlamına gelir.

Amaçlarını (İnsanın kazanmak ve/veya muhafaza etmek istediği değerleri) belirlerken, akılcı bir kişiye arzuları veya duyguları değil, akılla ilgili bir işlem olan düşünmesi rehberlik eder. İnsan, duygularını mutlaka peşinden koşmak zorunda olduğu indirgenmez gerçekler, mutlaklar olarak görmez. “Çünkü onu istiyorum”u veya “çünkü onu sevdiğimi hissediyorum”u, hareketleri için yeterli bir sebep veya onay olarak görmez. Arzularını bir akıl işlemi ile seçer ve/veya tanımlar ve bir arzuyu gerçekleştirmek için onu tüm bilgisi dâhilinde ve diğer değerleri veya amaçları bağlamında uygun bulana kadar veya bulmadıkça harekete geçmez. “Onu istiyorum, çünkü doğrudur” diyebilene kadar harekete geçmez.

Kimlik Kanunu (A A’dır) çıkarlarını belirlerken akılcı bir kişinin göz önüne aldığı en önemli husustur. Kişi, çelişkinin imkânsız olduğunu, realite şartlarında bir çelişkinin gerçekleştirilemeyeceğini ve bunu gerçekleştirmeye çalışmanın ancak bir felakete ve yıkıma yol açacağını bilir. Bu nedenle, kendisinin çelişkili değerlere sahip olmasına, çelişkili amaçlar peşinde koşmasına veya bir çelişkinin herhangi bir şekilde çıkarına olabileceğini düşünmesine fırsat vermez.

Ancak akılcı olmayan bir kişi (veya mistik ya da sübjektivist – ki ben dini, duyguları veya arzulan insanın değer standardı olarak gören herkesi bu kategoriye koyuyorum) sürekli bir “çıkarlar” çatışması içindedir. Onun sözde çıkarları, yalnızca diğer insanlarınkilerle çatışmaz, aynı zamanda birbiriyle de çatışır.

Sonuçlarına katlanmadan bir işi yapamayacağı için, yaşamın, kendisini, uzlaşması mümkün olmayan bir çatışma içine attığı şeklinde sızlanan bir kişinin problemini felsefi değerlendirme dışına çıkarmayı hiç kimse zor bulmaz. Kişi Varoluşçuluk doktrininde olduğu gibi, ister onu bütün evrene genişletsin ya da (çoğu kişinin kendi çıkarları ile ilgili görüşleri konusunda olduğu gibi) ister birkaç rastgele kaprise ve göz ardı etmeye genellesin, bu problem daha fazla genellemeyle entelektüel bir geçerlilik kazanmaz.

Bir kişi, insanın çıkarlarının realiteyle çatıştığını iddia etme aşamasına vardığında, “çıkarlar” kavramı felsefi olmaktan çıkar, psikolojik alanın içine dahil olur.

(b) Bağlam. Akılcı bir kişi bağlam dışında bir kanaate sahip olmayacağı gibi (yani kanaati sahip olduğu diğer bilgilerle ilişkilendirmeksizin ve herhangi bir olası çelişkiyi çözmeksizin), bağlam dışında herhangi bir arzu sahibi de olmaz, bu arzuyu gerçekleştirme peşinde de koşmaz. Ve kısa veya uzun vadede neyin kendi çıkarına olduğuna, neyin olmadığına bağlam dışında karar vermez.

Bağlamı göz ardı etme, önemli psikolojik göz ardı etme araçlarından birisidir. Bir kişinin arzulan konusunda, bağlamı göz ardı etmenin iki önemli yolu vardır: Vade ve araçlar.

Akılcı bir kişi çıkarlarını bir ömür mesafesinde görür ve amaçlarım buna uygun olarak seçer. Bu durum insanın her şeyi bilen, hatasız veya geleceği gören biri olmak zorunda olduğu anlamına gelmez. İnsanın ömrünü kısa vadeli yaşamadığı ve anlık dürtülerle harekete geçen bir serseri olmadığı anlamına gelir. İnsanın herhangi bir anını hayatının geri kalanının bağlamından ayrı olarak görmediği ve kendi kısa ve uzun vadeli çıkarları arasında hiçbir çelişkiye izin vermediği anlamına gelir. İnsan yarın bütün değerlerini ortadan kaldıracak olan bir arzunun peşinden koşarak kendini yok edecek bir sürecin içine hapsolmaz.

Akılcı bir kişi araçlardan soyutlanmış bir amacın özlemine kapılmaz. Başarabileceği yolları bilmeden (veya öğrenmeden) ve düşünmeden bir arzuya kapılmaz. Doğanın insan arzularının tatmininin otomatik olarak sağlanmadığını, bir kışının amaçları ve değerlerinin kendi çabası ile başarılmak zorunda olduğunu, diğer insanların çabaları ve hayatlarının onun mülkiyeti olmadığını ve onun dileklerine hizmet etmek için varolmadıklarını bildiğinden, akılcı bir kişi doğrudan veya dolaylı olarak kendi çabasıyla gerçekleştirilemeyecek olan bir arzuya hiçbir zaman kapılmaz veya böyle bir amaç peşinde koşmaz.

Sosyal açıdan Önemli olan konu, bu “ dolaylı”nın doğru şekilde anlaşılmasıyla başlamaktadır.

Issız bir ada yerine bir toplumda yaşama, bir kişiyi kendini hayatını sağlama sorumluluğundan kurtarmaz. Tek fark kişinin yaşamını, kendi hizmetleri ve ürünlerini başkalarının hizmetleri ve ürünleriyle mübadele etme yoluyla kazanmasıdır. Ve bu değişme işleminde akılcı bir kişi kendi çabasının kazandıracağından daha fazlasını veya daha azını aramaz veya arzulamaz. O hâlde, insanın ne kadar kazanacağı nasıl belirlenir? Bu sorunun cevabı “serbest piyasa”dır.

Bir kişi diğer insanlarla ticaret yaparken açıkça veya üstü örtülü olarak onların akılcılığına, yani diğer insanların onun işinin nesnel değerini anlayabilmelerine güvenir. (Diğer herhangi bir fikre dayalı olarak yapılan bir ticaret üçkâğıtçılıktır veya sahtekârlıktır.) Buna göre, akılcı bir kişi özgür bir toplumda bir amaç peşinde koşuyorsa, kendisini diğerlerinin kaprislerinin, iltimaslarının veya önyargılarının insafına bırakmaz; kendi çabasından başka hiçbir şeye güvenmez: Bu, nesnel açıdan değerli bir iş yaparak doğrudan ve çalışmasının başkaları tarafından nesnel olarak değerlendirilmesi yoluyla dolaylı olarak gerçekleşir.

Akılcı bir kişinin kendi çabası ile başaramayacağı bir amaç veya arzu peşinde koşmasının asıl sebebi budur. Akılcı kişi değer karşılığında değer takas eder. Kazanılmamışı asla istemez veya arzulamaz. Çok sayıda kişinin işbirliğini gerektiren bir amacı başarmaya soyunursa, o insanları ikna edebilme becerisi ve onların gönüllü rızası dışında hiçbir şeye güvenmez.

Başkalarının akılcı olmamasına, aptallığına veya sahtekârlığına uydurmak için asla kendi standartlarını ve yargılarını çarpıtmadığını ve yozlaştırmadığını söylemeye gerek yoktur. Böyle bir davranışın intihar olacağım bilir. Kişinin herhangi bir derecedeki başarıyı veya herhangi bir insani arzuyu başarabilmesinin pratik şansının, sayıları ister az ister çok olsun, akılcı kişilerle iş yapmakta yattığım bilir. Herhangi bir durumda bir zafer söz konusu ise bu zaferi kazanabilecek olan sadece akıldır. Ve özgür bir toplumda, mücadele ne kadar çetin olursa olsun, en sonunda kazanan akıldır.

Uğraştığı konularla ilgili bağlamı hiçbir zaman göz ardı etmediği için, akılcı bir kişi, bu mücadeleyi kendi çıkarına kabul eder, çünkü özgürlüğün kendi çıkarına olduğunu bilir. Değerlerini gerçekleştirmek için yaptığı mücadelenin mağlubiyet ihtimalini içerdiğini de bilir. Yine, ister doğa ile ister diğer insanlarla uğraşırken, başarının alternatifinin ve hiçbir otomatik garantisinin olmadığını bilir. Bu nedenle ne herhangi bir mağlubiyete bakarak ne de herhangi bir anlık duruma göre çıkarlarına karar verir. Uzun dönemli olarak yaşar ve karar verir. Ve amaçlarının başarılmasında hangi şartların gerekli olduğunu bilmenin tam sorumluluğunu üstlenir.

(c) Sorumluluk. Bu sonuncusu, çoğu insanın göz ardı ettiği özel entelektüel sorumluluk şeklidir. Bu göz ardı etme onların havai kırıklıklarının ve mağlubiyetlerinin asıl sebebidir.

Pek çok kişi herhangi bir bağlam olmadan, her türlü araç kavramını gizleyen bir sis içinde, boşlukta asılı duran arzulara sahiptir. Kendilerini zihinsel olarak sadece “İstiyorum” demeye yetecek kadar harekete geçirirler ve orada dururlar ve işin geri kalan kısmı bilinmeyen bir güç tarafından yapılacakmış gibi beklerler.

Onların göz ardı ettikleri şey sosyal dünya hakkında hüküm verme sorumluluğudur. Dünyayı verili bir şey olarak alırlar. “Asla yaratmadığım bir dünya” onların tutumunun en derindeki özüdür ve sadece, kendilerini, düşünmeksizin dünyayı yaratmış olan bilinmeyenlerin (onlar her kimlerse) anlaşılmaz gereksinimlerine uyarlamanın peşindedirler.

Fakat tevazu ve küstahlık aynı psikolojik elmanın iki yarısıdır. Kişinin kendini körü körüne başkalarının insafına atmaya istekli olmasında kişinin efendileri üzerine körü körüne taleplerde bulunma ayrıcalığı gizlidir.

Bu tip bir “metafizik tevazu” sayısız şekilde kendini ifşa etmektedir. Örneğin, zengin olmayı isteyen ancak servet edinmek için hangi yolların, davranışların ve şartların gerektiğini öğrenmeyi düşünmeyen insanlar vardır. O kimdir ki bu konuda muhakemede bulunsun? Dünyayı o yaratmamıştır ve “kimse ona bir şans vermemiştir.”

Sevilmeyi isteyen fakat aşkın ne olduğunu, hangi değerleri gerektirdiğini ve âşık olunacak herhangi bir erdeme sahip olup olmadığını keşfetmeyi asla düşünmeyen kadınlar vardır. O kimdir ki bu konuda muhakemede bulunsun? O aşkın açıklanamaz bir lütuf olduğunu düşünmektedir, bu nedenle sadece aşka özlem duyar ve lütuflar dağıtılırken birisinin onu kendi payından yoksun bıraktığını düşünür.

Oğulları (veya kızlan) kendilerini sevmediği için gerçek ve derin bir acı içinde olan ve aynı anda oğullarının inandığı şeyler, değerler ve amaçlar konusunda bildikleri her şeyi göz ardı eden, onlara karşı çıkan veya onları yok etmeye kalkışan, oğullarını anlamaya çalışmayan ebeveynler vardır. Onların yaratmadıkları ve karşı çıkmaya cesaret edemedikleri dünya, onlara, çocukların ebeveynlerini otomatik olarak sevdiğini söylemiştir.

Bir iş isteyen, fakat işin hangi vasıfları gerektirdiğini veya işi iyi yapmanın ne olduğunu keşfetmeyi asla düşünmeyen kişiler vardır. O kimdir ki bu konuda muhakemede bulunsun? Dünyayı o yaratmamıştır ki? Birisi onu geçindirmeye mecburdur. Nasıl? Bir şekilde.

Tanıdığım bir mimar bir gün Porto Riko seyahatinden bahsediyordu. Porto Ricoluların yaşam şartlarındaki sefaletten (genel olarak evrene karşı büyük bir içerlemeyle) bahsediyordu. Sonra buzdolaplarından fayanslı banyolarına kadar detaylı olarak hayalini kurduğu modern evlerin onlar için ne büyük mucizeler yaratacağından bahsediyordu. Ona sordum: “Bunları kim ödeyecek?” Hafifçe alınmış bir tarzda ve darılmış bir ses tonuyla: “Bu benim problemim değili Bir mimarın görevi sadece ne yapılması gerektiğini projelemektir. Parayı başkaları düşünsün.”

Tüm “sosyal reformlar” veya “refah devletleri” veya “soylu denemeler” ya da dünyanın yok edilmesi bu psikolojiden kaynaklanmaktadır.

Kişi kendi çıkarlarının ve yaşamının sorumluluğunu terk ederek, diğerlerinin (bir şekilde kendi arzularını gerçekleştirecek olan kişilerin) çıkarlarını ve yaşamlarını düşünmek zorunda olma sorumluluğunu da terk eder.

Her kim arzularını başarma yolları içine “bir şekilde”nin girmesine müsaade ederse, psikolojik olarak bir parazitlik fikri olan “metafizik tevazudan” suçludur. Nathaniel Branden’in bir konferansında ifade ettiği gibi, “bir şekilde” daima birisi”ni ifade etmektedir.

(d) Çaba. Akılcı bir kişi insanın amaçlarını kendi çabasıyla keşfetmek zorunda olduğunu bildiği için, bölünmeyi bekleyen belirli, sınırlı, durağan bir miktarla ne servet, ne iş ve ne de insani değerlerin elde edilebileceğini bilir. Tüm faydaların üretilmesi gerektiğini, bir kişinin kazancının bir başkasının kaybı anlamına gelmediğini, bir kişinin başarısının onu başaramayan diğerleri pahasına olmadığını bilir.

Bu yüzden, kişi asla herhangi bir insan üzerinde herhangi bir tür hak edilmemiş tek taraflı talebi aklından geçirmez ve çıkarlarını asla tek bir kişinin veya belli bir şeyin insafına bırakmaz. Müşterilere ihtiyaç duyabilir, fakat belirli bir müşteriye değil; bir işe ihtiyaç duyabilir, fakat belirli bir işe değil.

Rekabetle karşılaşması durumunda ya rekabete girer ya da başka bir işe geçer. Daha iyinin veya daha marifetli performansın, fark edilmeden ve takdir edilmeden kaybolup gideceği kadar yavaş olan hiçbir iş alanı yoktur; özgür bir toplumda böyle bir şey söz konusu değildir. Herhangi bir büro yöneticisine sorun.

Herhangi bir rekabeti bir tehdit olarak görenler, sadece “tevazu metafiziği” ekolünün pasif, parazit temsilcileridir, çünkü kişinin konumunu kişisel faydası ile kazanması düşüncesi onların yaşam görüşlerine uymaz. Onlar kendilerini, sunacakları hiçbir şeyi olmayan ve “durağan” bir evrende birilerinin sebepsiz lütufları için mücadele eden sıradan kimseler olarak görürler.

Akılcı bir kişi insanın “şans” veya lütuflar yoluyla yaşamadığını, “tek bir şans” veya tek fırsat diye bir şey olmadığını ve bunun kesin olarak rekabetin varlığı İle garanti edildiğini bilir. Herhangi bir somut, spesifik amacı veya değeri değişmez olarak görmez. Sadece insanların (kişinin sevdiği insanların) yerine başkasının konamayacağını bilir.

Akılcı insan, sevgi konusunda bile akılcı insanlar arasında çıkar çatışması olmadığım bilir. Diğer herhangi bir değer gibi, sevgi de kazanılacak sınırsız bir tepkidir. Bir arkadaşı sevmek bir başkasını sevmeye karşı bir tehdit değildir, kişinin aile üyelerine karşı olan sevgisi de böyledir (aile üyelerinin bunu kazandıklarını varsayarak). En özel form olan romantik aşk bir rekabet konusu değildir. Eğer iki erkek aynı kadına âşık olmuşlarsa, kadının erkeklerden biri hakkındaki düşüncesi kadının diğer erkek hakkındaki düşüncesi tarafından belirlenmez ve onun dinden alınmaz.

Sevgisi herhangi bir değer standardından soyutlanmış olan, tesadüfi rekabetlerin, kazara çatışmaların ve kör kaosların hâkim olduğu kişiler, akılcı olmayan, yalnızca duyguyla motive edilen kişilerdir. Böyle bir durumda, kazanan fazla bir şey kazanmaz. Duyguyla motive edilen kişiler arasında ne sevginin ne de diğer herhangi bir duygunun herhangi bir anlamı vardır.

Şimdi aynı işe başvuran iki kişi hakkında başlangıçta sorduğumuz soruya dönelim ve bu sorunun bu dört hususu nasıl göz ardı ettiğine veya onlara karşı çıktığına bakalım.

(a) Realite İki kişinin aynı işi istemesi ve bu iki kişiden birinin bu işi alması durumunda diğerinin zarar gördüğünün kamu olamaz.

(b) Bağlam. Her iki kişi de bilmelidirler ki, eğer onlar bir işi istiyorlarsa, onların amacı ancak onlara bir iş sağlayabilen bir işletmenin varlığı tarafından mümkün kılınmaktadır. Bu işletme herhangi bir iş için birden fazla başvurana ihtiyaç duymaktadır. Sadece bir başvuran olursa, bu tek kişi bu işi alamayacaktır, çünkü işletme kapılarını kapatmak zorunda kalacaktır, dolayısıyla, onların iş için rekabet etmesi (bu karşılaşmada onlardan birisi kaybedecek olsa da) esasında ikisinin de çıkarınadır.

(c) Sorumluluk. İki kişi de tüm bu şeyleri düşünmek istemediğini, sadece bir iş istediğini söyleme ahlâkî hakkına sahip değildir. Bir arzuyu veya çıkan gerçekleştirmenin neyi gerektirdiği bilgisi olmaksızın kişinin herhangi bir arzu veya “çıkar” hakkı olamaz.

(d) Çaba. İşi her kim alırsa alsın, onu hak ermiştir (işverenin tercihinin akılcı olduğunu varsayarsak). Bu faydalanma çalışanın kendi işe yararlılığından dolayıdır, bu iş için hiçbir kazanılmış hakka sahip olmayan diğer kişinin “kurban edilmesinden” dolayı değil. Bir kişiye kendine asla ait olmamış bir şeyi vermemek “onun çıkarlarını kurban etmek” olarak tanımlanamaz.

Yukarıdaki tartışmaların tümü sadece akılcı insanlar arasında ve özgür toplumlarda geçerlidir. Özgür bir toplumda, kişi akılcı olmayanlarla uğraşmak zorunda değildir. Bunlardan kaçınabilir.

Özgür olmayan bir toplumda, herhangi bir çıkarın peşinden koşmak hiç kimse için söz konusu değildir; yavaş ve genel bir mahvoluştan başka hiçbir şey mümkün değildir.

(Ağustos, 1962)

Bencilliğin Erdemi,
Ayn Rand