Kadın ve Fallus: Lacan ile Derrida Arasında Bir Çatışma

Jacques Lacan’ın “kadın” kavramını fallus merkezli tanımlaması ile Jacques Derrida’nın ikili karşıtlıkları yapısökümüne uğratma projesi, felsefi düşüncenin derinliklerinde bir gerilim yaratır. Bu gerilim, yalnızca dil ve anlamın sınırlarını değil, aynı zamanda toplumsal cinsiyetin, kimliğin ve öznelliğin nasıl inşa edildiğini sorgular. Lacan’ın fallus odaklı sembolik düzeni, anlamın hiyerarşik bir yapıda sabitlenmesini savunurken, Derrida’nın yapısökümü bu sabitlikleri çözerek anlamın sürekli ertelenmesini ve çoğullaşmasını önerir.


Fallusun Sembolik Egemenliği

Lacan’a göre fallus, sembolik düzenin temel taşıdır; dil, kültür ve toplumsal ilişkilerin anlam kazandığı bir işaretleyendir. Kadın, bu düzende fallusun “eksikliği” üzerinden tanımlanır; yani, fallusun temsil ettiği otoriteye sahip olmayan bir özne olarak konumlanır. Bu tanım, kadını öznellikten çok bir “öteki” olarak kurgular. Lacan’ın bu yaklaşımı, dilbilimsel ve antropolojik bir çerçevede, anlamın üretimini cinsiyetli bir hiyerarşiye bağlar. Kadın, fallusun gölgesinde, eksiklik ve arzu nesnesi olarak var olur. Bu, tarihsel olarak patriyarkal düzenlerin kadını ikincil bir konuma indirgeyen söylemlerini yeniden üretir. Lacan’ın sembolik düzeni, sabit bir merkez etrafında dönen bir anlam sistemi kurarak, öznelliği ve cinsiyeti hiyerarşik bir yapıya hapseder.


Yapısökümün Akışkanlığı

Derrida’nın yapısökümü, Lacan’ın bu sabit düzenine meydan okur. Derrida, Batı felsefesinin ikili karşıtlıklara (erkek/kadın, akıl/duygu, özne/nesne) dayalı olduğunu ve bu karşıtlıkların bir tarafı yüceltirken diğerini bastırdığını savunur. Kadın/erkek ikiliği de bu hiyerarşik yapının bir ürünüdür. Derrida, bu karşıtlıkları sabit bir anlama bağlamayı reddeder; anlam, différance (fark ve erteleme) aracılığıyla sürekli kayar. Kadın kavramı, Derrida’da sabit bir tanıma indirgenemez; ne fallusun eksikliği ne de bir özne olarak tamlık üzerinden tanımlanabilir. Yapısöküm, kadını sembolik bir kategoriden çıkararak, onun anlamını çoğullaştırır ve tarihsel, toplumsal, dilbilimsel bağlamlarda yeniden düşünmeye zorlar. Bu, Lacan’ın fallus merkezli tanımının katı sınırlarını aşındırır.


Cinsiyetin Dilbilimsel İnşası

Lacan’ın fallus kavramı, dilin cinsiyeti nasıl inşa ettiğine dair güçlü bir çerçeve sunar. Dil, ona göre, sembolik düzenin bir aracıdır ve fallus, dilin anlamı organize etme biçiminin merkezindedir. Kadın, bu dilde “eksik” bir işaretleyici olarak yer alır; bu eksiklik, patriyarkal düzenin kadını ötekileştirme mekanizmasını yansıtır. Ancak Derrida, dilin bu tür sabit anlamlar üretme kapasitesini sorgular. Ona göre, dil hiyerarşileri sabitlemek yerine, anlamın sürekli yer değiştirdiği bir alandır. Kadın/erkek ikiliği, dilin içindeki bu kaymalara tabi olduğunda, sabit bir özne tanımı mümkün olmaz. Derrida’nın yaklaşımı, dilbilimsel olarak kadının fallusla ilişkisini yeniden düşünmeye olanak tanır; kadın, ne eksiklik ne de tamlık olarak değil, dilin çoğul ve akışkan doğasında bir olasılık olarak belirir.


Toplumsal Cinsiyetin Tarihsel Yükleri

Lacan’ın fallus merkezli tanımı, tarihsel olarak patriyarkal düzenlerin kadınları nasıl konumlandırdığına dair bir ayna tutar. Kadın, bu düzenlerde, erkek öznelliğinin tamamlayıcısı ya da arzu nesnesi olarak kurgulanmıştır. Lacan, bu yapıyı eleştirmez; aksine, sembolik düzenin kaçınılmaz bir sonucu olarak sunar. Derrida ise bu tarihsel yükleri yapısökümüne uğratır. Kadın/erkek ikiliği, tarihsel olarak belirli güç ilişkilerinin ürünüdür ve bu ilişkiler dilde, kültürde, toplumsal normlarda yeniden üretilir. Derrida’nın projesi, bu normları sabit olmaktan çıkararak, kadının tarihsel olarak bastırılmış seslerini ve öznelliklerini görünür kılmayı amaçlar. Bu, Lacan’ın fallus merkezli tanımının tarihsel bağlamda nasıl bir sınırlama getirdiğini ortaya koyar.


Öznelliğin Etik Boyutları

Lacan’ın kadın tanımı, öznelliği fallusun varlığı ya da yokluğu üzerinden kurguladığı için, kadını tam bir özne olmaktan uzaklaştırır. Bu, etik bir sorun doğurur: Kadın, kendi öznelliğini nasıl inşa edebilir? Lacan’a göre, sembolik düzenin dışına çıkmak mümkün değildir; kadın, bu düzenin içinde eksik bir özne olarak kalmaya mahkûmdur. Derrida’nın yapısökümü ise bu etik soruna farklı bir yanıt sunar. İkili karşıtlıkları çözerek, Derrida öznelliği sabit kategorilerden kurtarır. Kadın, ne fallusun eksikliği ne de bir özne olarak sabit bir tanım üzerinden anlaşılabilir; öznellik, sürekli yeniden inşa edilen bir süreçtir. Bu, kadının kendi öznelliğini etik bir sorumlulukla şekillendirme olasılığını açar.


Simgesel Düzenin Sınırları

Lacan’ın sembolik düzeni, anlamın fallus etrafında örgütlendiği bir sistemdir. Bu sistem, cinsiyeti ve öznelliği sabit bir çerçeveye hapseder. Kadın, bu düzende, fallusun temsil ettiği otoriteye erişimi olmayan bir figür olarak belirir. Ancak Derrida, simgesel düzenin bu tür sabitliklerini sorgular. Ona göre, simgesel olan, dilin ve kültürün sürekli değişen doğası içinde anlam kazanır. Kadın, simgesel düzende bir eksiklik olarak değil, anlamın çoğullaştığı bir alan olarak yeniden kurgulanabilir. Derrida’nın yaklaşımı, Lacan’ın simgesel düzeninin katı sınırlarını aşarak, cinsiyetin ve öznelliğin daha akışkan bir anlayışını önerir.


Çelişkilerin Politik Yansımaları

Lacan’ın fallus merkezli tanımı, politik açıdan, cinsiyet hiyerarşilerini yeniden üreten bir yapı sunar. Kadın, bu düzende, erkek öznelliğinin gölgesinde bir ikincil konuma indirgenir. Bu, toplumsal cinsiyet eşitsizliklerinin dilde ve kültürde nasıl sürdürüldüğünü gösterir. Derrida’nın yapısökümü ise bu politik yapıları sorgular. İkili karşıtlıkları çözerek, Derrida cinsiyetin politik inşasını görünür kılar ve bu inşayı değiştirmenin yollarını araştırır. Kadın, Derrida’da, sabit bir kategori olmaktan çıkarak, politik bir özne olarak yeniden tanımlanabilir. Bu, Lacan’ın yaklaşımının politik sınırlamalarını aşan bir perspektif sunar.


Anlamın Sürekli Yeniden İnşası

Lacan ile Derrida arasındaki çatışma, nihayetinde anlamın nasıl üretildiği ve sabitlenip sabitlenemeyeceği sorusuna dayanır. Lacan, anlamın fallus etrafında sabitlendiğini savunurken, Derrida anlamın sürekli ertelendiğini ve çoğullaştığını öne sürer. Kadın kavramı, bu iki yaklaşımın kesişiminde, hem bir sembolik düzenin ürünü hem de bu düzenin sınırlarını aşan bir olasılık olarak belirir. Derrida’nın yapısökümü, kadını fallusun eksikliği üzerinden tanımlayan sabit bir çerçeveyi reddederek, onun anlamını yeniden düşünmeye olanak tanır. Bu, cinsiyetin, öznelliğin ve kimliğin sürekli yeniden inşa edildiği bir dünyayı hayal etmeye davet eder.


Metin, Lacan ile Derrida’nın kadın kavramına dair yaklaşımlarını karşılaştırarak, bu yaklaşımların felsefi, toplumsal ve etik boyutlarını derinlemesine ele alır. İki düşünür arasındaki gerilim, yalnızca teorik bir tartışma değil, aynı zamanda cinsiyetin ve öznelliğin nasıl anlaşıldığına dair daha geniş bir sorgulamadır. Bu sorgulama, sabitlik ile akışkanlık, düzen ile kaos, hiyerarşi ile çoğulluk arasında bir diyalog kurar.