Kapitalist Toplumun Gölgesinde Depresyon: Mark Fisher’ın Kapitalist Realizm Perspektifinden Bir İnceleme
Depresyonun Toplumsal Kökenleri
Depresyon, modern toplumlarda giderek yaygınlaşan bir durum olarak dikkat çeker. Dünya Sağlık Örgütü’nün verilerine göre, 2020 yılında küresel olarak yaklaşık 264 milyon kişi depresyonla mücadele etmiştir. Ancak bu durumun kökenleri yalnızca biyolojik veya genetik faktörlerle açıklanamaz. Fisher, Kapitalist Realizm’de, kapitalizmin bireyler üzerinde yarattığı sürekli rekabet, belirsizlik ve tüketim baskısının ruhsal sağlığı derinden etkilediğini öne sürer. Kapitalist sistem, bireyleri sürekli üretkenlik ve başarı beklentisiyle şekillendirirken, bu beklentilere ulaşamayanlarda yetersizlik ve değersizlik hissi uyandırabilir. Örneğin, neoliberal politikaların yükselişiyle birlikte iş güvencesinin azalması, bireylerin geleceğe dair umutlarını körelterek depresif belirtileri tetikleyebilir. Bu bağlamda, depresyonun yalnızca bireysel bir hastalık değil, aynı zamanda toplumsal koşulların bir ürünü olduğu düşünülebilir.
Kapitalist Realizm ve Alternatifsizlik Algısı
Fisher’ın kapitalist realizm kavramı, kapitalizmin bir ekonomik sistemden öte, bir dünya görüşü olarak toplumu şekillendirdiğini savunur. Ona göre, kapitalizm, alternatif bir sistemin mümkün olmadığı algısını yaratır; bu da bireylerde bir tür çaresizlik ve pasiflik doğurur. Bu alternatifsizlik algısı, depresyonun toplumsal bir boyutunu oluşturur. İnsanlar, mevcut düzenin değişmezliğini kabullendikçe, kendi yaşamlarını dönüştürme umutlarını kaybederler. Örneğin, iş piyasasındaki rekabetin yoğunluğu, bireyleri sürekli bir performans sergilemeye zorlar ve bu durum, kronik stres ve tükenmişlik gibi depresyonun öncüllerini güçlendirir. Fisher’a göre, bu durum, kapitalizmin bireyleri kendi başarısızlıklarından sorumlu tutarak suçluluk duygusunu pekiştirmesiyle daha da ağırlaşır.
Bireysellik ve Sosyal Bağların Zayıflaması
Kapitalist toplum, bireyselliği yücelten bir yapıya sahiptir. Fisher, bu bireyselliğin, sosyal bağların zayıflamasına ve yalnızlık duygusunun artmasına yol açtığını belirtir. Toplumsal dayanışma ağlarının çözülmesi, bireyleri yalnızlıkla baş başa bırakır ve bu da depresyon riskini artırır. Örneğin, 21. yüzyılda sosyal medya platformlarının yaygınlaşması, bireylerin kendilerini sürekli başkalarıyla kıyaslamasına neden olur. Bu kıyaslama, genellikle yetersizlik hissiyle sonuçlanır ve bireylerin özsaygılarını zedeler. İngiltere’de yapılan bir çalışma, sosyal medya kullanımının yoğun olduğu genç yetişkinlerde depresyon oranlarının daha yüksek olduğunu göstermiştir (Royal Society for Public Health, 2017). Bu durum, kapitalist sistemin bireyleri yalnızlaştırarak ruhsal sağlıklarını olumsuz etkilediğini ortaya koyar.
Tüketim Kültürü ve Anlam Arayışı
Kapitalist sistem, bireylerin mutluluğu tüketimle eşitleyen bir kültür üretir. Fisher, bu tüketim kültürünün, bireylerin anlam arayışını yüzeysel bir düzleme indirgediğini savunur. Reklamlar, bireylere daha fazla tüketimin mutluluk getireceği mesajını verir; ancak bu vaat, genellikle kısa süreli bir tatmin sağlar. Örneğin, bir ürün satın alındığında hissedilen geçici mutluluk, uzun vadeli bir anlam sağlamaz ve bu durum bireylerde boşluk hissi yaratabilir. Fisher’a göre, kapitalist realizm, bireylerin daha derin bir anlam arayışını engelleyerek depresyona zemin hazırlar. Bu bağlamda, depresyon, yalnızca maddi yoksunluktan değil, aynı zamanda manevi bir tatminsizlikten de kaynaklanabilir.
İş Yaşamı ve Tükenmişlik
Kapitalist ekonominin iş yaşamı üzerindeki etkisi, depresyonun artmasında önemli bir rol oynar. Neoliberal politikalar, esnek çalışma saatleri ve geçici iş sözleşmeleri gibi uygulamalarla bireyleri sürekli bir belirsizlik içinde bırakır. Fisher, bu belirsizliğin, bireylerin ruhsal durumlarını olumsuz etkilediğini belirtir. Örneğin, “gig ekonomisi” olarak bilinen geçici iş modeli, bireylerin iş güvencesinden yoksun olmasına neden olur. Bu durum, özellikle genç yetişkinlerde kaygı ve depresyon oranlarının artmasına katkıda bulunur. Uluslararası Çalışma Örgütü’nün 2022 raporuna göre, geçici işlerde çalışan bireylerin ruhsal sağlık sorunları yaşama olasılığı, sabit işlerde çalışanlara kıyasla daha yüksektir. Bu, kapitalist sistemin bireyleri sürekli bir üretkenlik baskısı altına sokarak tükenmişlik ve depresyona yol açtığını gösterir.
Sağlık Sisteminin Rolü
Kapitalist toplumda sağlık sisteminin depresyona yaklaşımı da eleştiriye açıktır. Fisher, depresyonun genellikle bireysel bir sorun olarak ele alındığını ve biyomedikal çözümlerle (örneğin, antidepresan ilaçlar) tedavi edilmeye çalışıldığını belirtir. Ancak bu yaklaşım, depresyonun toplumsal kökenlerini göz ardı eder. Örneğin, Birleşik Devletler’de antidepresan kullanımı 1990’lardan bu yana %400 artmıştır (National Center for Health Statistics, 2020). Bu artış, depresyonun bireysel bir hastalık olarak çerçevelenmesi ve toplumsal faktörlerin ihmal edilmesiyle ilişkilendirilebilir. Fisher’a göre, bu yaklaşım, kapitalist sistemin kendi yarattığı sorunları bireylerin sırtına yüklemesinin bir başka örneğidir.
Eğitim ve Genç Nesiller
Kapitalist sistemin eğitim üzerindeki etkisi, genç nesillerde depresyonun artmasında önemli bir faktördür. Eğitim sistemi, bireyleri rekabetçi bir iş piyasasına hazırlamak için tasarlanmıştır ve bu süreçte öğrenciler üzerinde yoğun bir baskı yaratır. Fisher, bu baskının, gençlerde umutsuzluk ve kaygı gibi duyguları körüklediğini savunur. Örneğin, üniversiteye giriş sınavlarının yarattığı stres, birçok öğrencide depresif belirtilere yol açabilir. OECD ülkelerinde yapılan bir araştırma, öğrencilerin %30’unun akademik baskı nedeniyle ruhsal sağlık sorunları yaşadığını göstermiştir (OECD, 2021). Bu durum, kapitalist sistemin genç nesilleri sürekli bir performans beklentisiyle şekillendirdiğini ve bunun depresyona katkıda bulunduğunu ortaya koyar.
Direniş ve Alternatifler
Fisher, kapitalist realizmin alternatifsizlik algısını kırmanın önemine vurgu yapar. Depresyonun toplumsal bir sorun olarak ele alınması, bireylerin yalnız olmadığını hissetmesini sağlayabilir. Toplumsal dayanışma ağlarının yeniden inşa edilmesi, bireylerin ruhsal sağlıklarını destekleyebilir. Örneğin, kooperatif modelleri veya topluluk temelli girişimler, bireylerin sosyal bağlarını güçlendirerek depresyonla mücadelede etkili olabilir. Fisher’a göre, kapitalist realizme karşı çıkmak, yalnızca ekonomik değil, aynı zamanda kültürel ve toplumsal bir dönüşüm gerektirir. Bu dönüşüm, bireylerin anlam arayışını destekleyen bir toplum yaratmayı hedefler.
Depresyon ve Toplumsal Dönüşüm
Depresyon, kapitalist toplumun bireyler üzerindeki etkilerinin bir yansıması olarak görülebilir. Fisher’ın kapitalist realizm kavramı, bu durumu anlamak için güçlü bir çerçeve sunar. Kapitalist sistemin bireysellik, tüketim kültürü, iş belirsizliği ve alternatifsizlik algısı gibi unsurları, depresyonun yaygınlaşmasında önemli bir rol oynar. Ancak bu durum, yalnızca bireysel tedavilerle değil, aynı zamanda toplumsal dönüşümlerle ele alınabilir. Fisher’ın önerdiği gibi, kapitalist realizme karşı çıkmak, bireylerin ruhsal sağlıklarını destekleyen bir toplum yaratmanın ilk adımı olabilir.



