Kardeş Evi – Fahri Erdinç

Kardeş Evi romanı, Fahri Erdinç’in yazgı adamlığı kimliğine giden yolda, önemli bir başka kesit. Daha önce Acı Lokma romanıyla sunduğu 30 yıllık yaşam dilimine, Kardeş Evi romanında, yurt dışına çıktıktan sonraki 20 yıllık bir yaşam dilimini daha eklemiş oluyor.
Ama yaşamöyküsünün bu kesimi dile gelirken, kaldığı yerden gelişimini sürdüren sanatsal ve siyasal bir kimlik onun yalnız kendi yaşamına özgü ayrıntılarla sergilenmiş olmuyor, kişisel oluşumunun yanı sıra, bir yandan da Soğuk Savaş koşulları içindeki bir dünyanın yansımalarına, bu koşullarla birlikte yeni kurulmakta olan sosyalist bir toplumun sorunlarına tanıklık etmemizi sağlıyor. Dil ve anlatım özelliklerini, kurgu kıvraklığı ve öyküleyiş becerisini yeni bir ustalık aşamasına taşıyarak… (Tanıtım Yazısı)

(*) ‘İyiye iyi, kötüye kötü diyeceğim’ Fahri Erdinç
İçinde biçimlendikleri toplumun uzağına düşmüş, ama o toplumun iz düşümü olan insanlar vardır. Bir gün kendi insanlarıyla buluştuklarında, sanki aradan zaman geçmemiş gibi konuşmalarına kaldıkları yerden başlarlar. Zira, dile getirdikleri, bütün bir toplumun acıları, sevinçleri, umutları, yaşamıdır. Fahri Erdinç, yaşadığı ülke Türkiye’yi terk etmek zorunda kaldığında, ölene değin kendisini var eden değerleri terk etmeyecektir aslında. Erdinç, Acı Lokma’da, kendi yaşamıyla birlikte, Türkiye’nin 1950’lere kadar olan sosyal tarihini bir bütünlük içinde sergilemiş. Sonraki yirmi yıllık sürecini yurt dışında sürdüren yazarın Kardeş Evi ise onun dışarıdaki yaşamının yanı sıra, siyasal kimliğiyle de bütünleşen edebiyat yaşamını içeriyor.
Ege’nin bir kasabasında tütüncülük işi yapan bir aileyle tanıştığımız Acı Lokma’da, söz konusu aile bireylerinin yaşam süreçlerine de tanık oluruz. Yaşanan her trajedinin ardında, kişilerin kaderini belirleyen başka bir mekanizma, tıpkı görünmez bir el gibi insanların yaşamında daha da karartıcı işlev görmektedir adeta. Bireylerin tüm iyi niyet ve çabalarının mutsuz bir sonla noktalandığı kitapta, 1920-1930’lar Türkiye’sinin de panoraması gözler önüne serilmektedir aslında. Tütüncülük işi yapan bölge insanlarının ürettiği ürünlerini, devletin alım kararını durdurduğu dönemlerde, bir iki zenginin bir çırpıda nasıl talan ettiğini, tütüncülüğün, emeğin ta 1930’larda, diğer tarım alanları gibi nasıl gümbürtüye gittiğinin başlangıcı yatar. Sanayi atılımlarının cılız, zanaatçılığın revaçta olduğu bir dönemde, usta-çırak ilişkisi okul yerine geçmektedir.
Anlatıcı, diğer işlerin yanı sıra bir yıl tenekeci çıraklığı da yaptıktan sonra, 1930 yılında öğretmen okuluna girer. Bu arada neler olmuştur? Yaşanmışlıklara dayalı belgesel nitelikli olayların sık sık devreye girdiği kitapta, Cumhuriyetin henüz emekleme dönemi olmasına rağmen, şaşılacak derecede bugünün gelişmiş, sistematikleşmiş güç oyunlarının formatı çıkacaktır karşımıza, tabii yaşanılan döneme özgü halleriyle. Verem, yoksulluk, bir ülke hastalığı, en çok da beslenme yetersizliğidir. Ağabey Ferit, babasından kaçarak Balıkesir’de devam ettiği öğretmen okulunda bir gün veremden ölecektir. Ferit’in yaşamı ve karşılaştığı son, 1930’lar ve sonraki dönem Türkiye’sinin trajik insan manzaralarının örneklerinden biridir sadece.

Söndürülen ‘mum’lar
Ölen ağabeyinin okulunda rastlarız bu sefer de anlatıcıya. Cumhuriyetin değerlerini yeni kuşaklara taşıyarak, gittiği yerlerde ‘mum’ işlevi görecek öğretmenlerin, imamların engelleriyle karşılaştıklarını, aynı imamların köyün ileri gelenleriyle, bürokrasiyle nasıl içli dışlı olduklarını, ekonomik ve sosyal güç olarak yakınlarına gelen ‘mum’ları söndürüşlerini ise sıradan bir durum olarak betimleyecektir yazar.
Cumhuriyetin sosyo-kültürel yapısının bütün kesimlere iyice yerleşememesi, ekonomideki zayıflık, bir önceki yönetimin halkı biçimleyişi gibi daha da sıralanabilecek nedenler bütün bu oyunları alt etmede bir engel olmuş mudur, diye de sorulabilir. Tüm bunlarla birlikte yazar, kitapta, bunların biraz daha ötesine geçmiş. Yazarın hayatında önemli bir yeri olan Sabahattin Ali, 1948 yılında Bulgaristan sınırında öldürülür. Sabahattin Ali’nin öldürülmesi yazarı, onun yarım kalan serüvenini üstlenecek kadar etkileyecektir.
Erdinç’in Bulgaristan’daki göçmenlik yaşantısını anlattığı Kardeş Evi ise Acı Lokma’nın devamı niteliğinde. Hatta tersi de mümkün. Kardeş Evi ve Acı Lokma birbirlerini bütünleyen iki yapıt olarak görmek daha doğru olacak. Acı Lokma’da yaşadıklarını birbirini takip eden olaylarla kurgulayan yazar, Kardeş Evi’nde, olaylar ve zamanlar arasında geçiş yapan bir anlatım sergilemiş. Yaşanılan süreçleri geriye gidişlerle yaşanılandan fazla olmaksızın daha bir keskinleştiren yazar, usta bir manevrayla okuyucusunu hastane odasından alıp, ta başlara, 1949 yılında adımını attığı Bulgaristan sınırına kadar götürüp, oradan itibaren de adım adım kendisiyle birlikte gezdirmiş.

Hastane odasından Bulgaristan
Hastanenin fiziksel ortamıyla birlikte, hemşire Nina, tedavi için getirilen hastalar ve ziyaretçilerle bu kez de Bulgar toplumunu anlatan Erdinç, bir hastane odasından Bulgaristan’ın sosyolojik panoramasını çizer. Tıpkı Nâzım Hikmet’i yakaladığı gibi Erdinç’i de angina pektoris yakalamıştır artık ve bu yüzden söz konusu hastane odasında bir süre kalacaktır ama her ne kadar hastanede olsa da, dışarıdadır yazar. Burada yazarın en önemli ziyaretçisi olarak Kotsev’le tanışırız. Sınır karakolunda tanıştığı Kotsev’in insani gelişmişliğiyle yazarın kalbinde yer edişinin izdüşümü, okuyucunun tebessümüne de yansıyacaktır mutlaka. Kotsev, kendisini her ziyarete geldiğinde, dışarıya doğru yolculuk da başlar. Ancak hastane odasından çıkmak için Kotsev’i beklemek gerekecektir. Bu yüzden de Kotsev, her söze başladığında ‘nerede kalmıştık’ diye sorar; “Sekterlikten, küçük burjuva alışkanlıklarından çekmediğimiz kalmadı Kotsev. Bence, bunlardan nasıl kurtulduğumuz, kurtulduysak eğer, omurgası olmalı anlatacaklarımın. Ve yirmi yıllık yaşantının bu dalı, bir yandan da benim kişisel yaşantımdaki acıyla örülmeli.”
Yazarın hastane dışına çıktığı anlar uzun bir yer kaplar Kardeş Evi’nde. Üç arkadaş, Bulgaristan’a sığındıkları andan itibaren, bir tür adaptasyon süreci de diyebileceğimiz zor bir döneme başlarlar. Önce kim oldukları ve neden geldikleriyle ilgili sorgulanma dönemleri bir heyecan ve gerilim eşliğinde yaşanır. Aslında aynı heyecan ve gerilim kitabın yapısına hakim olmamakla birlikte, kendisini sürekli hissettirir. Zira, dönemi göz önünde bulundurduğumuzda, dünyada güçlü bir kapitalizm-sosyalizm çekişmesi yaşanmaktadır. Bu durum, Kardeş Evi’ne siyasi gerilim, hafiften polisiye bir ton katmış dersek, yanlış bir saptama yapmayız herhalde.
Yazar, artık yol arkadaşlarını ‘ikinci’ ve ‘üçüncü’ olarak anlatacaktır bizlere. Bu anlatımlarda, gerek arkadaşlarıyla ilişkilerini, gerekse Bulgar yaşamını, yönetimsel ortamı, yaşanılan çelişkileri anlatırken son derece objektif bir tutum sergilemesi gözümüzden kaçmaz. Yine bu anlatımlarında yazarın siyasi bilinciyle, dünya görüşüyle, inancıyla olan ilişkisini yaşanan gerçeklerin önüne geçirmediğini fark ederiz; “Ben burada da iyiye iyi, kötüye kötü diyeceğim. Eleştirisel olmaya çalışacağım. Gördüğüm filmler arasında, yaşamı olduğu gibi değil, olmasından önce oldurmak istediğimiz gösterenler de var, yapım oyun bakımından şematik, didaktik, tiyatro etkisinden kurtulamamış filmler…”
Artık 1950’ler dönemidir. 1950’leri sosyalizm umutlarının yoğunluğu açısından düşünürsek, o dönemlerde sosyalist ülkelerde yaşanan gerçeklik de bir o kadar önem kazanacaktır. Türkiyeli ilk komünist kimlikler ve sığındıkları sosyalist ülkelerle ilgili sağdan soldan duyduğumuz, yarım yamalak anısal bilgilerle kısa bir çatışma yaşayarak okuduğumuz Kardeş Evi’nde, Erdinç’in yaşadıkları bir tarihe ışık tutma işlevini yerine getirmiş. Her ne kadar yanıtı engellenen sorular, bilinmek istenenler, zamanın etkisiyle bugün açıklık kazansa da, Kardeş Evi, yanıtlandığını sandığımız tüm soruları, daha doğru formüle edip, temiz bir cevap niteliği yüklemiş satırlarına. Olayların gelişimi, gelişen süreçte yaşananların dile getirilmesiyle, alttan alta da Türkiye soluyla ilgili tarihsel bilgilendirme kendince bir yol izlemiş kitapta.
(*) Aysel Sağır’ın 18/01/2008 Tarihinde Radikal Gazetesi Kitap Eki’nde Yayınlanan Yazısı

Kitabın Künyesi
Kardeş Evi
Yazar: Fahri Erdinç
Yayınevi: Yordam Kitap
Baskı: 1. Baskı, Mayıs 2007, İstanbul
Sayfa Sayısı: 256

Fahri Erdinç ‘in Hayatı
1917’de (1 Ocak) Akhisar’da doğdu. Babası, Ankara kökenli Çandıroğulları ailesinden, öğretmen Halil Yaşar’dı. Annesi, Erdinç’i dünyaya getirdikten bir yıl sonra veremden öldü. Sonradan, bu kaybın, anasızlığın bilincine varmak, üvey analı kalabalık bir aile ortamında büyümek, çocukluk uykularının çoğunu alan tütüncülük çilesi ve giderek bir yıl da tenekeci çıraklığı, ilkokul öğrencisi Erdinç’i vaktinden önce olgunlaştırdı ve yaşamı daha yakından tanımasına yol açtı.
1930’da Balıkesir Öğretmen Okuluna girdi. 1936-37 ders- yılında Afyon’un Sandıklı ilçesinin Ürküt köyünde öğretmenli-ğe başladı. Buradaki üç çalışma yılı, mesleksel uğraşların dışında, köyü kasıp kavuran bir gerici hocayla savaşım içinde geçti.
Erdinç, 1938-39 ders yılında baba mesleğini bırakarak, sınavını kazandığı Ankara Devlet Konservatuvarı Tiyatro Bölümü’nde öğrenci oldu. Bu bölümde öğretim üyesi olan Sabahattin Ali ile tanıştı. Aynı yıl yazmaya başladığı ilk öykülerinde, onun öğütlerinden çok yararlandı.
Erdinç, Konservatuvardaki katı yönetime ve bazı ayrıcalıklara itirazları yüzünden, biraz da geçim sıkıntılarının zorla-masıyla, öğrenimini bırakmak zorunda kaldı. Yeniden mesleğine döndü. Ama arada yedek subaylığını yaptıktan sonra, 1943’te mesleğinden tamamen ayrıldı. Bir süre yapı yerlerinde (taşeron kâtibi ve puvantör olarak) çalıştı.
Böylece, daha ilk yazı denemelerinde toplumun tabanındaki insanların yazgısını konu edinen Erdinç, onları köyde, kışlada ve kentte, iş yaşamında yakından tanımış oluyor, gözlem ve izlenimlerini arttırıyordu.
1946’da Ankara’da bir yapı yerinden, sınavını kazandığı devlet radyosuna geçti. Temsil kolunda üç yıl çalıştı. Bu arada Şen Olasın Halep Şehri (İstanbul-1945) adlı şiir kitabın-dan sonra Ankara’da “Seçilmiş Hikâyeler Dergisi” (1948, sayı 8) onun öyküleriyle özel sayı çıkardı.
Başkentte ilerici sanatçıların çevresinde görünmesiyle, bazı dergilerde yayınladığı öyküleriyle zama-nın tutucu-gerici çevrelerinin dikkatini çeken Erdinç, 1947’de kendisini devlet başkanına dille hakaret etmiş durumuna düşü-ren bir çatışma yüzünden tutuklandı ve aklanmayla sonuçlanan yargılaması boyunca (birkaç ay) cezaevinde kaldı. Ankara cezaevinde yazgılarını konu edindiği insanların kimilerini daha yakından tanıma fırsatını buldu. Bazı komünistlerle de ilkönce burada ilişki kurdu.
Cezaevinden çıktıktan sonra da Erdinç dirlik bulamadı. Uyumsuz bir aile yaşamı da bunalımını arttırıyordu. Bu bunaltılar içinde bocalarken, 1948’de çok sevdiği Sabahattin Ali’nin Bulgaristan sınırında öldürülmesi Erdinç’i büyük acılara boğdu. Bu acı olay bir yandan da onu esinledi. Kısa bir süre sonra, 1949 Eylül’ünde, Erdinç, iki arkadaşıyla (Ziya Yamaç ve Tuğrul Deliorman) birlikte, gizlice Bulgaristan’a geçti.
Bulgaristan’da Erdinç ve arkadaşlarına politik göçmen olarak sığınma hakkı verildi (1949 Ekim). Böylece, onun, yurt dışında ölümüne kadar sürecek olan göçmenlik dönemi başladı.
Erdinç, dil öğrendiği sürece “Jdanov, 9” üniversal mağazasında veznedar olarak çalıştı (1950-51). Bir yandan Marksist derneğe ve bir yıllık parti gece okuluna devam etti. Türkçe popüler-politik yayımlar redaktörü olarak BKP Yayınevi’nde (1953-58) görev aldı.
1957’de illegal Türkiye Komünist Partisi’nin “Dış-Büro”suyla ilişki kurabildi. Partide aktif çalışmaya katılmak üzere 1958 Mart’ında Bulgaristan’dan ayrıldı. 20 Mart 1958’de TKP üyeliğine alındı.
Böylece başlayan yurtdışı illegal parti çalışması 13 yıl sürdü. 1969’da bir kalp krizi geçiren Erdinç, aktif faaliyetlerden çekilme zorunluğuyla, 1971 yılı başında yeniden Bulgaristan’a dönüp yerleşti. Parti çalışmasına katkısını buradan sürdürmeye başladı.
Erdinç, yazınsal çalışmasına yetecek ölçüde Bulgarca, pratik olarak da Almanca ve Rusça öğrendi. 1965’te Bulgaristan vatandaşı, 1973’te Bulgaristan Yazarlar Birliği üyesi oldu.
Yurt dışına çıkışından 1969’a kadar, yapıtları kendi ülkesinde okura ulaşamadı. 1970’li yıllarda Türkiye’deki dergilerin şiir ve öykülerine yer vermesiyle yeniden okur önüne çıktı. Bu yıllardan ölümüne değin kimi yapıtları kitap olarak da yayınlanma fırsatı buldu. Ama bu girişimler süreklilik göstermediği gibi, son yirmi yılda yine kesintiye uğradı.
Fahri Erdinç, 1986’da (11 Kasım) Sofya’da öldü.

Başlıca yapıtları:
Şen Olasın Halep Şehri (şiir, 1945),
İşte Böyle (şiir, 1956),
Akrepler (öykü, 1952),
Âsi (öykü, 1955),
Memleketimi Anlatıyorum (öykü, 1960),
Diriler Mezarlığı (öykü, 1964),
Canlı Barikat (öykü, 1973),
Alinin Biri (roman, 1958),
Acı Lokma (roman, 1961),
Kore Nire (roman, 1966),
Kardeş Evi (roman, 1979),
Göç (piyes, 1952),
Türkiye’de Çocuklar (inceleme, 1951),
Kalkın Nâzım’a Gidelim (anı, 1987).

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir