Kilitli Kapılar, Sessiz Ayak Sesleri: Kadınlık, Mekân ve Kaçış Üzerine

Bir deneyimin, yalnızca kişisel bir çocukluk hatırası olarak değil; kadınlığın tarihsel ve bedensel bir hafızası içinde anlatısını ve bağlantısını kurmak önemlidir. Bu deneyimler tamda geçmişin sessizce yürünmüş koridorlarından, kilitli kapılarından, gıcırdayan tahta döşemelerinden geçerek aktarılır.

Kadın için ev, tarih boyunca bir barınaktan fazlası olmuştur. Ev hem korunaklı hem tehditkâr, hem içsel hem dışsal bir savaş alanıdır. Julia Kristeva’nın abject kavramı, kadının ev içindeki deneyimini anlamak için güçlü bir teorik zemin sunar. Kristeva’ya göre abject, hem “kendinden olmayan” hem de “kendinden atılamayan” bir unsurdur. Anne bedeni de böyle işler: Yaşamın kaynağı, aynı zamanda bastırmanın ve ayrışamamanın temsili.

Bu nedenle çocuk için evin içi yalnızca bir yaşam alanı değil, aynı zamanda psikolojik bir mezar alanıdır. Burada anne, sadece bireysel bir figür değil; kolektif bir kültürel yapı, kadınlığa biçilen rollerin taşıyıcısıdır. Temizlik, düzen, sessizlik… hepsi Kristeva’nın abject’iyle savaşmak için yaratılmış ritüellerdir. Halıların altına süpürülen toz, sadece fiziksel değil; aynı zamanda kadınlığın bastırılan arzularıdır. Kadının kendi bedenine yabancılaşmasının mekân içindeki sessizliğidir.

Michel Foucault ise bu sessizliğin siyasal doğasını açığa çıkarır. Evin iç mekânı, disiplin toplumunun küçük bir modelidir. Panoptikon’da nasıl herkes potansiyel olarak gözetleniyorsa, evde de kadın sürekli olarak içselleştirilmiş bir annenin gözetiminde yaşar. Bu gözetim açık değil, sessizdir. Bir annenin bakışları, çocuğun davranışlarını şekillendirir; sonra çocuk, kendi bedenine o bakışı yerleştirir.

“Nefes alma sesini bile çıkarmazdım.”
Bu cümle, bedensel bir denetimin dile gelmiş halidir. Kadınlar, çocukken annelerinin korkularıyla nefeslerini bastırmayı öğrenirler. Daha sonra o bastırılmış nefesin yerini, derin bir sessizlik alır. Bu sessizlik, söz hakkı değil; hayatta kalma stratejisidir.

Ancak geceler vardır.
Geceleri, herkes uyurken, kilitli kapılar sessizce açılır. Ay ışığı, sessizliğin içindeki çığlıkları aydınlatır. Kadın, evin dışına adım attığında bir anlığına özgürleşir. Bu özgürlük, sokak lambalarının altında yürürken bedenin yeniden hatırlanmasıdır. Gecenin serinliğinde alınan her nefes, anneye geri dönmeyen bir arzunun izidir. O anlarda kadın, ilk kez gerçekten “kendi” olur. Jung’un “kendilik” kavramıyla ifade ettiği o bireysel bütünlük, ilk kez orada hissedilir.

Kaçış burada, yalnızca fiziksel bir eylem değil; psiko-mitolojik bir kopuştur. Persephone’nin yeraltından çıkması, Demeter’den ayrılması gibidir. Kadın, anneden, evden, içselleştirilmiş korkudan uzaklaşmak ister. Ancak bu kopuş kolay değildir. Çünkü çoğu zaman, ev açılmış bir kafes gibidir: Kadın çıkabileceğini bilir ama yürüyemez.

“Kafesi açtığınızda bile yürüyemeyen köpek”
öğrenilmiş çaresizliğin alegorisidir. Kadın, kaçışın mümkün olduğunu bildiği hâlde, yüzyıllardır evin içinde biriktirilen korkuların, utançların, yükümlülüklerin duvarına çarpar.

Ve işte bu yüzden “ev”, sadece bir yapı değil; kadınlık halinin mimarisidir.
Her kapı, bir sınırdır.
Her pencere, bastırılmış arzunun ışığıdır.
Her döşeme tahtası, bastırılmış bir çocukluk anısıdır.


🔸 Peki ya kaçış?

Kaçış, anneden değil; onunla birlikte içselleştirilmiş düzenden olur. Kristeva’nın tanımıyla “abject” olanla yüzleşmek gerekir: “Pis olanla, ölümle, arzuyla, bastırılmış olanla.” Foucault’nun tanımıyla iktidarın bedenimize işlediği “mikro iktidarlarla” yüzleşmek gerekir. Jung’un dediği gibi:

“Kendi gölgemizle yüzleşmeden özgürleşemeyiz.”

Kadın için kaçış, bu yüzden bir kapıyı açmak değil, o kapının neden kapandığını anlamaktır.
Ve sonra, sadece dışarı çıkmak değil, içerideki evin (anne, kültür, patriyarka) yeniden yapılandırılmasıdır.


🔹 Sonuç: Kaçış Bir Eylem Değil, Bir Hatırlayıştır

Kadınlar, geceleri dışarı çıktıklarında özgürlük hissederler. Ama gerçek kaçış, bedenlerinin içinde, hafızanın en derin kıvrımlarında başlar. Bu yüzden her psikanalitik yolculuk, biraz da evden kaçmak değil, evi dönüştürmektir. Evin içinde yeniden doğmak, annenin bedeninde sıkışan tüm kadınları yavaşça serbest bırakmaktır.

Ve belki de sonunda, o cesedi toprağa verip kendi bedeninde nefes almaktır.