KOLOMB ÖNCESİ AMERİKA’DA AŞK-ÖLÜM RİTÜELİ

Kuzey Amerika’nın öldürülen ve insana yiyecek olmak üzere ekilen kutsal varlık mitologemiyie ilgili en tanınmış örneği Büyük Göller yöresinin Ojibwaylarına aittir. 1820’lerde genç ABD hükümetinin memuru Henry Rowe Schoolcraft (1793-1864) tarafından kaydedilmiş ve Longfellow’un Hiawatha Şarkısı’na esin ve kaynak olmuştur. Schoolcraft’ın karısı hıristiyanlığı kabul etmiş bir kızılderiliydi ve karısının bazı akrabaları hiç değişmemiş vahşilerdi. Mitosların aktarıldığı dil melez İngilizce veya melez Ojibway değil, tam ve doğal yerli diliydi. Dolayısıyla bizim çağdaş Kızılderili masalları derleyicilerimizle uyuşmayan biçemi hoş görmek gerekir. Çağdaş derleyicilerin göreli olarak kısa ziyaretlerle ‘kaynak’lardan derledikleri metinler garip biçimde değişken, görünüşte ilkel, saf antropolojik bir biçem oluştururlar. Bunlar tam olarak iki dünyaya da rit değillerdir ve yerli düşüncesinin incelik ve narinliğini bozucu bir etkileri olmuştur. Schoolcraft’ın edebi süslemeler açısından hataları olduğunu söyleyebiliriz fakat, en azından edebi çeviri niyetiyle metni yanıltma tehlikesi taşımamaktadır.

Longfellow’un beşinci bölümü, Hiawatha’nın Orucuna kaynaklık eden Mondawmin Efsanesi veya Mısır’ın Kökeni masalı şöyledir:

“Eskiden ülkenin güzel bir bölgesinde karısı ve çocuklarıyla yaşayan fakir bir kızılderili vardı. Hem fakirdi hem de ailesi için yiyecek sağlamayı beceremiyordu. Çocukları ona yardım edemeyecek kadar küçüktü. Fakirliğine karşın kolay tatmin olan bir insandı. Herşey için Büyük Ruha şükran duyuyordu. Aynı yaradılış büyük oğluna da geçmişti. Oğul artık Ke-ig-niş-im-o-win yani oruç töreninden geçip yaşamı boyunca hangi ruhun kendisinin kılavuz ve bekçisi olduğunu arama yaşına gelmişti.

Wunzh, oğulun adı buydu, bebekliğinde hep uysal bir çocuk olmuştu. Duygulu, düşünceliydi bütün ailesi onu severdi Baharın ilk işaretleri görünür görünmez ona evlerinin az uzağında geleneksel küçük odayı inşa ettiler, bu sakin rit sırasında rahatsız edilmeden orda kalacaktı. Bu sırada o da kendisini hazırladı ve kulübesine girip orucuna başladı.

İlk günlerde sabahları orman ve dağ yürüyüşlerine çıkmak, yeni açan çiçek, biten bitkileri incelemekle eğlendi. Böylece kendisini iyi bir uykuya hazırlıyor ve aynı anda düşleri için zihnini güzel şeylerle dolduruyordu. Ormanlarda dolaşırken bitkilerin, otların, tomurcuklarm insanların yardımı olmadan nasıl büyüdüklerini ve bazılarının şifalı veya zehirli sular içerdini öğrenmek için büyük arzu duydu. Yürüyemeyecek kadar yorulunca kulübesine dayanıp bunları düşünüyordu. Ve babasına, ailesine, bütün herkese yararı olacak birşey düşlemeyi arzuluyordu. “Elbette her şeyi Büyük Ruh yapıyor ve yaşamlarımızı ona borçluyuz” diye düşünüyordu, “fakat beslenmek için hayvan avlamak ve balık tutmaktan daha kolay bir yaşam yolu veremez miydi? Düşlerimde uğraşıp bunu bulmaya çalışmalıyım.”

Üçüncü gün zayıfladı ve kendinden geçti, yatağında kaldı. Böyle yatarken gökten inip ona gelen genç bir adam gördüğünü hayal etti. Zengin ve parlak giysiler içindeydi. Üstünde birçok yeşil sarı süsler vardı, bu renkler açık koyu tonlarıyla farklı farklıydılar. Başında sallanan tüyden sorguç vardı ve bütün hareketleri inceydi.

Gökten gelen ziyaretçi “Gökteki yerdeki her şeyi yapan Büyük Ruh tarafından sana gönderildim dostum” dedi. “Senin oruç tutarkenki hareketlerini biliyor ve görüyor. Bunların halkına iyilik yapmak gibi iyiliksever ve yararlı bir istekten kaynaklandığını, savaşta güç kazanmak veya savaşçıların en üstünü olmak için olmadığını görüyor. Ben nasıl iyilik yapabileceğini göstermek ve öğretmek için geldim.”

Sonra, genç adama, kalkıp onunla güreşmeye hazırlanmasını söyledi. İstediğini ancak bu yolla elde edebilirdi. Wunzh oruçtan zayıf düştüğünü biliyordu fakat yüreğinde kalkmak için cesaret buldu ve hemen, başaramamaktansa ölmeye hazır biçimde kalktı. Denedi fakat tüm çabasına karşın sonunda tamamiyle kesildi. O zaman güzel yabancı, “Dostum, bu seferlik yeter, gene gelip seni sınayacağım” dedi ve gülerek geldiği yöne doğru yükselerek gitti.

Ertesi gün gökten gelen ziyaretçi aynı saatte ortaya çıktı ve sınama tekrarlandı. Wunzh gücünün öncekinden de az olduğunu anladı fakat zihin gücü gövdesinin zayıfladığı kadar artmıştı. Bunu gören yabancı aynı sözleri söyledi ve “Yarın son sınaman olacak. Gücünü topla dostum. Çünkü beni yenmenin ve aradığın nimeti elde etmenin tek yolu bu” diye ekledi.

Üçüncü gün gene aynı saatte ortaya çıktı ve güreş yapıldı. Zavallı gencin gövdesi çok zayıf düşmüştü fakat kararlılığı daha da artmıştı. Kazanmak veya yok olmakta kararlıydı. Bütün gücünü kullandı, her zamanki süre sonunda yabancı kesildi ve yenilgiyi kabul etti. İlk kez kulübeye girdi ve gencin yanına oturup talimatlarını vermeye başladı, galibiyetin sonuçlarından nasıl yararlanacağını öğretti.

“Büyük Ruha isteğini kabul ettirmeyi başardın. Erkek gibi güreştin. Yarın orucunun yedinci günü olacak. Baban güçlenmen için sana yiyecek getirecek ve son sınav günün olacak, kazanacaksın. Bunu biliyorum ve ailene ve kabilene yararın olması için yapman gerekenleri şimdi sana söyleyeceğim. Yarın seninle buluşup son kez güreşeceğim. Beni yener yenmez elbiselerimi çıkartıp beni yere sereceksin. Toprağın otlarını, köklerini temizleyip toprağı yumuşatacaksın ve beni oraya gömeceksin. Bunu yapınca gövdemi rahat bırak fakat zaman zaman gelip ziyaret et. Yaşama dönüp dönmediğimi gör ve mezarımda yaramaz otlar büyümemesine dikkat et. Ayda bir beni taze toprakla ört. Eğer sözlerimi dinlersen, şimdi sana öğrettiklerimi halkına öğreterek onlara iyilik yapma amacına ulaşırsın.” Sonra gencin elini sıktı ve kayboldu.

Sabah gencin babası hafif yiyeceklerle geldi ve “Oğlum yeteri kadar oruç tuttun. Eğer Büyük Ruh sana iyilikte bulunacaksa artık bulunmuştur. Yedi gün yemek tatmadın, kendini kurban etmemelisin. Yaşamın Efendisi bunu istemiyor” dedi.

Genç, “Baba, güneş batana kadar bekle. Orucumu bu saate kadar uzatmamın bir nedeni var” diye yanıtladı.

“Peki” dedi yaşlı adam, “saati gelince ve sen yemek isteyene kadar bekleyeceğim.”

Gökteki yabancı her zamanki saatte geldi ve güç denemesi tekrarlandı. Gencin babasının getirdiği yemekleri kabul etmemesine karşın yeni güç kazanmış

olduğunu gördü, gayreti gücünü artırıp cesaretini çoğaltmıştı. Doğaüstü bir güçle melek benzeri rakibini yakaladı, yere fırlattı, güzel elbiselerini ve sorgucunu çıkardı. Öldüğünü görünce söylediklerini hemen dikkatle uyguladı. Onu gömdü ve arkadaşının yeniden dirileceğine tamamiyle inandı.

Sonra babasının evine döndü, kendi için hazırlanan yemeğin birazını yedi. Fakat arkadaşının mezarını bir an unutmadı. Bahar boyunca orayı ziyaret etti, otları yoldu, toprağı yumuşak tuttu. Çok geçmeden yerden yeşil filizler çıktığını gördü. Onlar büyüdükçe o da sözlere uymakta daha da dikkatli davrandı. Bu arada babasına görünmemeye özen gösteriyordu.

Böylece günler haftalar geçti. Artık yaz sona eriyordu ve bir gün uzun av yolculuğundan sonra Wunzh babasını oruç tuttuğu sakin ve serin yere çağırdı. Kulübe yerinde yoktu ve yerinde zararlı otlar bitmiyordu, uzun ve muhteşem bir bitki vardı. Parlak renkli ipeksi püskülleri ve sallanan sorguçları, dik yaprakları, altın koçanlarla doluydu.

Genç “Bu arkadaşım” diye bağırdı, “O bütün insanlığın arkadaşı Mondawmin (mısır). Artık yalnızca avcılığa bağlı kalmak zorunda değiliz. Bu armağan üredikçe ve beslendikçe toprak bizi besleyecek.” Sonra bir başak çekti, “Bak baba,” dedi, “ben bunun için oruç tuttum. Büyük Ruh sesimi duydu ve bize yeni bir şey getirdi. Halkımız yalnız av peşinde koşmak ve suları izlemek zorunda kalmayacak.”

Sonra babasına yabancının verdiği bilgileri aktardı. Ona geniş yaprakların güreşte elbiselerin soyulduğu gibi soyulması gerektiğini anlattı. Tohumun dış kabuğu soyulana kadar nasıl ateşte tutulması gerektiğini, bütün süt tohumda kalırken nasıl kızardığını gösterdi. Bütün aile yeni büyüyen tohumlarla ziyafet verdiler ve onu veren lütufkâr Ruha şükranlarını bildirdiler. Böylece mısır dünyaya geldi ve o günden beri de yeniliyor.”277

Aynı mitolojinin mükemmel bir örneği güney Amerika Amazon havzasının cangıllarında 1903-1905 yıllarındaki keşif gezisi sırasmda Theodor Koch-Grünberg tarafından kaydedilmiştir. Hemen hemen girilmesi olanaksız bu yeşil cehennemin ilkel ve vahşi halkı, en önemlileri öldürücü zehir (hidrosiyanik asit) içeren manyokla birlikte bitki üretimi de yapmaktadır. Manyokun besleyici kökü yenilmeden önce zehiri pişirilerek çıkartılmalıdır. Kadınlar -geleneksel giysileri tüm kılları alınmış kendi tenleridir- erkekler tarafından temizlenmiş topraklarda manyok yetiştirirken erkekler -giyimleri edep yerlerini örten dar bir şeritten ve süslemeden ibarettir- avlanır, balık tutar ve komşu kabilelerin en güzel kadınlarını pusuya düşürmeye çalışırlar. Temel besin olan ve zehirli oklar için de kullanılan manyok hafif ama yeterli sarhoşluk verici olarak da kullanılır, danslı ziyafetlerin ruhuna önemli katkıda bulunur. Yani, Dema’nın bütün gizemlerini yerine getiren bir bitkidir. Aynı anda yaşam verir, ölüm getirir ve ruhu coşturur.

Bu harika bitkinin yetiştirilmesi, hazırlanması ve kullanılması (bu arada, bizler de onu tapyoka278 çıkarmakta kullanırız) bu orman insanlarının kalıtımsal mucizelerinden biridir (elbette, göründükleri kadar basit olamazlar!). Törenlerinde hiç de basit olmayan birçok müzik aletleri çalarlar: büyük küçük ağaç kabuklarından trampetler, klarnetler, okarinalar, flütler ve flajoleler, kamış mızıkalar, bir kap içine üflenen tüpden oluşan bir tür çurunga -Frobenius’un ‘ekvator bölgesi’nin yarılmış kütükten davulu, bir tür ahşap boş silindir- doksan santim boyunda, havan gibi yere vurularak çalınır. Kolombiya-Brezilya sınırında (boylam 70 derece batı) tam ekvator kuşağı üstünde (enlem iki derece güney) Apaporis Irmağının aşağı boylarında sol kıyıda yaşayan Yahuna’ların muhteşem güneş-çocuk Milomaki efsanesini derleyen Profesör Kuch-Grünberg’in metninden bitkilerin kökenini, bu halkın ilk-meyva festivallerini ve bu ritlerin kutlandığı törenlere eşlik eden flüt ve kamışların garip müziğini de öğreniyoruz:

“Büyük Su Evinden, Güneş Ülkesinden yıllarca önce gelen küçük bir çocuk öyle güzel şarkı söylüyordu ki uzakyakın herkes onu dinlemek için toplandı. Çocuğun adı Milomaki’ydi. Fakat onu dinleyenler eve dönüp balık yeyince öldüler. Akrabaları bu arada büyüyüp genç bir adam olan Miiomaki’yi yakalayınca tehlikeli olduğu ve kardeşlerini öldürdüğü için onu kocaman bir ateşte yaktılar. Genç gene de sonuna kadar şarkı söylemeyi sürdürdü ve alevler gövdesini yalarken “Şimdi ölüyorum, şimdi ölüyorum, şimdi ölüyorum oğlum, şimdi bu dünyadan ayrılıyorum” diyen şarkısını kesmedi. Ve gövdesi acıyla şişerken hala muhteşem bir tonda şarkı söylüyordu: “Şimdi gövdem dağılıyor, şimdi ölüyorum.” Ve gövdesi dağıldı. Öldü ve gövdesi alevlerde yok oldu. Fakat ruhu göğe çıktı ve küllerinden daha o gün uzun, yeşil bir yaprak büyüdü, ertesi güne kadar koca bir ağaç oldu. Dünyadaki ilk paxiuba palmiyesi buydu…

İnsanlar bu palmiye ağacından kocaman flütler yaptılar ve daha önce Milomaki’nin söylediği gibi güzel şeyler çaldılar. İnsanlar bu gün de meyvaların ilk olgunlaştığı gün bu flütleri çalarlar ve dans ederler. Böylece Milomaki’yi yaratıcıyı ve bütün meyvaları vereni anmış olurlar. Fakat kadınlar ve çocuklar bu flütleri görmemelidir çünkü görürlerse ölürler.”279

Artık bildiğimiz gibi, Mısır tarımı Kuzey Amerikalılarca Meksika ve Peru’dan, Yenidünya’nın en büyük uygarlık merkezlerinden yayılmış olmalıdır. Şimdi mitologemimizin değişik biçimlerini örneklendirmeyi Azteklerden bir anlatımla tamamlayacağız. James G. Frazer Altın Dal’da, Fray Bernardino de Sahagun’un canlı anlatımından alıntı yapar:

“Yedi günlük katı oruçtan sonraki büyük Eylül festivalinde 12, 13 yaşlarında, bulunabilen en güzel köle kız Mısır Tanrıçası Chicomecohuatl’i temsil etmek üzere tanrılaştırıldı. Kızın başına tanrıçanın süsleri takıldı, boynuna ve ellerine mısır koçanları ve başındaki taca mısır başağını temsil eden yeşil bir tüy bağlandı. Mısırın şölen zamanında hemen hemen olgunlaştığı fakat halen yavru olduğu için Mısır Tanrıçasını temsil etmek üzere genç bir kız seçtiklerini söylediler. Bütün gün zavallı kızı süsleri içinde, başında yeşil sorguç sallanırken evden eve dolaştırdılar, neşe içinde dans ederek insanların oruçtan sonraki sessizlik ve durgunluklarını gidermeye çalışıyordu.

Akşam herkes tapınakta toplandı; tapınağın avlusu bir sürü kandil ve lambayla aydınlatılmıştı. Geceyi, orada uyumadan geçirdiler ve gece yarısı trampetler, flütler, borularla ağır bir müzik çalınırken, taşınabilir bir iskele veya tahtıravan ortaya çıkarıldı; üzeri mısır koçanlarının yapraklarıyla ve biberlerle süslenmiş ve her türlü tohumla doldurulmuştu. Taşıyıcılar bunu Tanrıçanın tahta imgesinin durduğu odanın kapısına yerleştirdiler. Şimdi oda içten ve dıştan mısır koçanı, biber, balkabağı, gül ve her türlü çiçekle süslenmiş, çelenklerle döşenmiş, yerler ilaha sunulan yeşilliklerle kaplanmıştı. Müzik kesilince rahip ve soylular harekete geçti. Ateşler yanıyor ve buhurdanlıklardan dumanlar tütüyordu. Tanrıça rolünü oynayan kız ortalarında kalmıştı. Sonra kızı iskeleye çıkardılar, kız mısır koçanları, balkabakları üstünde düşmemek için elleriyle trabzanları tutuyordu. Rahipler buhurdanlıkları dolaştırdılar, müzik tekrar başladı. Müzik devam ederken tapınağın önde gelenlerinden biri birden iskeleye çıktı, elindeki bıçakla, kızın başındaki tüyü kızın bağlı saçıyla birlikte kesti. Tüyü ve saçı tanrıçanın tahta imgesine büyük ağırbaşlılıkla ve törenle bağlayarak ve dünyanın meyveleri ve o yıl halka bağışladığı bol ürün için şükranlarını ifade ederek sundu. O ağlayıp dua ederken tapınaktaki herkes ağlayıp onunla birlikte dua etti. Bu tören bitince kız iskeleden indi ve gecenin kalan kısmını geçireceği yere götürüldü. Geri kalan herkes, geceyi tapınakta, meşalelerin ışığı altında geçirdi. Sabah olduğunda tapınağın odaları hâlâ doluydu; kutsal yere saygısızlık edip gitmeyi kimse düşünmüyordu. Rahipler tekrar tanrıça kıyafetindeki kızı getirdiler, taç başında ve mısır koçanları boynundaydı. Tekrar trabzanları tutarak iskeleye veya tahtıravana çıktı. Tapınağın yaşlıları iskeleyi omuzlarına aldılar. Onlar buhurdanlıkları sallayarak ilerlerken müzik aletleri çalınıyor, şarkılar söyleniyordu. Topluluk, tahta iskeleyi Tanrı Huitzilopochtli’nin bulunduğu odaya götürdü sonra kızın temsil ettiği Mısır Tanrıçasının tahta imgesinin bulunduğu odaya geri taşıdılar. Kızı iskeleden indirip kutsal odanın döşemesine bolca yığılmış mısır ve sebzelerin üstüne çıkardılar. Kız orada dururken, bütün yaşlılar ve soylular sırayla geldiler. Yedi günlük oruç sırasında kefaret olarak kulaklarından aldıkları kuru ve pıhtılaşmış kanla dolu düz tabaklar taşıyorlardı. Sırayla kızın önünde çöküp oturuyorlar; bu, bizim diz çökme hareketimize benziyordu. Tabaktan kan tabakasını kazıyarak, Mısır Tanrıçasının kişileşmiş imgesi olan kıza sundular; sağladığı nimetlerin karşılığını vermiş oldular. Erkekler alçakgönüllülükle kanlarını sunduktan sonra sıra kadınlara geldi ve onlar da sırayla aynısını yaptılar. Her biri kızın önünde çöküp kanını sundu. Tören uzun sürdü, genç, yaşlı, küçük, büyük ayrı tutmaksızın herkes canlanmış ilahın önünden geçip kurbanını sundu. Tören bitince yürekleri hafiflemişti; her türlü et ve yemeği yemek üzere evlerine gittiler, iyi Hıristiyanların yortudan sonra perhiz bitince neşe içinde yemeleri gibi şölenler verildiğini anlattılar. Doyuncaya kadar yiyip içtikten sonra, uyanık geçirdikleri gecenin yorgunluğunu atmış, dinlenmiş olarak şölenin sonunu görmek için gene tapınağa döndüler. Bu şölenin sonuydu. Kalabalık toplandı. Rahipler tanrıçayı temsil eden kızı indirdiler, sonra mısır, biber ve tohum yığınının üstüne yatırdılar, başını kestiler, akan kanı bir kaba topladılar. Kanı tanrıçanın tahta imgesine, odanın duvarlarını, döşemeyi dolduran mısır, balkabağı, sebze ve tohumların üstüne serptiler. Başsız gövdeyi yüzdükten sonra rahiplerden biri kendisini zorla kanlı derinin içine sığdırdı. Onu kızın süsleriyle süslediler, başına taç koydular, mısır koçanlarını, altın mısır koçanı ve tüylerden yapılma gerdanlığı beline ve boynuna taktılar. Böyle süsler içinde onu halkın önüne çıkardılar Herkes davulların gümbürtüsüyle dans ederken o, topluluğun önünde, yetişkin bir adam için dar olması gereken kızın dar ve ıslak derisinden oluşan elbiseleri içinde canlı bir şekilde zıplayıp oynuyor, kendisinden beklenen rolü yapıyordu.”280

İspanyol pederlerin Yenidünya’nın ayinlerinden kendi mitos ve kurban ve diriliş ayinlerinin şeytanca parodisini bulmalarında şaşılacak bir yan yok!

Bu rit için model oluşturan zamanın başlangıcındaki mitolojik olay türevlerinden biri, Tanrıça Tlalteutli’nin ilk suların yüzünde yürürken -gözleri hayvanlar gibi gören, çeneleri hayvanlar gibi koparan kocaman ve güzel bir tanrıça- ilk iki Tanrı, Quetzalcoatl (Tüylü Yılan) ve Tezcatlipoca (Tüten Ayna) tarafından görüldüklerini anlatıyor. Dünyayı ondan yaratmaya karar verdiler ve kendilerini iki güçlü yılana çevirerek iki yandan ona yaklaştılar. Biri sağ elini ve sol ayağını, öteki sol elini ve sağ ayağını yakaladı, tanrıçayı parçalara ayırdılar. Parçalardan dünyayı, gökleri ve tanrıları yaptılar. Sonra yaptıklarına teselli olarak bütün Tanrılar aşağı indi, saygıyla onun önünde eğilip, insanların yaşamak için gereksinim duydukları butun bitkilerin ondan oluşmasını emrettiler. Böylece saçları ağaçlar, çiçekler ve otlar, gözleri pınarlar, kaynaklar ve küçük mağaralar, ağzı ırmaklar ve büyük mağaralar, burnu vadiler, omuzları dağlar haline geldi. Fakat Tanrıça bütün gece ağladı çünkü insan kalbi yemeyi arzuluyordu. Kendisine insan kalbi verilene kadar da susmayacaktı. İnsan kanıyla ıslanmadan meyve vermek de istemiyordu.281

Joseph Campbell
İlkel Mitoloji / Tanrının Maskeleri
Çeviren: Kudret Emiroğlu
İmge Yayınları

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir