Marion de Lorme – Victor Hugo

Cemil Meriç’in edebiyat ve edebiyat dışı alanlardaki çevirileri, onun, “kültürle derinlemesine alışveriş kaygısı”nın, “düşünce mesaisi”nin izlerini taşır. Çevirilerinde Türkçeye olduğu kadar çeviri yaptığı dillere de hâkimiyetini gösteren Meriç, kendine has üslûbuyla bir yandan edebiyat ve düşünce dünyamıza katkıda bulunmaya devam ederken, zaman zaman da çevirdiği eserlerle ve yazarlarıyla ilgili kimi çalışmalarını okurlarla paylaşır.

Marion de Lorme, Victor Hugo’nun zenginlerle düşüp kalkan, gönül eğlendiren ünlü bir Fransız kadının hayatından esinlenerek kaleme aldığı beş perdelik oyunu.

1838’de geçen hikâyede Marion de Lorme âşıklarından kaçmak ve Didier’yle yeni bir hayata başlamak için Blois’ya yerleşir. Ancak geçmişi peşlerini bırakmaz. Hugo, bu aşk hikâyesini anlatırken, XIII. Louis döneminin siyasi arka planını da eleştirmekten geri durmuyor.


Önsöz

Hernani’den on sekiz ay sonra oynanan Marion de Lorme
1829’un Haziranı’nda kaleme alınmıştı. Hernani aynı yılın
Eylülü’nde.
Şimdi, 1831 Ağustosu. Ana konuyu, karakterlerin özelliğini, ihtirasların karşılıklı değerini, olayların akışını değil,
sahnelerin tertibini veya esas konu dışındaki buluşları bile
değiştirmeyen ufak tefek tadiller bir yana, yazar, eserini halka 1829 Haziranı’nda yazıldığı gibi sunuyor. Oyunun gerektirdiği ayarlamalar dışında metin üzerinde kalem oynatılmamış; dramdan ne bir parça çıkarılmış ne de herhangi bir parça eklenmiştir.
Yazar, sahneye daha iyi uymasını sağlamak için eserin ötesini berisini hafifçe kırpmıştır, hepsi o kadar. Piyesi, iki yıl
uzak kaldı tiyatrodan. 1829’dan 1830’a kadar süren gecikmenin nedenlerini halk çok iyi bilir. Mecburî bir gecikmeydi bu. Yazarın eli kolu bağlanmıştı. Yazar bu yarı siyasi, yarı
edebi hikâyeyi belki günün birinde anlatır; sansür “veto”yu
basmış, Martignac ve Polignac hükümetleri birbiri ardınca eseri yasak etmişlerdi. X’uncu Charles’ın iradesiydi bu.

(Sansür kelimesini sıfatsız kullandık. İktidardayken onunla
uzun zaman ve açıktan açığa mücadele etmiştik. Şimdi iktidardan düştü. Ona niçin hakaret edelim? Hele bir diriltmeye yeltensinler, o vakit görürüz).
Marion de Lorme’un 1830-1831 arasında oynatılmasını yazar istemedi. Feragat etti hakkından. O tarihten beri tanımak şerefine nail olmadığı bazı kimseler, mektup yazarak,
piyesin oynanmasını önleyen yeni bir engel mi var diye sordular. Bu önemsiz esere ilgilerinden ötürü kendilerine teşekkür eden müellif, durumu açıklamayı borç bilir, şöyle ki:
O cânım 1830 İhtilali’nden sonraki umumi hürriyetle beraber, tiyatro da kendi hürriyetine kavuştu. Sansürün diri diri gömdüğü piyesler, Eyub’un dediği gibi, kafataslarıyla mezarlarının taşını kaldırıp alay malay, gürültü patırdıyla Paris tiyatrolarına dağılıverdiler. Sevinç ve öfkeden henüz soluk soluğa olan halk, onları alkışlamaya koştu. Adalet yerini bulmuştu. Sansür dosyalarının herkesi sevindiren
bu boşanışı haftalarca sürdü. Comédie Française’in de aklına Marion de Lorme geldi.
Bu tiyatronun birkaç nüfuzlu şahsiyeti yazara başvurdular. Öteki piyesler gibi, onun da yasaktan kurtulan eserinin oynanmasına müsaade etmesi için ısrar ettiler. Kral tarafından yasak edilen dördüncü perde, X’uncu Charles’a lanet okunduğu zamanda bir siyasi tepki vaad eder gibi görünüyordu. Yazar, bu teşebbüste bulunanlara ve bilhassa Dona Sol rolünde çok parlak bir şöhrete ulaşan büyük aktrise,
o zaman da mahrem olarak söylediklerini burada açıkça tekrarlamak zorundadır: Eserinin bir müddet daha oynanmamasına onu mecbur eden asıl sebep de, böyle bir siyasi tepkinin doğuracağı başarı ihtimaliydi. Hissediyordu ki, kendi
durumu başkalarınkinden farklıydı.
Gerçi yazar, yıllardır muhalefetin –haydi en ünlü demeyelim de– en çilekeş saflarında yer almış, erkeklik çağına gireli beri terakkiden [ilerlemeden], tekâmülden [olgunluktan],
hürriyetten yana olan her düşünceyi cân-ı-gönülden benimsemiş ve bu sadakatinin delillerini bilhassa bir yıl önce yine
bu Marion de Lorme vesilesiyle göstermişti. Bununla beraber, henüz on altı yaşındayken siyasi emeller yüzünden edebiyat sahnesine atıldığı zaman ilk fikirlerinin, daha doğrusu
ilk hayallerinin kralcı ve vandeci olduğunu hatırladı. Hatta,
o devirde bir cülusiye [tahta çıkan padişah için yazılan şiir]
de yazmıştı; ne var ki, halk tarafından sevilen X’uncu Charles’ın alkışlar arasında “Artık sansür de yok! Mızrak da!” diye haykırdığı devirdi o.
Günün birinde geçmişin başına kakılmasını istemedi. O
zaman yanılmıştı şüphesiz. Yanılmıştı ama, inanıyordu. Samimiydi ve hiçbir çıkar düşünmüyordu… Bütün ömrünce de böyle kalacağını ummaktadır. X’uncu Charles düşmüştü. Bu vesileyle sağlanacak herhangi siyasi başarı herkes için bir haktı. Yalnız ona yasaktı bu. Milli gazabın fışkıracağı menfezlerden biri olmayı kendine yakıştıramıyordu.
Sarhoş eden bu Temmuz İhtilali’nde onun sesi, krala lanet
okuyanların değil, halkı alkışlayanların seslerine karışmalıydı. Vazifesini yaptı. Onun yerinde olan her namuslu insan da böyle yapardı.
Piyesinin oynanmasına izin vermedi. Üstelik, siyasi imalar ve mürettep [dizili] rezaletlerle elde edilen başarılardan
pek hoşlanmadığını itiraf eder. Bu başarılar büyük bir değer
taşımaz ve kısa ömürlüdür. Yazar, sanatçılara vergi olan iyi
niyetle XIII’üncü Louis’yi tasvir etmek istiyordu, şu veya bu
halefini değil. Hem sonra yazarlar, asıl ortada sansür yokken
kendi kendilerini dürüstlükle, samimiyetle, titizlikle sansür
etmelidirler. Sanatın şeref ve itibarını ancak böyle yükseltmiş olurlar. Asıl hüner, ortada tam bir hürriyet varken ölçüyü kaçırmamaktır.
Aradan üç yüz altmış beş gün geçti. Yani, yaşadığımız şu hengâmede üç yüz altmış beş hadise bizi düşen kraldan ayırıyor. Halkın dalgalar halindeki öfkesi, tenha bir kumsaldan
çekilen deniz gibi, yıkılan Restorasyon’un son yıllarını dövmüyor artık. X’uncu Charles, XIII’üncü Louis’den daha çok
unutuldu. Yazar da piyesini safiyetle, hiçbir gizli maksat gözetmeden, iyi veya kötü, ama sadece bir sanat eseri olarak
halka sundu, halk da böyle kabul etti eseri.
Yazar, bundan dolayı halkı da, kendini de tebrik eder. Siyasi meşgaleler arasında edebiyatla ilgili bir işin, edebi bir
olay diye ele alınması sanat adamları için bir şey, büyük bir
şey, hatta her şeydir. “Bourbon” hanedanının sakıt [düşmüş] kolu tahtda kalsaydı, bu piyes hiçbir zaman oynanmazdı. Onu sahneye çıkaran Temmuz İhtilali’dir. Eserimizin daha büyük bir değeri olsaydı, Temmuz İhtilali’nin sanata zararlı olduğunu söyleyenlere bu gerçeği hatırlatır, bu
büyük hürriyet ve kurtuluş hamlesinin sanat için zararlı değil faydalı olduğunu, faydalı da söz mü, sanat için zaruri olduğunu ispat etmiş olurduk. Gerçekten de restorasyonun
son yıllarında, on dokuzuncu asrın yeni zihniyeti tarih, şiir, felsefe –tiyatrodan başka– her alana işlemiş, her şeyi yeniden ele almış, ne varsa düzenlemişti. Bu garabetin tek sebebi vardı: sansürün tiyatroya çektiği duvar. Safça, mertçe,
bütün azametiyle, bir sanatkâr tarafsızlığı, ama tam bir sanatkâr tarafsızlığıyla bir kralı, bir papazı, bir asilzadeyi, tarihi ve maziyi sahneye aksettirmek imkânsızdır. Sansür, her
konuyu cilalayan, dolayısıyla hüviyetini değiştiren gelenekçi ve beylik eserleri hoş görüyor, gerçek sanat, gerçek ve samimi sanata göz açtırmıyordu. Polisin başka yerlerde meşgul olduğu nadir zamanlarda, aralık bıraktığı kapıdan bir istisna olarak, tarihî ve dramatik üç dört eser sızabilmiştir ancak. Vidocq, Corneille’in elini kolunu bağlıyordu. Demek
sansür, restorasyonun ayrılmaz bir parçasıydı. Biri ortadan
kalkmayınca, öteki yok edilemezdi. Sanat alanındaki devrimin gelişmesi için sosyal ihtilatın tamamlanması gerekti. Bir
gün, 1830 Temmuzu siyasi bir tarih olduğu kadar, edebi bir
tarih de sayılacaktır.
Şimdi sanat hürdür, bu hürriyete layık olmak da ona düşer. Sözümüzü bitirmeden ilave edelim: Halk hiçbir devirde bu kadar olgun, bu kadar aydın, bu kadar ağırbaşlı değildi. Böyle olması gerekirdi, oldu da. İhtilallerin iyi tarafı şu:
zekâları çabucak olgunlaştırırlar: aynı anda her yönden, bütün zekâları olgunlaştırırlar. Öyle bir devirde yaşıyoruz ki,
halkın içgüdüsü iki yıl içinde bir sanat zevki haline gelebiliyor. Gluckiste ve picciniste kelimeleri nasıl 1789 girdabına düştülerse, kavga vesilesi olan o zavallı klasik ve romantik kelimeleri de 1830 uçurumuna yuvarlandılar. Ayakta kalan yalnız sanat.
Kitlelerin ruhunda her gün biraz daha ciddi her gün biraz daha derin bir anlayışın geliştiğini görmek, halkı izleyen bir sanatkâr için –izlemelidir de her an– çok cesaret verici; hem politik, hem edebiyatı kucaklayan ve çağımıza yakışan bir anlayış bu. Maddi menfaatlerin ardı arası kesilmeyen baskısı altında bunalan halkın, yenileşen sanatın ilk şekil değiştirmelerini –hem de, değişiklikler bu eserdeki kadar
kırık dökük ve derme çatma olduğu zaman bile– akın akın
seyre koştuğunu görmek ne güzel manzara… Ona, ister bir
tarih sahnesinde maziyi anlatın, ister bir aşk dramında ezeli ibret dersi verin, bu halkın daima dikkatli, daima anlayışlı,
daima iyi niyetli olduğunu hissedersiniz. Bize kalırsa, dram
için en uygun zamandır. Tanrı kime böyle bir deha ihsan etmişse, buyursun! Hem geniş, hem sade, tek ve çeşitli bir tiyatro tarihiyle milli, gerçekleriyle halka, ihtiraslarıyla bütün
dünyaya seslenen beşeri, tabii ve dörtbaşı mamur bir tiyatro
kurmanın tam sırası. Dram şairleri, iş başına! Bu yüce ve güzel eseri siz başaracaksınız. Karşınızda, büyük şeylere alışmış büyük bir millet var: hem görmüş, hem yapmış. Geçen
yüzyıllarla çağımız arasındaki mesafe çok, çok büyük. Eskiden halk, sanatın üzerine nakışlar çizebildiği uçsuz bucaksız bir duvardır… Şimdi tiyatro yerinden oynatıyor kitleleri,
temelinden sarsıyor.
Şiir öldü, sanat imkânsız diyorlar. Hem de, bunu söyleyenlerin arasında çok zekiler de var. Niçin? Her şey her zaman mümkündür. Dün de mümkündü, bugün de. Hele yaşadığımız devirde imkânsız şey yok. Çok parlak bir istikbal
bekliyor yeni nesilleri, çok yüksek bir ülkü canlandırıyor…
Kendine güveniyor bu nesiller… hakları da var. Onlardan
neler beklenmez? Aralarından biri olmakla övünen, –en değersizlerinden biri olduğu halde– adının zaman zaman dillerde dolaştığını görüp göğsü kabaran bu piyesin yazarı da,
genç çağdaşlardan her şeyi umuyor. Hatta, büyük bir şair çıkacağını bile. Şayet, gizli kalmış böyle bir deha varsa, zamane çorakmış, kısırmış, şiirden nasipsizmiş diye haykıranlara
bakıp da yeise düşmesin. Devrimiz çok mu ilerlemiş? İlkel
dehalar yetişmez miymiş; bırak söylesinler, delikanlı! On sekizinci asrın sonunda biri kalkıp da naipten, Voltaire’den,
Beaumarchais’den, XV’inci Louis’den, Cagliostro’dan, Marat’dan sonra, o yüce, o destanî, o hemen hemen efsanevi Charlemagne’ların hâlâ çıkabileceğini söyleseydi, bütün
şüpheciler, yani bütün cemiyet buna omuz silker ve gülerdi. Oysaki, on dokuzuncu yüzyılın başlarında bir imparatorluk kuruldu ve imparator geldi. Charlemagne’a kıyasla Napoléon neydiyse, Shakespeare’e kıyasla da öyle bir şair neden gelmesin?
Ağustos 1831


Kitabın Künyesi
Marion de Lorme
Victor Hugo
Çeviri: Cemil Meriç, Mahmut S. Kılıççı
İletişim Yayınları
1. baskı – Kasım 2020
211 sayfa


İÇİNDEKİLER
Önsöz 7
Marion de Lorme
Şahıslar  15
BİRİNCİ PERDE
Buluşma 17
İKİNCİ PERDE
Düello  43
ÜÇÜNCÜ PERDE
Komedi 75
DÖRDÜNCÜ PERDE
Kral 123
BEŞİNCİ PERDE
Kardinal 169


Victor Hugo
26 Şubat 1802’de Napoléon’un ordusunda görevli subay Joseph Léopold Sigisbert Hugo ile Sophie Trébuchet’nin en küçük oğlu olarak Besançon’da dünyaya geldi. Babasının atamaları gereği aile, önce İtalya’ya, ardından Paris’e, oradan da İspanya’ya taşındı. Hugo 1815’ten 1818’e kadar Paris’teki Pension Cordier ve Lycée Louis-le-Grand’a devam etti. Ergen yaştan itibaren şiir yazmaya ve Virgil çevirileri yapmaya başladı. 1822’de ilk şiir derlemesi Odes et poésies diverses’i (Odlar ve Çeşitli Şiirler), ertesi yıl ilk romanı Han d’Islande’ı (İzlanda Hanı) yayımladı. 1822’de bir subayın kızı olan Adèle Foucher ile evlendi. Çiftin, ilki doğumundan kısa süre sonra ölen toplam beş çocuğu oldu. Hugo 1820’li yıllarda edebiyat çevrelerine katıldı ve Lamartine, Vigny ve Musset gibi yazarlarla birlikte romantizm akımının kalesine dönüşen Cénacle grubunu kurdu. 1827’de yayımlanan Cromwell oyununa yazdığı önsöz, klasik Fransız edebiyatına karşı romantizmi savunduğu bir manifesto olarak kabul edildi. 1929’da gerçek bir olaydan esinlenen Bir İdam Mahkûmunun Son Günü adlı kısa romanını yayımladı. 1830’da yayımlanır yayımlanmaz büyük başarı kazanan oyunu Hernani geniş kitlelerce tanınmasını sağladı. Ertesi yıl ilk tarihî romanı olan Notre Dame’ın Kamburu’nu yayımladı. 1833’te yazdığı Lucrece Borgia adlı oyununun prömiyerinde, yarım asır boyunca ilişki yaşayacağı oyuncu Julie Drouet’yle tanıştı ve âşık oldu. 1841’de uzun zamandır kabul edilmeyi beklediği Académie française’e seçildi. 1843’te kızı Léopoldine’in bir kaza sonucu ölümüyle sarsıldı. Bu kayıptan sonra siyasetle ilgilenmeye başladı ve 1852’ye kadar kitap yayımlamadı. 1845’te Kral Louis-Philippe’ten soyluluk unvanı aldı. 1848 Devrimi’nden sonra kurucu meclise ve parlementoya girdi, burada idam cezasına karşı mücadele etti. 1851’de III. Napoléon darbe yapıp yönetimi ele geçirince, ona karşı direniş hareketi örgütlemeye çalıştı, ancak Aralık ayında tutuklanacağını anlayarak Brüksel’e, ardından Jersey’e kaçtı. Yaklaşık yirmi yıl süren sürgün döneminde Napoléon le petit (Küçük Napoléon, 1852) ve Histoire d’un crime (Bir Suç Hikâyesi, 1877) adlı hicivlerini yazdı. Aynı dönemde Les Châtiments (1853, Azaplar), Les Contemplations (1856, Düşünceler) ve La Légende des siècles (1859, Yüzyılların Efsanesi) gibi en sevilen şiir kitaplarını ve Sefiller (1862) ve Deniz İşçileri (1866) gibi büyük romanlarını tamamladı. III. Napoléon 1859’da bütün siyasi sürgünler için genel af ilan etse de, Hugo Fransa’ya ancak 1870’te, iktidar değişip Üçüncü Cumhuriyet kurulduktan sonra döndü. Paris’e dönüşünde halk tarafından büyük coşkuyla karşılandı ve ulusal meclise seçildi. 1872’de Korkunç Yıl adlı şiir kitabını, 1874’te Doksan Üç Harbi romanını yayımladı. 1876’da sağlık sorunları yaşadı ve hafif bir felç geçirdi. Büyük aşkı Julie Drouet’nin ölümünden iki yıl sonra, 22 Mayıs 1885’te kalp yetmezliği sonucu geçirdiği zatürreeden hayatını kaybetti. İki milyonu aşkın kişinin katıldığı cenaze töreniyle Panthéon Mezarlığı’na defnedildi.