Musa Anter: Falih Rıfkı Atay’dan hem hoşuma giden ve hem de okuyucularımı düşündürecek üç fıkrasını anlatayım

Falih Rıfkı Atay40’lı yıllarda Feneryolu Bedirhani Murat Paşa Köşkü’nde oturuyordum. Yeni evliydim. Büyük oğlum Anter 3 yaşında, kızım Rahşan da 1 yaşında idi. Bugün Adana zenginlerinin eline geçen Çiftehavuzlar’daki meşhur Ragıp Paşa Köşkü o vakit Marmara Yat Klübü idi ve müdürü de Falih Rıfkı Atay’dı. Çarşamba günleri ailelere açıktı. Giderdik. Falih Rıfkı’yı sevmezdim ama bir devrin canlı tarihi idi. Cemal Paşa’dân, Kemal Paşa’ya kadar bir ayna idi. Sık sık masaları dolaşır ve en çok da masama gelir, beraber dondurma yer, keyifli keyifli bize güzel fıkralar anlatırdı. Kendisine alaka gösterdiğimi anlayınca da, daha güzel fıkralar anlatırdı. Şimdi ben, hem hoşuma giden ve hem de okuyucularımı düşündürecek üç fıkrasını anlatayım. Gerçi, ben Zeytin Dağı yazan Falih Rıfkı Atay kadar güzel anlatamam ama işte aklımda kaldığı kadar ve langar lungur Kürtlüğümle, bu kadar olur işte. Şimdi Falih Rıfkı’dan anlatayım!

“Bir gün Büyükada Kulübü’nde idik. İngiltere büyükelçisi de oradaydı. Bir ara dışanya çıktı ve beni heyecanla çağırdı. Elçi bana, Büyükada çamlarını gösterdi. ‘Bak Falih, şu çamlan görüyor musun?’ dedi. ‘Evet’ dedim, ‘Ne var çamlarda?’ ‘Var var. Bir de şu Türk evlerine bak!’ dedi. ‘Ee, ne olmuş!’ dedim. ‘Ne olmuşu var mı? Bak tüm çamlar deniz görür. Ama Türk evleri ön öne yayıldığı için, ancak ön sıra deniz görür. Demek, çam ağaçlan siz Türklerden daha akıllıdır’ dedi… Başka bir gün de yine aynı elçi, adı uzun idi ama akılda kalan Hudsinger idi. Bana şöyle bir öykü anlattı. Dedi ki; ‘Falih Bey, ben balık avına meraklıyım. Marmara’da ava çıktım. Bir ara etrafımı bahriye muhafızlan kapladı. Sille tokat beni Gölcük Üssü’ne götürdüler. Meğer girdiğimiz yer Gölcük yasak bölgesi imiş. 1944, harp devam ediyor. Büyükelçiyim, dedim; Dostuz, dedim. Para etmiyordu. Ankara, telsizler,
telgraflar ancak beni kurtardı. Peki Falih Bey, siz deniz yasak bölgenizde, AvrupalIlardan neyinizi saklıyorsunuz? Yahu, zaten Avrupa tezgahlarında yapılan uyduruk gemileriniz, daha elinize geçmeden, planları bizdedir. Bizden gizli olarak birşey yapabilirsiniz, o da eski Alman gemisi şimdi Yavuz dediğiniz gemiye tamir koyabilirsiniz. Yani ben, Britanya Deniz Kuvvetleri’ne, ‘dikkat Türkler, Yavuz’a tamir koydular’ diye mi rapor vereceğim?”

Tabi gülüyorduk ağlanacak halimize.

Yine bir gün Atatürk’le bir anısını anlattı. Öyküyü E Rıfkı’dan dinleyelim:

“1925 yılı idi. Bir gün Atatürk beni çağırdı. ‘Falih, sen Fransızca biliyorsun. Latin harflerinden bir alfabe yap ve bu iş beş günde bitmelidir!” diye emir verdi. Ben, ‘Paşam beş günde nasıl bir alfabe yapayım?’ dedim. Atatürk ki o vakit Mustafa Kemal Paşa idi. Hiddetle, ‘Yaparsın yaparsın. Biliyorsun milletimiz cahildir, mümkün mertebe harfler az olsun, o kadar!’ dedi. Ben de mecbur kaldım. Çarşambadan Pazartesine bugünkü alfabeyi yaptım. Harfler az olsun diye, kalın, ince harf yaptım, i-ı, u-ü ve o-ö’yü uydurdum. Bir de q ve w’yi çıkardım. Böylece dünyada en az harfli Latin alfabesini yaptım. Tabii Atatürk de beğendi.”

Bir de Yakup Kadri Karaosmanoğlu ve Falih Rıfkı Atay’la olan bir öykü vardır.

1954’te ben Diyarbekir Turistik Palas’m idare müdürü idim. Otelim, tabir caiz ise, Ankara’daki ‘Ankara Palas Oteli’ gibi idi. Bir taşra otelinden ziyade bir siyaset merkezi idi.

Kimler bana misafir olmadı ki! Amerika Cumhurbaşkanı Stevenson, Mr. Dor, İngiltere büyükelçisi ve daha birçok Amerika ve Avrupalı büyük asker ve siyasiler.

Türkiye’den Celal Bayar, Adnan Menderes, Fuad Köprülü, Samed Ağaoğlu ve Yakup Kadri Karaosmanoğlu.

Bunlar içinde en çok sevdiğim Yakup Kadri Karaosmanoğlu idi. Her ne ise biz onu bir Kürt dostu biliyorduk. Zaten adam şoven değildi. Biraz şair, biraz yazar ve içli bir zattı. Tahmin ediyorum, eğer Türkiyeli olmasaydı, çok daha iyi bir adam olurdu.

Bir gün otel salonunda bize şöyle bir öyküsünü anlattı:

“Otuzlu yıllarda Atatürk’ün emriyle ben, Falih Rıfkı Atay ve Hamdullah Suphi Tannöver, Türk dilini sadeleştirmeye memur edildik. Çalışıyoruz, bir gün Falih Rıfkı, Atatürk’ün bir emrini bize getirdi. Emir şöyle: Fahih Rıfkı, “Arkadaşlar Atatürk buyurdu ki Türkçede ‘d’ ile biten kelimeh ‘t’ ile bitecek ve ‘b’ ile bitenler ‘p’ ile bitecek. Ben ve Hamdullah Suphi itiraz ettik. Öyle şey olur mu, dedik. Falih, emir kulu idi. ‘Vallahi, emir böyle. İsterseniz siz kendisine söyleyin!’ dedi. Ben, peki, dedim ve akşam sofrada Atatürk’e, ‘Sayın Paşam, Falih böyle söylüyor, olur mu?’ dedim. ‘Niye olmaz be Yakup?’ dedi. ‘Paşam, mesela benim adım Tevrat’ta, Incil’de, Kuran’da ‘Yakub’dur. Böyle beynelmilel bir adı nasıl değiştiririz?’ diye açıkladım. ‘A be, kim sana beynelmilel ad al dedi be Yakup!’ dedi. Baktım ki kararı karardır, vazgeçtik. Meğer kendi şivesi Trakya ve Selanik şivesi idi. Onlar, kelimenin sonlarını ‘p’ ve ‘t’ ile bitiriyorlar. Ve işte böylece bugünkü Türkçemiz, Trakya şivesine döndü.”

Musa Anter
Hatıralarım (1-2)
avesta yayınları

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir