Odysseus ve Deniz

Uygarlık bir özgürleşme ve fetih harekâtıdır. Ünlü Homeros’un adıyla bize ulaşan ikinci destan bu fetihlerin en önemlilerinden biridir: Cesaret, sabır ve zekâ ile Yunan halkının denize açılması. İşte bu fethin kahramanı Odysseus’dur (Odysseia destanı onun adını taşır).
Odysseia’nın şairinin İlyada’nınkiyle aynı kişi olup olmadığı konusunda kesin bir bilgi yoktur, hatta çok kuşkuludur. Eskiler daha o zamanlar bile bu konuda kuşku duymuşlardır. Şiirin dili, töreler, dinsel inanışlar İlyada’dakilerden belki yarım yüzyıl daha yenidir. Bununla birlikte, şiirin doğuşu, doğaçlama oluşması, Homerosoğulları (Homerides) adı verilen bir şairler loncasında önceleri sözlü olarak aktarımı, bütün bunlar İlyada konusunda olduğu gibi açıklanabilir. Onu dizelere döken ozan/şair, geniş Odysseus destanları çevrimini oluşturan bir şiirler toplamını, kuşkusuz kendine konu edindi: Sanatının kurallarına göre seçtiği bölümleri sıraya koyan, genişleten ya da kısaltan ozan elimizdeki şiire sağlam bir bütünlük verebilmiş ve ona kahramanının güçlü kişiliğini katmıştır. Odysseus olmasa, Odysseia ancak ilginç yanları olan değişik bir masallar ve maceralar derlemesi olurdu. Ama gerçekten bu masallardan hiçbiri, bu maceralardan hiçbiri –bunların kökenleri çok değişiktir ve kimileyin insanlığın ilkel folklorunun karanlığında yitip gitmişlerdir–, bu anlatılardan hiçbiri yoktur ki Odysseus’un ya cesaretini, ya kurnazlığını, ya zekâsını ya da bilgeliğini dile getirmesin. Odysseia’nın şairi, yani henüz şekilsiz bir şiirsel konuyu oluşturan, biçimlendiren, yönlendiren; olay, olgular ve kişiler olarak her şeyi yalnız Odysseus’a bağlayan kişi; bir de kendisinin yeniden yarattığı bu yapıtı yazı ile saptayan kişi çok büyük bir şairdir. Dahası şairden de öte büyük bir sanatçıdır. Odysseia’nın yazım tarihi, çok yaklaşık kestirimle, zamanımızın epey gerisinde İ.Ö. VIII. yüzyılın ikinci yarısı, hatta sonuna yakın olarak saptanabilir. (Bu tarih konusunda bütün bilim adamları anlaşmaktan uzak, hem de çok uzaktırlar.) Kendisi bilmiyormuş gibi görünse de, Yunan halkı tarafından Batı Akdeniz’in keşfi ve fethi sırasında yazılan Odysseia, Yunan halkının ulusal destanı olmadan önce, yükselen, gemiciler, tüccarlar ve deniz adamları sınıfının şiiridir.
Şairinin adı bizce pek önemli değildir. Öte yandan İlyada ve Odysseia’nın belki de farklı ozanlarını aynı Homeros (belki de Homerosoğulları loncasının bütün üyelerinin bir tür aile adıydı bu) adıyla anmakta hiçbir sakınca yoktur. Onu, bizden önceki yirmi beş yüzyılı aşan zaman yaratmış ve aradan geçen yüzyıllar bu iki başyapıtın güzelliklerini yudumlamaktan geri kalmamışlardır.

Gördük ki, Yunanlılar ülkelerine geldiklerinde ne denizi ne de gemi kullanmasını fazlaca biliyorlardı. Oysa gemicilik sanatında onların ustaları olan Egeliler yüzyıllardan beri kürekli ve yelkenli gemiler kullanıyor, Homeros’un dediği gibi, belli başlı “deniz yolları”nı keşfediyorlardı. Asya kıyısına götürenler, Mısır’a ve daha ötesine gidenler, Sicilya’dan itibaren Batı Akdeniz’in kapısını açanlar vardı. Egeliler bu yollarda örneğin “sessiz değiştokuş” dedikleri basit ticaret biçimleri uyguluyorlardı; buna göre denizciler değiştirmek istedikleri ürünleri getirip bir kıyıya bırakırlar, sonra gemilerine dönüp, yerlilerin aynı değerde ürünler bırakmalarını beklerler. Ondan sonra –genellikle birçok deneme yapılır– mallar takas edilir. Ama, Ege ticaretinin en ilkel ve en sık görülen biçimi henüz düz korsanlıktı. Pelasg korsanları Hellen geleneğinde uzun süre ünlerini korudular: Gerçekte; onların korkunç ardılları oldu.
Gerçek anlamıyla Yunanlılar –bunu tekrarlamak gerek– Egelilerin denizcilik geleneklerini ancak yavaş yavaş benimsediler; bunun için yüzyıllar gerekti. Onlar, her şeyden önce toprak adamıydılar. Avı ve de küçük sürülerini ihmal de etmeksizin, denizi öğrenmeden önce, toprağı işlemeyi öğrenmek zorundaydılar. Bir süre sonra salt tarımsal ekonomi onlara yetmez oldu. Yalnız doğunun onlara sağlayabileceği işlenmiş ve doğal ürünleri gereksinip istediler. Soylular külçe altın, mücevherler, işleme ya da renk renk boyama kumaşlar, güzel kokular istiyorlardı. Öte yandan, söylendiğine göre, batı, almak isteyene toprak, hem de çok iyi toprak sunmaktaydı. Orada henüz çok genç Yunanistan’ı dolduran serserilerin ağzının suyunu akıtacak nice şey vardı. Ama herhalde Yunanlıları denize açılmaya yüreklendirmede, bazı metallere olan gereksinim, tüm başka şeylerden daha çok yardımcı oldu. Ülkede demir bol değildi. Hele, kalay, Yunanistan’da da komşu ülkelerde de hiç yoktu. Oysa bakırla birlikte tunç bileşimine giren bu metal, bu alaşımla, dayanıklı olduğu kadar güzel bir bronz üretebilen tek metaldir.
Gerçi demir kılıç, Dorların istilasından itibaren tunç hançeri alt etmişti ama, VIII. yüzyılda ve daha sonra zırhlı ağır askerin koruyucu zırhının yapımında aranan metal hâlâ tunçtur. Dört parçalı zırh şöyledir: Tolga, omuzlardan karına koruyucu zırh, baldırlarda bacak zırhı, sol kolda kalkan. Savaş alanlarında bu soylu zırh egemen olduğu sürece kalay, bu zırhı taşıyanlar için zorunluydu.
Öyleyse ilk ticaret saferlerinin başını çekenler eski klanlardan çıkan gözüpek soylulardır. Yalnız onlar gemileri yaptıracak ve donatacak durumdaydılar. Bu toprak zenginleri bu yeni zenginlik kaynağını, yani ticareti bulduklarına pek de üzülmüş gözükmezler. Ama denize açılacaklar yalnız onlar değildi: Kürekçilere, tayfalara, kaçakçılara ve topraklarda çalıştıracak çiftçilere (yarıcılar)3 gereksinimleri vardı. Yunanistan’da bol bol bulunan topraksız ve işsiz insan kitlesi onlara kârlı seferlerinin çekirdeğini sağladı.
3 Kiralanan toprak çalışanları 1/6 oranında üründen pay alan ortakçılardı.
Ama VIII. yüzyılın insanlarını bir tür büyü ile etkileyen bu nadir kalayı nerede bulmalı? En azından Akdeniz’de, sadece iki bölgede. İlki Karadeniz’in dibinde, Kafkasların eteğinde bulunan Kolkhis’de. Önce İonia’nın büyük denizcilik sitesi Miletos, sonra da başkaları, doğudaki bu kalay yolunu kullandı: Miletos kendi madenciliğini ve komşu halklarınkini Kafkas madenleriyle besledi. Ama, Asya boğazlarının eski yolundan çok daha tehlikeli ve daha bilinmedik bir başka kalay yolu daha vardı: Yunanistan’ı güneyden dönüp adasız denize giren yol, tehlikeli Messina Boğazından ötede ve İtalya kıyılarını izleyerek Etruria maden ocaklarının kalayını bulmaya gidiyordu. Bu yol Euboea’daki (Evia) Khalkis (Halkis) ve Korinthos (Korintos) gibi, büyük demirhane ustaları yetiştiren sitelerin yolu idi.
Bu batı yolu, aynı zamanda Odysseus’un uzun gezi yoludur ve kuşkusuz hem bu yoldan giden maceracılar, denizciler, sömürge adamları hem de şu zengin tüccarlar ve silah yapımının coşturduğu askeri oligarşi için yazılmıştır Odysseia’mız. Odysseus ise, denizciler, tüccarlar ve soylu işadamlarından oluşan bu uyumsuz yığının öncüsü durumundaydı.

Bununla birlikte, Odysseia’mız, kalayın ele geçirilişinin öyküsünü açıkça anlatmaz. Bütün destanların yaptığı gibi yapar. Batıdaki deniz yollarında elli ya da yüz yıl önce bir denizcinin yaptığı inanılmaz keşifleri efsanevi bir geçmişe taşır. Homeros, bu bilinmeyen denizi, Odysseus’dan önce keşfetmiş olan ve bütün limanlarda gemiciler arasında ağızdan ağıza dolaşan anlatılardan yararlanır –dev insanlar, yüzen adalar, gemileri yutan ya da parçalayan canavarlar. Homeros’un Odysseus’u, iki kez büyücünün adası ile karşılaşır. Ve denizciye yurdunu unutturan bitkinin öyküsü de vardır. Odysseia, tıpkı Binbir Gece Masalları’nda olduğu gibi böyle öykülerle doludur. Destanda, tarihi ya da coğrafi, kökeni ne olursa olsun, öykümüzün hareket noktası, İthake kralı Odysseus’un Troya’dan dönüşü ile hiçbir ilgisi olmayan ve ondan çok daha eskilere dayanan masallardır.
İlyada’nın Odysseus’u büyük saygınlığı olan iyi bir asker, orduda bulunan Thersites gibilere disiplini kabul ettiren çok güçlü bir kral, bir diplomat, çok zeki bir konuşmacıdır. Büyük bir denizci olduğunu gösteren hiçbir belirti yoktur. Odysseia’da ise tersine, deniz adamları hakkında halk imgeleminin uydurmuş olduğu Sinbad ya da Robinson Crusoé’ninkiler türünden tüm serüvenler onun başından aşağı boşaltılmış gibidirler.
O, maceraları kendine çeker, “birçok halkı gören, onların adetlerini tanıyan, denizin kötü yanlarına dayanan, kendi hayatını ve başkalarınınkini kurtaran ‘insan’” olur. Deniz serüvencisi, “dört bir yanda dolanıp duran” insan, “ele avuca sığmaz” denizlerde acı çeken kahraman olur çıkar. Böylece batının denizlerinde yolunu şaşıran denizcilerin atası ve koruyucusu, Homeros’un kendileri için türkü yaktığı, o yiğit serüvencilerin efsanevi öncüsü haline gelir.
Ama bu denizci masallarından daha önce, hatta bütün Akdeniz gemiciliğinden önce Odysseus simgesinin oluşumuna başka öğeler girer. Odysseus, koca’nın dönüşüne ilişkin halk öyküsünün de kahramanıdır. Bir erkek uzun bir yolculuğa çıkmıştır. Karısı ona sadık kalacak ve dönüşünde onu tanıyacaktır; eski İskandinav ozanlarında ve Ramayana’da da gördüğümüz bu antik öykünün düğümü böyledir. Koca yaşlanmış ya da kılık değiştirmiş olarak döner ve kimliğini gösteren üç işaretle tanınır. İşaretler, masalın bir türünden öbürüne değişir. Ama Homeros’un kabul ettiği anlatımın üç işareti Odysseia’da şu biçimde göze çarpar. Kendi yayını gerebilen yalnız kocadır. Evlilik yatağının nasıl kurulduğunu yalnız o bilmektedir. En sonu, kocanın bir yara izi vardır ki onu yalnız karısı bilir. Bu işaret öyküdeki son işaret olacaktır, çünkü eşlerin kesin olarak birbirini tanımasını sağlar. Homeros’un izlediği masalda işaretlerin sırası herhalde böyleydi. Şair bunları şiirin son derece dramatik üç sahnesinde kullandı, ama bunların sırasını değiştirerek, önemini ayırarak, kullanım düzeylerini farklılaştırarak kullandı. Halk masallarında olaylar hemen her zaman üç dizi halinde meydana gelir. Bu üçlü yineleme saf merak duygusunu ayakta tutar. Homeros yinelemenin etkisini belirtmek yerine üç işaretin koşullarını elinden geldiğince değiştirir. Yalnızca evlilik yatağı işareti, hâlâ güven duymayan Penelopeia’nın (Pinelopi) Odysseus’a bir tuzak kurduğu o güzel sahnede, iki eşin birbirini tanımasında kullanılır. Penelopeia Eurykleia’ya (Evriklia), evlilik yatağını yatak odasından dışarı çıkarmasını buyurur. Odysseus titrer. Kökleri toprağa bağlı canlı bir zeytin ağacının gövdesine yatağın tabanı olacak bir biçim vererek yatağı vaktiyle kendi yapmıştır. Bir rezilin çıkıp zeytin ağacını tam dibinden kesmediği sürece kurmuş olduğu yatak düzeneğinin bozulmaz olduğunu bilir. Bunu söyler ve böylece kendini karısına tanıtır. Yay işareti, talipliler arasındaki büyük yarışma sahnesinde kullanılır. Odysseus hiçbirinin kuramadığı yayı kurarak ve okunu Antinoos’a (Antinous) yollayarak taliplilere kendini tanıtır; adını bir meydan okuma olarak savurur. En sonu, üç işaretten birincisi yara izi, bütünüyle beklenmedik bir sahnede kullanılır: Yara izi onu, ayaklarını yıkadığı sahnede, yaşlı dadısı Eurykleia’ya tanıtır, bu da çok önemli bir düğümü uyandırır ve Odysseus’un ustaca yaptığı planı altüst etme tehlikesiyle karşı karşıya bırakır.

Paestum’da Poseidon tapınağının sütunları (V. yüzyıl)
Böylece Homeros’un sanatı, kocanın eve dönüş masalından, “dizi halinde” aldığı öğeleri canlı, beklenmedik ve değişik durumlarla zenginleştirir.
Bir erkeğin yurduna dönüşünün şiiri olarak Odysseia’nın uzak kökenlerinden bazıları bunlardır.

İyi bilinen bu şiiri bir kez daha anlatmanın yararı yoktur. Yine de Odysseus’un ancak, yokluğunda komşuları tarafından tavlanmaya çalışılan karısı Penelopeia’ya ve giderken küçük yaşta bıraktığı Telemakhos’a (Telemahos) olduğu kadar, mülküne de çok bağlı bir toprak sahibi olduğunu unutmayalım. Troya on yıl süren kuşatmadan sonra ele geçirilince o yalnızca tez elden dönmeyi düşünür. Ama adası İthake’ye varması için Yunanistan’ı dolaşması gerekir. O sırada, Maleas burnunda bir fırtına, onu batı denizlerinde Sicilya, Sardunya, Kuzey Afrika’ya doğru atar; Troya Savaşından sonraki yüzyıllarda buralar, bilinmeyen denizin ötesindeki ülkeler, canavarların yaşadığı korkunç topraklar olmuşlardır yeniden. Böylece, bu toprak adamı zorla denizci olur. Ama o yalnızca hep dönüşünü, İthake’sini, ailesini, topraklarını düşünmektedir. Odysseia bu dönüşün on yıllık öyküsüdür, denizin tuzaklarına karşı mücadeledir, sonra da kılık değiştirip evine döndüğünde karısını çepeçevre kuşatan, kendi evine yerleşip malını mülkünü tüketen taliplilere karşı mücadeledir; bu taliplileri yavaş yavaş, sakına sakına kendini tanıttığı yirmi yaşındaki oğlunun ve sadık iki uşağının yardımıyla öldürür. Odysseia bir aile mutluluğunun yeniden kurulmasıdır. Ama elbette nice çabalar, nice mücadelelerden sonra!

Herakles’in başı. Selinus metopu
(VI. yüzyılın başı)
O zamanın insanları için batı denizi çok korkunç, henüz yabanıl bir gerçekliktir. Düşünmeden oraya gidiveren insanları sayısız tehlikeler beklemektedir. Akıntılar gemileri sürükler, dar geçitlerde ya da burunların kayalıklarında fırtınalar parçalar ya da yıldırım düşünce, gemi kükürtle dolar ve tayfası denize dökülür. Hatta gökyüzü öylesine kapanır, kılavuz-yıldızlar öylesine gizlenirler ki insan artık “güneşin yeraltına indiği koyu karanlıkta mı yoksa tan yönünde mi” olduğunu bilemez. Odysseus’un karşılaştığı gündelik tehlikelerden bazıları bunlardır. Ama boğazlarda gemileri bekleyen, onları soyan, tayfaları köle olarak satan korsanlar da vardır. Ya da bilinmeyen bir kıyıya çıkan gemicileri öldüren vahşiler. Ya da insan yiyenler.
Ve Odysseus ile adamları korkulu denizde rastgele, ne tür bir gemiyle dolaşırlar? Güvertesi olmayan, ancak bir yelkeni bulunan, yalnızca art rüzgârdan yararlanabilen bir gemidir bu. Baştan esen rüzgâr tayfaları kaçırırken ilerlemek olanaksızdır. Rüzgâr ters esiyorsa kürek çekmekten başka yapacak şey yoktur. Gökteki takımyıldızlardan başka harita olmayınca ve özellikle yiyecek nedeniyle çoğu zaman kıyıyı takip ederler. Çünkü gemiye yalnız ekmek –bir tür galeta– ve özellikle çok az su alınabilir. Bu, günaşırı veya gündelik konaklamalar ve bilinmeyen topraklarda bir pınar bulmak için genellikle uzun araştırmalar gerektirmektedir. Meğer ki, direğin tepesine geceleyin bir koyun derisi asılsın gecenin çiyini yiyince bir tas suyu sıkılsın. Ona bile gereksinim vardı.
VIII. yüzyılda Yunanlı denizcinin yaşamı böyledir; bu, o zamanın insanlarınca berbat bir yaşam, insanın, doğal güçlerin en korkuncuna savunmasız teslim olduğu köpekçe yaşam sayılmaktadır.
Efsaneye göre, batı yollarında deniz fatihlerinin öncüsü Odysseus, kahramanca yol alır, geçtiği yerlerde hemencecik, birbiri ardına Yunan siteleri çoğalacaktır. Ama, o aynı zamanda, deniz adamlarının onunla ilgili olarak aktardıkları arasından geçip giderek, halk imgelerinde, gerçek tehlikeleri abartıyla gerilerde bırakan düşsel tehlikelerle dopdolu masal ülkelerine doğru ilerlemektedir.
İtalya kıyılarında sadece insan yiyen vahşiler yoktur; ellerine geçtiğinde yabancıları yemekle birlikte, sürülerinin sütü ve peyniri ile geçinen tek gözlü devler, Tepegözler vardır.
Denizdeki adalarda gemicileri, aşk zevkleri ve tuzaklarıyla alıkoyan güzel tanrıçalar-periler de vardır. Kendini arzulayan erkeklere teslim olurken onlara değneği ile vurarak aslan, kurt ya da başka hayvanlara çeviren tanrıça Kirke (Kirki) de bunlar arasındadır. Domuz yavrularına çevrilen Odysseus’un arkadaşlarından çoğunun başına gelen felaket de budur. Ama Odysseus asla arkadaşlarını bırakmaz. Yiğitçe, tanrı Hermes’in de yardımıyla tanrıçanın sarayına girer, yatağına çıkar, kılıcıyla onu korkutur ve ondan büyünün sırrını alır. Onun kaybolduğunu sanan arkadaşları dönüşünde onu “buzağılar karınlarını doyurup ağıla dönen inek sürüsünü nasıl karşılarlarsa, nasıl hoplaya zıplaya atılırlarsa ineklerin üstüne, nasıl sığmaz olurlarsa mandıralara ve nasıl böğürerek analarının çevresinde dört dönerlerse” öyle karşılarlar.
Denizdeki adalarda başka tanrıçalar da yaşarlar. Ogygie adasının kraliçesi nemfa Kalypso (Kalipso) vardır. Onun mağarasına yakın bir kıyıya savrulan Odysseus, tıpkı bir güney denizleri gemicisinin Polinezyalı bir güzele vurulması gibi ona âşık olur. Ama sevdiği ve gemisi battığı için kendisini terk etme olanağından yoksun kalan cesur ölümlüyü yedi yıl boyunca her gece yatağında tutan periden daha çok ve daha çabuk, Odysseus kendi kazanımından bıkar. Yine her gün Odysseus gidip kıyıda bir kayanın üstüne oturur ve durmadan kendisini ülkesinden yurdundan, karısından, oğlundan, asma ve zeytin ağacı dikili mülkünden ayıran sınırsız enginlere bakar. Sonunda Kalypso, Zeus’un buyruğu üzerine, onun gitmesine izin vermek zorunda kalır. Kalypso ona bir balta, bir çekiç ve kalaslar verir; Odysseus bu gereçlerle uçsuz bucaksız enginlere korka korka meydan okumak üzere basit bir sal yapar.
Yine denizdeki bir başka adada ise Sirenler vardır: Bunlar çok güzel bir sesle, ezgiler söyleyerek denizcileri kendilerine çeken, sonra da onları parçalayıp yiyen yarı kuş, yarı kadın yaratıklardır. Çayırda, önlerinde yığılı kemik kümesi görülür. Bu adanın açığından geçen hiçbir gemici bu büyülü sesin çağrısına karşı koyamamıştır. Odysseus Sirenlerin olağanüstü ezgisini dinlemek ister, ama onların kurbanı olmadan. Odysseus düşünür, her zamanki kurnazlığıyla, istediğini elde etme ve korktuğundan kaçınma çaresini bulur. Tayfalarının kulaklarını balmumu ile tıkar, kendini ise gemisinin direğine bağlatır. Odysseus, böylece ölümlülere yasak bir güzelliği tatmak üzere müthiş bir tehlikeyi hiçe sayar ve bunun üstesinden gelir. İnsanlar içinde yalnız o, yok olmadan Büyüleyici Kuşlar’ın sesini duyacaktır.
Odysseia’nın şairinin çok güzel anlatımlarla oluşturduğu bu son öyküler, Homeros çağı Yunan halkı için denizin, ne kadar tehlikelerle dolu olursa olsun, çekici de olduğunu gösterir. Odysseus denizden korkar, ama, aynı zamanda onu sever ve tadını çıkararak ona sahip olmak ister. Ona göre, düşüncesi bile “kalbini yoran” bu sınırsız enginlik büyük bir baştan çıkarıcıdır da. Ah! Elbette ki en başta ondan elde edilen kazançtır bunun nedeni. Denizin ötesinde, der “sayısız hazineler bulur insan”; “dünyanın geniş bir parçasını aşarak altının, gümüşün ve fildişinin görkemini getirir ülkesine”.
Ülkesine dönmekten başka bir şey düşünmeyen aynı Odysseus bazen de “kimsenin değerlendirmeyi düşünmemesine” şaşıp kaldığı bir adayı ancak üzülerek terk eder gibidir. Görür görmez daha henüz vahşi adanın çeşitli bölgelerini hayalinde şöyle bir düzene sokar: Şurada yumuşak topraklı nemli çayırlar, az ilerde güzel bağlar, daha sonra tarlalar olabilir; çiftçilik kolay olacak ve iyi ürün verecektir. Yerden bir avuç toprak alır ve “toprağın altında yağ” olduğunu görür. Gemilerin palamarlara bile gereksinimi olmayacak rüzgâra ve dalgaya karşı korunmuş sakin limanı hayranlıkla seyreder. Toprak adamı olarak Odysseus denizaşırı toprakları ele geçiren bir sömürgeci ruhuna sahip gibidir. Bu uzak ülkelerde (henüz ıssız ya da canavarların oturduğu ülkeler) halkının kuracağı (kurmaya başladığı) kentlerin daha şimdiden ortaya çıktığını görür gibi olur.
Demek oluyor ki, denizaşırı dünyalar korku kadar güçlü ve çekicidir. Ve Odysseia efsanesinde beliren yalnızca kazancın tadı değil, Yunan halkının, dünyaya ve harikalarına karşı duyduğu sonsuz meraktır. Odysseus, garip şeyler görme isteğine hiç dayanamaz. Yoldaşlarının yalvarmalarına karşın neden Tepegöz’ün mağarasına girer? Onun yanıtı şöyledir: Bir ölçüde Tepegöz’ün yabancılara sunmak adetinde olduğu konukseverlik armağanlarını kandırıp ondan almayı umduğu için, ama özellikle bu garip varlığı, “ekmek yiyici” olmayan bu devi görmek istediği içindir. Kirke’yi görmek isteyişi, Sirenler’i duymak isteyişi gibi. Odysseus dünya ve orada olan her şey karşısında derin bir şaşkınlık duygusuna kapılır. O da bütün ilkel insanlar gibi, doğanın sırlarla dolu olduğunu düşünür ve bundan korkar; o korku ki, doğayı canavarlarla doldurmuştur. Ama işte gidip görmek istediği de bu sırdır: Onu kavramak ve onu tanımak ister. Ve elbette sonunda ona egemen olmak ve doğanın hakimi olmak ister. Bu bakımdan o uygar bir insandır.

Odysseus doğaya söz geçirmeden, denize ve deniz yollarına hakim olmadan önce, onu, korkunç ve çekici bulmuştur. Korkularını olduğu kadar düşlerini ve umutlarını da yükler denize. Belki de bulup ortaya çıkarma işinin insanoğlunun üstüne düşeceği bu denizi adeta yeni baştan yaratır kafasında. Odysseia’nın en güzel bölümlerinden biri olan Odysseus’un Phaiak’lar (Feaks) ülkesindeki serüvenine, Nausikaa (Nafsika) ile karşılaşmasına bütün değerini, bütün çekiciliğini veren işte bu dünyayı ve insanı yeniden yaratma gücüdür.
Kimlerdir bu Phaiak’lar? Hiçbir haritada aramayalım onları. Sonunda yola getirilen denizin ortasında, bilgelik ve sadelik içinde yaşayan son derece verimli bir ülkede oturan bir mutlu insanlar topluluğudur Phaiak’lar. Onların ülkesi –Skherie’dir (Skeri)adı– zamandan bağışık bir altın çağ adacığı, bir El-Dorado’dur: Burada güzellikte, görkemde, erdemde doğa ile sanat yarışır birbiriyle.
Kral Alkinoos’un büyük bahçesinde, ağaçlar daima dört mevsim meyve vermektedirler.
“Ağaçlar dal budak salmıştı burda kocaman kocaman,
armut ve nar ağaçları, pırıl pırıl yemişli elma ağaçları,
bal gibi incirler, yemyeşil fışkıran zeytinler,
ne yok olur, ne eksilir yemişleri bu ağaçların,
yaz, kış ara vermeden bütün yıl yeşerirler,
Zephyros (Zefizos) estikçe biri biter, biri düşer,
taze armut biter kuruyan armut yerine,
elma üstüne elma salkım üstüne salkım,
incir üstüne incir biter.”
Alkinoos’un sarayı ise güneşe ve aya benzer bir parıltıyla parlamaktadır. Sarayda altın, gümüş ve tunç ışıldar. Tanrı Hephaistos’un (İfestos) yüce yapıtı olan altından ama bir o kadar canlı köpekler, sarayın kapılarında bekçilik ederler. Hasılı, bu bir peri masalı sarayıdır. Bu El-Dorado’da töreler de altındandır, Nausikaa altın kalplidir ve tüm aile yeryüzü cennetine yaraşır. Rüzgârlara ve koca dalgalara karşı kürek çeken zavallı denizcilerin düşlediği bu Phaiak gemiciliği altın çağda kalmıştır: Phaiak kadırgaları akıllı gemilerdir: Bunlar denizciyi avaryalardan ve sisler içinde kaybolmaktan korkmaksızın gitmek istediği yere kadar götürürler.
Skherie işte böyle bir yerdir; üstelik oyunun ve ezginin yurdudur. Kuşkusuz burada bir düş, peri masalı payı vardır, ama becerikli Yunan halkında, insanların bir gün topraktan harika bir bahçe, içinde mutlu bir yaşam sürdürebilecekleri bir barış ve bilgelik ülkesi yaratabileceklerinin belli belirsiz düşüncesi ve belirgin hayali de vardır.
Ama Skherie’nin güzelliği yine de Nausikaa’dır. Bu kral kızı o kadar sevimli saflığıyla hem çamaşır yıkayabilir hem de kendisi ile konuşmak için çalılıktan çıkıp gelen vahşiler gibi çıplak bir yabancıyı ağırbaşlılıkla karşılayabilir. Bir gün önce fırtınanın kıyıya attığı Odysseus, ormanın kenarındaki bir koruda yapraklar altına büzülüp yatmıştır. Yine o gece Nausikaa bir düş görür. Düşünde Athena ona yakında evleneceğini ve düğün günü için denizin kıyısındaki ırmakta ailenin çamaşırını yıkaması gerektiğini söyler. Nausikaa babasına gidip şöyle der:
“Hazırlatsana bana, canım babam,
güzel tekerli yüksek arabayı,
çamaşır yumak isterim gidip ırmağa,
kipkirli durur ortada rubalarımız.
Sen en başta gelenlerdensin toplantıda,
tertemiz rubalar giyinmen gerek.
Sarayında beş oğlun yaşar,
ikisi evli, üçü delikanlı, bekâr,
hepsi yeni yıkanmış rubalar ister.”
Yine de Nausikaa
“… utandı söz açmaya
sevgili babasına, düğününden.”
Ama babası bunu anladı ve ona şöyle dedi:
“Ne katırlarımı esirgerim senden,
ne de başka bir şeyimi, yavrum”
Nausikaa böylece çamaşır ve hizmetçileriyle yola çıkar. Irmakta ayakları ile çiğneyerek çamaşırı yıkar, kıyıdaki çakılların üstüne sererler. Oturur yiyip içerler, sonra top oynamaya başlarlar. Bu arada top ırmağa düşer. Kızlar çığlık atarlar, Odysseus da uyanır. Yapraklarla çıplaklığını örtmek için bir dal kırmayı ihmal etmeden ormandan çıkar. Korkan hizmetçiler dört bir yana kaçışırlar. Yalnız Nausikaa kımıldamaz ve sıkı durup yabancıyı bekler. Odysseus yaklaşır ve kazanmak istediği genç kıza onu ürkütmeden şu tatlı sözleri söyler:

Binici. Akropolis’de bulunmuş. Penteli mermeri. (500’e doğru)
“Yalvarırım kraliçem sana,
ister tanrı ol, ister insan.
Yaygın göklerdeki tanrılardansan,
ulu Zeus’un kızı Artemis olmalısın,
görünüşün, boyun bosun, dipdiri bedeninle tıpkı osun.
Yeryüzündeki ölümlü insanlardansan,
üç kere ne mutlu derim ulu babana, ulu anana,
ne mutlu derim kardeşlerine üç kere,
görünce bedenini raks ederken dal gibi,
ısınır göğüslerinde yürekleri kıvançla.
Ama dünyanın en mutlu kişisi, layık
bir eştir alıp götürecek seni
sana en çok ağırlık veren talipli.
……………
Senin gibisini Delos’ta görmüştüm, Apollon tapınağında,
alabildiğine boy atmış hurma filizi görmüştüm.
……………
Görünce onu şaşmış kalmıştı yüreğim,
böyle bir ağaç gövdesi çıkmamıştır topraktan,
baktıkça öyle şaşıyorum sana da, ey kadın,
dizlerine kapanmaktan çok korkuyorum, çok.”
Ondan sonra Odysseus ona felaketlerinin bir kısmını anlatır, ama adını söylemez ve ondan kendisini babasına götürmesini ister. Gerisi, olması gerektiği gibi olur. Yabancı ve bilinmeyen bir kişi olarak Odysseus, Phaiak halkı tarafından cömertçe karşılanır. O zaman öyküsünü anlatır, adını söyler. Onu yeniden yurduna gönderirler; orada yine, karısı ile evlenmek bahanesiyle sarayını talan eden beylere karşı çetin kavgalara girişmek zorunda kalacaktır. En sonu, cesaret, akıl ve sevgi sayesinde tehdit altındaki mutluluğunu yeni baştan kurar.
Denizci bir halkın en popüler şiiri olan bu Odysseia destanının bazı yönleri böyledir; yürümeyi öğrenir öğrenmez yüzmeyi de öğrenen Yunan çocukları bu destanı sökerek ve koro halinde ezberden söyleyerek okumayı da öğrenmekteydiler.
Denizlere de sahip olan köylü bir halkın deniz hakkında edindiği taptaze deneyimle olduğu kadar, mücadelelerden ve düşlerden oluşan bu şiir, aynı zamanda bir eylem şiiridir. Bu şiir, Odysseus’un kişiliğinde denizin, durmadan daha engine uzanan yerlerde fethine çıkan meraklı ve yiğit bir halkı tanıtır. Odysseia’dan birkaç kuşak sonra, doğudan en uç batıya kadar Akdeniz; belli başlı yolları artık saptanmış ve kazanılmış bir Yunan gölü olacaktır. Böylece, Yunan şiiri, her zaman eyleme bağlanır: Eylemden doğar ve onu yönlendirir, ona yepyeni bir dirilik sağlar.

Odysseia’nın yalnızca denizcinin şiiri olduğunu söylemek yetersiz olurdu. Odysseus çok daha fazlasıdır. Şahsında doğa ve insanın henüz yazgı dediği şey karşısında, insanın temel davranışlarından biri somutlanır. Odysseus, karşısına çıkan her türden engel önünde daima durup düşünür, harekete geçmeden önce iyice düşünür. En büyük tehlike karşısında, ilk hareketi budur. Bir vahşi gibi kurnaz, diyeceksiniz. Hayır, çünkü kurnazlıkta, yani aklın bu temel planında bir inceliğe başvurur o; ancak ona özgü bir yetkinliğe ulaşır. Odysseus kurnazlığı demek, bir sorunun basit yoldan ve kibarca çözümü demektir: Çözüm, kafayı tümüyle rahatlatır. Bunu açalım biraz.
Sorun: Kendilerini yemek isteyen tek gözlü bir dev ve otlağa gitmeleri gereken koyunlarla, yerinden oynatamadıkları koca bir kayayla kapalı bir mağarada tutulan insanlar. Uslamlama: Yalnız dev taşı kaldırabilir, öyleyse devi öldürmemek, ama zararsız kılarak onu kullanmak, bu durumda, devin tek gözü olduğuna göre, onu kör etmek gerekir; bunun için onu derin bir uykuya daldırmalı, yani sarhoş etmelidir; devin yardım çağıracağını öngörmek, öyleyse o bundan kuşkulanmadan, arkadaşlarının olası sorusuna ters bir karşılık verme kuşkusunu duymadan daha o, bunu ona fısıldamak; en sonu, problemin zor gerektiren tek etmenini (mağara önündeki taşın kaldırılması), Tepegöz’ün dışarı çıkarmadan edemeyeceği şeyle ortadan kaldırmak: Koyunlar. Odysseus, çözümü bulmak için problemin maddi ve psikolojik verilerinden hiçbirini unutmaz: Yalnızca zeytin ağacından kazık ve şarap tulumundan değil, en güvenli silahı olan sözden de yararlanır. Böylece Tepegöz’e içmesi için şarap sunarken yaptığı kısa konuşma tam olarak gerekli sözleri içerir: Bunlar Tepegöz’ün, sunulan armağanın insanı bir tuhaf yapan garipliği üstünde durmaması için, saldırı karşısında kalmış bir adamın oldukça doğruymuş gibi gözüken sitemleri, ahlaki düşünceleridir. Demek ki, problemin bütün etmenlerini kullanan Odysseus, tam bir incelikle mümkün olan tek çözümü bulur. Gerçekten bu işin başka çözümü yoktur. Öykü, more geometrico4 götürülür. Ama kurnazlığı geliştirmedeki bu matematik özellik bir ayrıntı zenginliğini engellemez. Harekât ustalıkla yönetilir: Kor ateşte kızdırılan kargı, Odysseus ile arkadaşlarının gayretiyle Tepegöz’ün gözünde keyifle döner. Göz kapakları ve kirpikleri cızırdar. Salt hoşluk ve ikincil yarar olsun diye söylenen birtakım yalanları unutmayalım. Başkaları arasında, Odysseus’un unutmak niyetinde olmayıp gemisine götürdüğü koyunlar vardır. Özellikle, gerek yaptığı sırada, gerekse daha sonra, kurnazlığından büyük tat alır. Yine mağarada, her türlü ince araç-gereci kendisine atfettiği şahsın adını keşfetmesi, onu sevince boğar. “Ben de yürekten güldüm, çünkü, parlak kurnazlığım onu aldatmıştı.” Odysseus denize açıldığı zaman da arkadaşlarının büyük korkusuna karşın, Tepegöz’e seslenmek, ve denebilirse kurnazlığını imzalamak zevkinden kendini alamaz. Uzaktan ona şöylece kartını yollar:
4 Olaya uygun bir plan doğrultusunda.
“Dersin ki Odysseus kör etti beni, kentler yıkan,
Yurdu İthake’de olan Odysseus, Laertes’in oğlu.”
Tepegöz macerasından çok daha dokunaklı, içine biraz da mizahın karıştığı bir başka olayda, Odysseus, büyüklüğü ile hayranlık uyandıran soğukkanlılığını korur. Böyle bir olay, onu Phaiak’ların adası tarafına atacak olan fırtına sırasında meydana gelir. Notos ile Boreas (Voreas), Euros (Evros) ile Zephyros onun parçalanmış salı ile top oynar gibi oynarlar. Bu esnada, kendisine, suya atılırsa yüzmesine destek olacak bir örtü biçiminde tanrısal yardım sunan tanrıça İno’nun birden sudan çıktığını gördüğünde, Odysseus’un, tutunmuş olduğu kalastan başka dayanağı yoktur. Kendi kendine, aman dikkat(!) der Odysseus. Bu bir tuzak mı? Yoksa tanrıçanın bana sunduğu kurtuluş mu? Sal kalıntısının üstünde düşünür ve şu karara varır:
“En iyisi, ben bildiğimden şaşmam:
Salımın tahtaları ekli durdukça birbirine,
ben de üstünde her şeye göğüs gererim,
dalgalar parçalarsa salımı kalmaz çarem,
denize atlar, koyulurum yüzmeye.”
Böylece, tanrılara inanan Odysseus, onların kalleş oldukları kadar da yüce gönüllü olduklarını bildiği halde, önce yalnızca ve yalnızca kendine güvenir… Denize atılınca iki gün daha yüzer, iki el ve iki ayağı ile yüzer, ırmağın ağzından karaya çıkar. Sağdır, bu ödül, gösterdiği çabayı taçlandırır.
Mutluluk payını almak için denize karşı, yazgıya karşı giriştiği zorlu mücadelede Odysseus’un silahı, her zaman, cesaret ve onunla birlikte akıldır. Bütünüyle pratik bir zekâ, insanlarla nesneleri ve de tanrıları bile kendi yararına kullanmanın o yüce sanatı, bir şarap tulumu ile ve tam yerine oturtulan zeytin ağacından bir kargıyla ve çekiçle vura vura bir araya topladığı kalaslar, takozlar ve tahtalarla bir sal yaparak kurtuluşunu başarabilen bir akıldır bu. Hele ki bunu, Odysseus’un nice başarılı olduğu o kurnazca insan bilgisi ile: sırasından söylenmiş bir okşayıcı söz, şeytanca bir konuşma, şairin “parlak” dediği bir yalanla ve Nausikaa’nın yenice doğan aşkı, gencecik oğlunun bağlılığı, karısının tatlı sadakati, eski hizmetkârlarının, çoban Eumaios (Evmeos) ve dadı Eurykleia’nın, daha başkalarının her türlü sınamada yanında oluşu gibi onun esin bulduğu duygularla ortaya çıkıyor olmak…
Odysseus icat yeteneği olan pratik zekânın ta kendisidir. Dünya hakkında çıkar gözetmeyen bir bilgi değil, onunkisi, koşullara bir cevap bulma, Yunanlının dediği gibi olup bitenlere karşı hazırlanan makineler, yazgının düşmanlığına karşı makineler, onu mutluluğundan koparan tanrılar ve düşmanları tarafından yoluna çıkarılan her türden engele karşı makineler yapma yeteneği ve isteğidir. Odysseus’un başlıca sıfatlarından biri “büyük makinist”tir.
O, bu mutluluğa kavuşmaya, vaktiyle kendi elleriyle evlilik yatağını yaptığı gibi, onu yeniden kurmaya karar vermiştir. Odysseus homo faberdir, zanaatçıdır, işçi zekâsıdır onunkisi. Odysseia boyunca onu ekin biçici, dülger, kılavuz, duvarcı, saraç olarak görürüz; kılıcı kullandığı kadar güvenle baltayı, sabanı ve dümeni de kullanır. Ama bu iyi zanaatçının başyapıtı yine aile mutluluğu, dostları olan uyrukların babaerkil mutluluğu –Homeros’un dediği gibi– “kusursuz zekâ” aletiyle yeniden kurduğu mutluluktur.
Odysseus, onun için yasaları henüz Kharybolis (Haribolis) ve Skylla (Skilia) türünden (Charybde; Mesina boğazının korkulan su çevrintisi, ondan kaçınıldığında Scylla yakınındaki kayalara vurulur: Bir beladan kaçarken diğerine düşmek anlamında deyim olarak da kullanılır) olan bir dünyada insanların mutluluğunu örgütlemek için, insan zekâsını yöneten o mücadeleyi temsil eder. Onun çabası, insanın yaşamını korumak ve yeryüzünde onun gücünü artırmak için bilimin göstereceği çabayı haber verir. Homeros ve Yunan halkı Odysseus tiplemesini yaratarak aklın gücüne ve değerine bir güven belgesi hazırlamışlardır.

Alayını ardında sürükleyen Dionysos. Çam kozalakları Mainad’ların taşıdığı thyrsos’ların ucundadır. (Yaklaşık 500 yılları vazo resmi)
Antik Yunan Uygarlığı 1,
Andre Bonnard
FRANSIZCADAN ÇEVİREN: KEREM KURTGÖZÜ
Evrensel Basım Yayın



