Ölüm Hastalığı: Arzunun yazısı, yazının arzusu

En büyük yazarlar kaleme aldıkları şeyler üzerinden kendilerini bir başkalaşım devresine ya da oluş hattına sokanlardır. Evet, kuşkusuz ki büyük yazarlar var; mümkün en süperlatif anlamda büyük, bu bağlamda yazının kendisinde, “yazın kendisi”nde (the self of the writing anlamında) kendini kaybetmeyi imliyor; bu sağlandığı koşulda, bu şartla yazarı bir sıfat olarak niteliyor. Böylelerinin yazdıkları hiçbir şey yoktur ki, onları, yazarak olmaya meylettikleri şeyin, dilin üzerinden eser miktarda dahi olsa değiştirip dönüştürmesin. Arzu denen şeyin ebedi ilkesini andırır bu; arzuladığınız sürece doyumsuzsunuzdur, çünkü arzuyu nesneye kilitlersiniz, oysa ki kendinde arzunun bir nesnesi yoktur ve hemhal olunması, diğer bir deyişle içinde kaybolunması gereken hal de tam olarak odur. Arzulamayı arzulamak bile değil, yalnızca arzulamak. Bu örnekte ise yazıdan arzulamak, “Neden?” sorusunun cevapsızlığında. Yazarın yazının arzusunda yitip gittiği bir ufuk: Yazarın kayboluş ufku olarak edebiyat.

Marguerite Duras’ın Ölüm Hastalığı bu ufukta başlar. Başka bir ufuk bilmez sanki. Bildiğimiz haliyle ufuk ne kadar çizgisel ama bir o kadar da noktasal hale getiriyorsa onda dağılan, çözülen şeyleri, Duras’ın kitabı, diğer pek çok kitabı gibi, açıldığı andan itibaren görünür kılar içindeki ufku, “ufuğun işlevi”ni: Kitabın biçimi, sözcüklerin kesintiler halinde, belirsiz aralıkları imleyen boşluklarla, ama yine de şiddetli bir şekilde aktığı bir dereninkidir; akar da akar, ama üstünden akıp gittiği tüm katı nesnelerin ona verdiği kıvrımları gerilimlerin bir ifadesi olarak yansıtmadan da edemez, bir suyun üstündeki dalgalar gibi. Ya da belki (kitabın Türkçe basımının kapağında da olduğu gibi), fazla akut ve baş döndürücüyse, bir girdap misali. Endamı, üstünde bir basınç oluşturulmadan hissedilemeyen, pürüzsüz bir şey olarak su, bu kitabın modelidir bu anlamda: Arzu hazır ve nazırdır, ama muhakkak pürtüklenerek dışavurur kendini. Duras’ın kitabındaki, paragraf demeye bin şahit isteyen, daha ziyade “sözcük blokları” olarak ifade edilebilecek yazınsal nesnelerin varoluş amacı biraz da budur işte: Akışın ancak bir dirençle karşılaştığı anların kaydını tutmak. Arzunun kesif bir hal aldığı anlar, ama bir o kadar da kayboluş anları. Ufuk çizgisine boşu boşuna “kayboluş hattı” demiyorlar.

Marguerite Duras, 1966.

Duras’ın kitabı, her şeyden evvel arzunun hiçbir nesnesinin belirlenemediği bir anda, daha doğrusu yoğunlukta konumlar kendini. Burada kasıt tabii ki arzunun hiçbir nesnesi olmaması değil. Daha ziyade, bu nesnenin gökten zeplinle inmiyor, martılarca tedarik ve teslim edilmiyor, daha ziyade üretiliyor, imal ediliyor olması. Duras, çoğu işinde olduğu gibi Ölüm Hastalığı’nda da arzuyu nesnesiz kılmayacak kadar incelmiş duyar, hisseder, ama çok özel bir anlamda: Arzunun bir nesnesi yoksa, bu arzunun ebediyen kendi kendisini nesne olarak almaya yazgılı ve her zaman için muhayyel bir şey olmasıdır ki, bu da arzuyu bir tür brikolaj ya da asamblaj haline getirir kendi payına. Her zaman için bir şeyler aracılığıyla, “arzunun işleri”nden ilhamla arzularsınız. Arzu her daim bir “bütünleme” girişimidir bu anlamda, ama bir “hatırlama” girişimi de. Sanki arzuladığımız şeyde bütün hayat, hayatınız bütünlenir. Sanki “her şey” sizi ona getirmiş gibidir, “Tüm hayatım boyunca sizi aramış gibi hissediyorum” dendiğinde olduğu gibi. Kitabın açılışı: “Kadını tanımıyor olmalıydınız, onu aynı anda birçok yerde bulmuş olmalıydınız, bir otelde, bir sokakta, bir trende, bir barda, bir kitapta, bir filmde, kendinizde, sizde, sende, geceleri konacağı yeri, içini dolduran hıçkırıkları boşaltacağı yeri arayan kalkmış cinsel organının rasgeleliğinde.”

Marguerite Duras
Ölüm Hastalığı
çev. Nilüfer Erdem Güngörmüş, Haldun Bayrı
Metis Yayınları
Eylül 2023, 6. basım
48 s.

Daha en baştan, arzulanan şeyin bir tür çeşitlemenin, sersemletici ve hoppa bir oluşun ifadesi olduğunu anlarsınız. Bir okur olarak bu çarpılır suratınıza. Arzu, bir şeyi her şeyle bağlantılandırır ve o şeyin dayanılmazlığı da belki bu tekilleşmenin kaldırılamaz yoğunluğundadır (bir .zip uzantılı dosya gibi, ama organiğinden). Gilles Deleuze’ün L’Abécédaire de Gilles Deleuze’de Marcel Proust’tan ilhamla sözünü ettiği, arzudaki çokluğun edebi bir ifadesidir bu: Hiç kimse tek başına arzulanmaz, arzulanan onu var eden bütün bir dünyayla birlikte arzulanır; yani bir atmosferdir arzu, bir hava alanıdır, sahip olunan değil içine girilen, “ayakları yerden kesen”, kişiyi (eğer kişi diye bir şey kaldıysa) havalandıran şeydir diyelim. Duras da en baştan bu niteliğine dikkat çeker arzunun: Her yerde arzuladığınız şeyi görürsünüz, arzuladığınız şeyi “gerçekten” görene dek. O her yerdeydi, şimdi bir yerdedir, giderek azalmıştır, bir şeye “inmiş”tir; orada, onda, ona, o.

Duras basit bir anlatı (asla hikâye değil) sunar aslında: Bir fahişeyle (ki bu bile belirsizdir) “ücreti mukabilinde”, günden güne görüşen bir adam ve yaşadıkları. Yaşadıkları derken, adamın ya da kadının değil, ikisinin birlikte. Bir arada, kenetli halde. Bu ayrımsanamazlık giderek metnin diline bile nüfuz eder ister istemez. Duras yer yer kadının yerine konuşur, yer yer de adamın yerine. Sıklıkla adamın tarafındadır, ama adamın duyguları kadının durumuyla değiştiği oranda, hiçbir tarafın sesi olmaz, kendisininki de dahil. Bir “duygu durum”un sesidir daha ziyade, kısmen bipolar olan. Kendi adına konuştuğunda bile, “birinci tekil şahıs”ın ağzından seslendiğinde dahi, yazdığı şeyin, kendine dışrak, kendi dışında tuttuğu şeyin içine çekilmekten, ona yitmekten, yazdığının duygusunu yazısına taşımaktan, “üçüncü şahıs” olarak kaybolmaktan alıkoyamaz kendini. Bir disappearing act: “Belki ondan, şimdiye kadar size yabancı olan bir tat alıyorsunuzdur, bilmiyorum. Solumasının, ağzıyla dışarıdaki hava arasında gidip gelen o uyumlu hırıltıların ardında, boşalmasının uzak ve boğuk gürleyişini sezip sezmediğinizi de bilmiyorum. Sanmıyorum.”

Mavi Gözler, Siyah Saçlar’da olduğu gibi, Duras bu kitapta da iki figüre yer verir, kadın ve erkek olan, belirttiğimiz gibi. İsimleri olmayan kimselerdir bunlar, çoğunlukla olduğu gibi Duras’da. İsimlerinin olmasına da gerek yoktur çünkü, ama herkes olabileceklerinden değil, daha ziyade onları birbirine bağlayan şeyin onları isimsizleştirmesinden. İlk varsayım anlaması kolay ve neredeyse alıkçadır: İsimsiz karakterler “evrensel”dir, herkesi temsil etme işlevini haizdir tüm “karaktersizlik”lerinde. Oysa ki ikinci varsayım çok daha ilginç ve Duras’ın uygulamaya soktuğu da bu: İsimsiz karakterin isimsizliği bir plan ya da program değil, karakterin içinde bulunduğu durumdan ileri gelen bir haldir; isimsiz olan en başta “isimsizleşmiş” olandır ve bunun için en az iki kişi, “bir öteki” gerekir. Duras da hep bunu yapar zaten, ki Ölüm Hastalığı’nda yaptığı da budur: Bir hale gelecek bir ikiliği tesis etmek. İsimsizleşme vektörü ise arzudan geçer: Arzulamak için her şeyi bir şeyde yitirir, ardından o şeyde yitersiniz, o şey sizin için yitene kadar, diğer bir deyişle ölene dek.

Duras rastlantı eseri “siz” ve “o” diye seslenmez, ikinci ve üçüncü tekil şahısta dillendirmez olup biteni Ölüm Hastalığı’nda. Bunu yapmasının nedeni, bir anlatıcı olarak benliğinin apaçık yok oluşundan da evvel (“ben” demenin hiçbir manasının kalmadığı, ama yine de dendiği an) örtük kayboluşudur. Tekil şahısın birinci olmayan çeşitlerinin ikili ve döngüsel kullanımında söz konusu olan, birinci tekil şahısın çift boyutlu bir tesisidir esasen, çok kaçışlı perspektifle çizilen bir figür ya da şekil gibi: Ne zaman ki başkaları yerine (asla başkaları gibi ya da adına değil) konuşursunuz, o zaman hakikaten konuşmaya başlarsınız, çünkü yaptığınız içinizdeki çokluğa tüm tekilliğinizle ve tekilliğinizde ses vermektir. Ancak bunu yaptığınızda “ben” deme hakkınızdır vardır sanki. Diğerinden, diğerinin içinden, daha doğrusu diğeri sandığınızın zorunlu olarak zahiri konumundan konuşarak kendi sesinizi bulursunuz ve bu yolda ben, benliğin bu isim halindeki biçimi yalnızca bir diğer duraktır, yoksa her şeyin görüldüğü, sabit, oturaklı, devamlılık arz eden bir platform ya da zemin değil. Ama yine de zorunludur onun varlığı, “ötekinin kanunu” bunu zorunlu kılar; şahıs başkalaşımları bir döngüyü ifade eder ve bu döngü, arzunun “kişisizleştirici” kuvvetiyle, beni en katlanılmaz şahıs kılar. Bu anlamda yazmak, “ötekileşmek”ten azı ya da fazlası değil. Ben duygusundan kaçan bir çizgi, engebelerle dolu: “Bu bedenden çıkmak, başkalarının bedenine, kendinizinkine geri dönmek, kendinize doğru dönmek isterdiniz, bir yandan da bunu yapmak zorunda olduğunuz için ağlarsınız.”

Asa Mader’in yönettiği The Malady Of Death filminden, 2003.

Arzunun kişisizleştirilmesi, Ölüm Hastalığı’nda tabii ki bir bütünsel kişisizleşmeyi değil, daha ziyade bir evrenselleşmeyi imler, ama yine çok özel bir anlamda: Arzulanan, başta olduğu gibi sonda da, arzulandığı süre boyunca her şey olur; tüm isimler onu çağırır. Mesela: “Geceyle gelecekti. Geceyle gelir.” O gecedir; gece kadar karanlık, her şeyi engin bir puslulukta, buğuda birleştiren bir şey. Duras kelimelerini büyük bir dikkatle seçiyordu. Bu bağlamda gece yalnızca bir modeldir, alışılagelmedik bir arketip ya da prototiptir: Kendi varlığında her şeyi saklamaya kadir, içinde kaybolunacak kadar kapsayıcı, her şeyi ortadan kaldıran, “seçilmiş”ler hariç herkesi uyutan, gizemli mi gizemli bir “doğa olayı” ya da bir başka ifadeyle, Güneş’in nazı. Ama tabii ki arzulanan, gece dışında birçok şeydir de, fakat önemli olan onun bütün bir dünyayı içinde barındırabilecek bir şey olmasıdır, böyle görülmesidir. Ona atanabilecek her türlü sıfatın, onun tarafından icra edilebilecek her fiilin, bu fiilleri tanımlayabilecek her zarfın, onun konumunu belirten her edatın içinden geçer o: Dünyayı döndürür. Dünyanın kendisidir. Dile vurduğunda ise her bir sözcük olur tabii. Dilde parçalanır, sözcükleri toplatan da, öyleyse kendi kendini toplayan da odur ama. Her şey, ama yine de biricik bir şey. Eşi benzeri olmayıp bilineni yeniden öğreten bir şey. Arzunun paradoksal mevcudiyeti.

Bu ancak edebiyatla mümkündür. “Özel isim” denen şeyi yok etmek, mümkün en özel şeyden bahsedip o şeyde hiçbir özellik bırakmamak, diğer hiçbir sanatın yapamayacağı, yalnızca edebiyatla olası olan, büyülü, hatta mucizevi bir şey. Dilin kendisi, en özel şeyi genelleştirerek, sözcüğün üretimiyle bunu yapıyorsa, edebiyat ters yönde ilerler ve en genel ifadeleri, en özel şeyin yüzleri, veçheleri gibi işleyerek, özel sayılan ve bulunan şeyin kendisinden bile özel kılar. Özel olanı özel kılanı, belki de ancak dille ifadesi mümkün, ama ifade edildiği anda da elden kaçar gibi görünen, kaçması da gereken, uçucu şeyleri dışavurarak, arzunun devridaimini resmeder yegâne aracıyla, sözcüklerle. Bu bir bertaraf etme ya da hata giderme girişimi de değildir ama, daha ziyade “derinleştirme” çalışmasıdır, dil özelinde, babında. En büyük edebiyatçıların neredeyse her zaman çok az sözcükle iş görmesinin nedeni kelime dağarcıklarının kıtlığı değil, ancak çok az sözcüğün sözcüklerin bütününden oluşan sözü, söylemi, sözceyi tikelleştirmesidir (Cormac McCarthy’nin pastoral sözcelemesi). Ölüm Hastalığı’nda da söz konusu olan budur: Siz ve o arasındaki bütün sözcükler, bu iki sözcüğün ilişkisinde hazmedilmek, soğurulmak üzere, yalnızca bu iki sözcüğü tınlatacak, yankılayacak şekilde var olur ve en nihayetinde bütün bir sözcük dizisi, her şeyin “siz-o” ikilisiyle eşanlamlı hale geleceği, bir tür deneysel çiftanlamlılığa mahal verir. Arzu tüm sözcükleri yutar.

Yutar, ama tek yuttuğu sözcükler de değildir, sözcüklerin imlediğidir de. Ölüm Hastalığı ancak sonunda açığa vurur başlığının anlamını. Adam ile kadının müşteri ile hizmetkâr olarak başlayan ilişkisinin sonunun başlangıcı, kadının “ölüm hastalığı”na tutulmasıyla başlar. Kadın hastalığını anlatamaz bir türlü. Adam da anlamaz, hiçbir şey anlamaz hatta, ki anlamaması da gerekir zaten, neredeyse mantıken. Kadının hastalığı, sanılan ya da beklenenin aksine, reel bir ölümün değil, sanal bir ölümün ifadesi olarak vuku bulur; kadın kaybolup gitmenin, onu arzulayanın gözünde yitecek olmanın duyumunu, duygusunu bir tür ölüm olarak, “önden”, kendi payına yaşar, diyelim ki ötekinin gözünde ölür, ama onu bu hale getiren de bakışları altında kaldığı kişinin yaydığı enerjidir, diğerinin gözünden kendini görmenin yarattığı ağırlıktır tastamam. Bir “eril enerji” mi? Bir “tahakküm” mü, “zor” mu? Boş laflar. Karşıdakine duyulan en büyük sevginin onun yıkımından başka hiçbir şey ifade etmediği, yavaş bir ölümden bile daha acı, bedbaht durumlar vardır. En yumuşak okşayış bile tekrarı fazlalaştığında tahriş eder bedeni. Narin bir aşırılık hep oldu. Ölüm Hastalığı’nda olan ise “arzudan gelen ölüm”ün özel bir hali: Her şeyin sonunda gelinen, her şey bilinen ama her şey olmaya hiç mi hiç hazır olmayan, olduğu sanılan şeyde hiçliği gören, ölen ve her ölen gibi giden biri; bu kişinin ölümünün kaydı olarak yazı. Bir sickness değil de malady’se bu, yalnızca bu anlamda öyle: Bir “istenmeyen durum”, ama işte, istemekten gelen bir tanesi de.

Mehmet Ada Öztekin’in yönettiği, Nergis Öztürk ile Cemal Toktaş’ın rol aldığı Ölüm Hastalığı isimli oyundan, Taşra Kabare, 2016.

Her şeyiyle unuttuğunuz, ama tam da unutmak suretiyle içselleştirmiş olduğunuz, hatırlamanıza gerek kalmayan, zira hep sizinle olan, siz ile o arasında bir ayrım yapmayı imkânsızlaştıran bir belirsizlik, ayırt edilemezlik, müphemlik noktasında bulunan, yalnızca dilin yetersizliğinden “o” deyiverdiğiniz, oysa ki bir hiç ve tabii ki her şey olan varlık ya da “varlığın dayanılmaz ağırlığı.” Duras’ın kitabı bu anlamda hem eros hem de thanatos’la ilişkili, yani hem aşkla hem de ölümle ilintili. Arzuyu, aşk ile ölümü birbirine bağlayan, ikisini de en soyut haliyle kavratan kuvvet olarak yansıttığından. Aşkın eza, ceza, azap, işkence oluşu, belki de en çok ona hazır olmayanı da nesnesi olarak aldığında, dolayısıyla nesnesinin yitişini gerçek zamanlı kıldığında, âşığı da buna maruz bıraktığında gerçekleşir, ki Ölüm Hastalığı’nda olan da budur aslında: Ölmeye hazır olmayan, bir başka şekilde ölmesi gereken, belki “bir başka hayatta” ölecek olan, ancak giderek ölür, yazgısı bu olduğundan. Birlikte ölen âşıkların insanın içinde uyandırdığı huzur hissi boşuna değil. İki bedenin tek bir bedenmişçesine ölüşünde hiçbir arınmanın sağlayamayacağı bir doyum var. Bir diğeri için ölmek, fedakârlık, var olan benliğinden vazgeçmek değil, ama birlikte ölecek kadar sevebilmiş olmak, birbirini koşulsuzca sevecek kadar yol katetmiş olmak ve en sonunda, nihayet, ölmek, her türlü nihayetin tek utkulu imgesi olarak. Bunu yalnızca teğet geçer Ölüm Hastalığı, arzu aşk ile ölüm arasında öreceği ideal bağı devam ettirir bilinçli olarak, yaşanması gereken yazılamayacağından. Yazılamayacak, en azından şuur yerindeyken yazılması imkânsız “yaşanmışlık”lar söz konusudur. Ölüm Hastalığı’nın üst sesinde, sanki çoktan ölmüş birinin edası, jesti var: “Çabucak vazgeçersiniz, artık onu aramazsınız, ne şehirde, ne gecede, ne de gündüzde.” La bonne mort.

Duras’ın bu kitapta yaptığı bu anlamda, bir nevi arzunun sesi olmaktır, şunun ya da bunun değil, adamın ya da kadının değil, tüm bu ikilikleri kateden ve en büyük ikiliği, daha doğrusu bir örtük birliği (aşkın ölümü, ölümün aşkı) kateden arzunun sesi olmak, tüm sessizliğinde, yazıda ve tabii ki imkânsızlığında. Dolayısıyla bunu bir “otobiyografi” olarak almak bön, banal, giderek ise bayağı bir düşüncedir. Hele ki Duras’ın kitabı yazarken kafasının kıyak oluşu (şarap üstüne şarap içip şuursuzlaşıyordu) hesaba katılırsa, tüm yalnızlığında yazdığı düşünülürse, ancak her şeyden iki kez uzaklaşarak, kendini önce dışarının (“ötekiler”), sonra içerinin (“ben”) algısından uzaklaştırdığı görülürse, bu kesin böyle. Bazen ancak böyle çıkarır insan içindeki çokluğu. Ve bunun bir tiyatroyla, çokluğun temsili sahnelenişiyle (ki çağdaş tiyatroda bu, kabul edilemez bir yozluk, yobazlık örneğidir) hiçbir ilgisi yoktur. Duras temsil edilmesi imkânsız bir şeyi alır ele Ölüm Hastalığı’nda. Ve buna uygun bir şekilde yazıp temsil edilecek hiçbir şey bırakmaz geriye. Dilin gösterge aşırı lojistiği.

Marguerite Duras, 1984.

Bir deliymiş gibi yazmak, bir fahişeymiş gibi yazmak, bir çocukmuş gibi yazmak… -mış gibi yapmak hiçbir zaman edebiyatın işi olmadı. Tiyatro bile, antik biçiminde, -mış gibi yapmayı yalnızca bir komedi öğesi olarak alıyor, taklidin, mimikleme fiilinin kendisini güldürünün olağan bir yönetimi olarak kullanıma açıyordu (Aristofanes’i büyük bir komedi yazarı yapan buydu biraz da). Edebiyatçı hiçbir zaman taklit etmez, zira ortada taklit edecek, donuk, sabit, belirli bir model yoktur ona göre. Edebi modeller, dili bozduğu kayıt ve şartta bile, yalnızca edebiyatın sekteye uğradığı bir ânı işaretler: “Kim gibi” yazacağınızı biliyorsunuz, o halde size tek kalan şey basitçe yazmak (“Hayatı yansıtıyorum” diyenden daha fenası yok). Arzunun yazıda eksik bile değil, düpedüz yanlış bir kavranış ve uygulanımının ifadesidir bu; yazıyı amaç haline getirmek, “Adına yazacağım birini buldum” demek ve en kötüsü “Kendimi buldum” diye sabuklamak. Oysa ki arzunun yazarı içinden çıkarması gereken şey tam da yazıyı araç ile amaç arasında sıkıştıran bu anlayışsız anlayıştır, psödo-anlayış olarak: Yazmanın nedenini ya dışarıda ya da dışarıdaki bir şey olarak yazının içinde bulmak. Fakat yazmak, gerçekten yazmak, yazı sizi çağırdığında, yazma arzusuna kapıldığınızda gerçekleşir ancak ve bunun için bir formül yok, hiçbir zaman da olmadı. “Kimse yardım edemez sana, bundan daha harika ne var?” Var mı çaresiz olmaktan daha güçlendiricisi yazıda da?

Yazmak’ta Duras, boşu boşuna ne yazılacağının hiçbir zaman bilenemeyeceğini ve yazmanın ancak, “yitip gittiğinizde” mümkün olacağını söylemiyordu. Edebiyat budur işte: Edebi yazım denen şey, yazının katedebileceği, hatta icra edebileceği tüm kendiliklerden geçip gidebilme imkânını kendi içinde saklı tutmasıyla tanımlı (Marcel Proust birçok hayat yaşadığını söylediğinde sözünü ettiği şey buydu). Ölüm Hastalığı ise her edebi eser gibi, kendi payına, sırrın ancak bir kısmının açığa vuruluşudur olsa olsa; sırrın en az sır kadar gizemli bir ifadesi. Yazının arzusu ile arzunun yazısı arasında bir ayrımın yapılamadığı bir yazının damgasıdır Duras’ın kitabı. Zorunluluktan yazılmış. Bir külfet ya da dert olarak değil, bir itki, dürtü, tutku olarak daha çok. Bir yarı bilinçsizlik halinde diyelim. Ne yazdığının bilincinde olmamak, her yazıda eser miktarda bulunan bilinçsizliği yazının tümüne sıçratmak, yazıyı kutlu bir bilinçsizlikle bulamak, mümkün en şuursuz halde, vaziyette, durumda yazmak: Taklit etmek ya da “olduğu gibi sunmak” için değil, övmek ya da yermek için değil, sevmek ya da nefret etmek için ise hiç değil; her şey için yazmak, bir şey olan her şey için, ancak bir şeye denebilen o yavan mı yavan “Her şeyimsin” ifadesinde olduğu gibi. Yazmak’ta dendiği gibi yani, çünkü yazmak “çekilen acıdır, İsa’dır ve de Musa ve firavunlar ve büyün Yahudiler ve aynı zamanda mutluluğun en şiddetli sancısıdır. Böyle olduğuna hem inandım.” İnanmak ile yazmanın eşanlamlı hale geldiği yoğunlukta yazın.

HASAN CEM ÇAL
k24kitap 29 Şubat 2024

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir