Özgürlüğün Gelecekteki İmkânları: Spinoza, Deleuze ve Ulus Baker’in Kesişiminde Bir Vizyon

 

Spinoza’nın “özgür insan” ideali, Deleuze’ün “gelecek halk” kavramı ve Ulus Baker’in düşünsel izlekleriyle birleştiğinde, insanlığın toplumsallık, bireysellik ve varoluşsal anlam arayışında yeni bir ufuk açılır. Bu kesişim, bireyin ve topluluğun özgürleşme potansiyelini, tarihsel bağlamları ve toplumsal dinamikleri dikkate alarak yeniden düşünmeyi gerektirir. Aşağıda, bu üç düşünürün fikirlerinin birleşiminden doğan vizyonu, farklı boyutlarıyla ve derinlemesine ele alıyorum.

Bireyin Özgürlük Arayışı

Spinoza’nın “özgür insan” kavramı, aklın rehberliğinde tutkuların düzenlenmesi ve doğayla uyumlu bir varoluşun peşinde koşmayı ifade eder. Onun etiği, bireyin kendisini dışsal belirlenimlerden kurtararak kendi doğasının gerekliliklerini anlaması üzerine kuruludur. Spinoza için özgürlük, ne mutlak bir irade yanılsamasıdır ne de kaotik bir başıboşluk; aksine, insanın kendi varoluşsal gücünü (conatus) tanıması ve bu gücü akıl yoluyla yönlendirmesidir. Bu, bireyin hem kendi sınırlarını hem de evrensel bağlamını kavrayarak hareket etmesini gerektirir. Spinoza’nın özgür insanı, dışsal otoritelerin dayattığı normlara boyun eğmek yerine, kendi içsel doğasının farkına varır ve bu doğrultuda bir yaşam sürer. Ancak bu özgürlük, bireysel bir kapanma değil, toplumsallıkla iç içe bir varoluşu içerir; çünkü insan, doğanın bir parçası olarak, diğerleriyle ilişkisel bir ağ içinde anlam kazanır.

Geleceğin Toplumsal İmkânları

Deleuze’ün “gelecek halk” kavramı, mevcut toplumsal yapıların ötesine geçen, henüz ortaya çıkmamış bir topluluğun potansiyeline işaret eder. Deleuze, bu kavramı özellikle sanat ve felsefe bağlamında geliştirirken, mevcut düzenlerin sabit kimliklerini ve hiyerarşilerini sorgular. Gelecek halk, ne bir ulus ne de bir sınıf olarak tanımlanabilir; bu, mevcut kategorilerin dışına taşan, yaratıcı bir toplumsallık biçimidir. Deleuze’ün vizyonu, sabit kimliklerin çözüldüğü, farklılıkların bir arada var olabildiği ve hiyerarşik olmayan bir topluluğu ima eder. Bu topluluk, tarihsel olarak belirlenmiş yapıların ötesine geçerek, sürekli bir oluş (becoming) sürecinde kendini yeniden inşa eder. Deleuze için bu, hem bireysel hem de kolektif bir özgürleşme hareketidir; ancak bu hareket, mevcut düzenin basit bir reddi değil, onun içinde yeni imkânların yaratılmasıdır.

Ulus Baker’in Düşünsel Katkısı

Ulus Baker’in düşüncesi, Spinoza ve Deleuze’ün bu kavramlarını Türkiye’nin toplumsal ve kültürel bağlamına taşıyarak özgün bir yorum sunar. Baker, bireyin ve topluluğun özgürleşme süreçlerini, modernitenin, kapitalizmin ve devletin yarattığı kısıtlamalar ışığında ele alır. Onun vizyonu, bireyin özgürlüğünü, toplumsal bağlamdan koparmadan, aksine bu bağlamın içinde yeniden tanımlamayı önerir. Baker’in düşüncesinde, özgürlük, bireyin kendi varoluşsal gücünü keşfetmesiyle başlar, ancak bu keşif, toplumsal ilişkilerin dönüşümüne de bağlıdır. Baker, özellikle sinema, edebiyat ve gündelik yaşam pratikleri üzerinden, bireylerin ve toplulukların kendilerini ifade etme biçimlerini inceler. Onun için, özgürleşme, bireyin kendi hikâyesini yazabilmesi ve bu hikâyeyi toplumsallıkla ilişkilendirebilmesidir. Baker’in yaklaşımı, Spinoza’nın akılcı etiği ile Deleuze’ün yaratıcı potansiyellerini birleştirerek, yerel ve evrensel arasında bir köprü kurar.

Toplumsal Bağlamda Özgürlüğün Sınırları

Bu üç düşünürün kesişiminde ortaya çıkan vizyon, özgürlüğün hem bireysel hem de kolektif boyutlarını yeniden düşünmeyi gerektirir. Spinoza’nın özgür insan ideali, bireyin kendi doğasını anlamasını merkeze alırken, Deleuze’ün gelecek halk kavramı, bu bireysel özgürlüğün toplumsallıkla nasıl birleşebileceğini sorgular. Baker ise bu sorgulamayı, modern toplumlarda bireyin ve topluluğun karşılaştığı somut engeller üzerinden derinleştirir. Örneğin, kapitalist üretim ilişkileri, bireyin kendi varoluşsal gücünü tanımasını zorlaştırabilir; çünkü birey, sıklıkla ekonomik ve toplumsal zorunluluklar altında ezilir. Aynı şekilde, devletin otoriter yapıları, Deleuze’ün önerdiği hiyerarşik olmayan toplumsallığın oluşumunu engelleyebilir. Baker’in bu noktada katkısı, özgürlüğün, bu tür yapısal engellerin farkına varılarak ve onlarla mücadele edilerek kazanılabileceğini vurgulamasıdır.

Anlamın Yeniden İnşası

Bu vizyon, birey ve topluluk arasındaki ilişkinin yeniden tanımlanmasını da içerir. Spinoza’nın etiği, bireyin kendi anlamını yaratmasını mümkün kılarken, Deleuze bu anlam yaratımını kolektif bir boyuta taşır. Baker ise, bu anlamın, kültürel ve tarihsel bağlamlar içinde nasıl somutlaşabileceğini gösterir. Örneğin, Baker’in sinema analizleri, bireylerin ve toplulukların kendilerini ifade etme biçimlerini, görsel imgeler aracılığıyla nasıl yeniden inşa edebileceğini ortaya koyar. Bu, bir tür sembolik yeniden yaratım sürecidir; birey, kendi hikâyesini anlatırken, aynı zamanda topluluğun hikâyesine de katkıda bulunur. Bu süreç, ne salt bireysel ne de salt kolektiftir; aksine, birey ve topluluk arasındaki sürekli bir diyalogdur.

Tarihsel ve Kültürel Bağlam

Bu vizyonun tarihsel ve kültürel bağlamda nasıl bir anlam taşıdığı, özellikle Baker’in Türkiye’deki toplumsal dinamiklere odaklanmasıyla daha net anlaşılır. Türkiye gibi, modernite ve gelenek arasında sıkışmış bir toplumda, özgürlük arayışı, hem bireysel hem de kolektif düzeyde karmaşıklaşır. Baker, bu bağlamda, bireyin özgürleşme çabasının, kültürel ve tarihsel bağlamdan kopuk olamayacağını savunur. Örneğin, Türkiye’deki toplumsal hareketler, hem Spinoza’nın akılcı özgürlük anlayışından hem de Deleuze’ün hiyerarşik olmayan toplumsallık fikrinden izler taşır. Ancak bu hareketler, yerel dinamiklerin etkisiyle, kendine özgü bir biçim alır. Baker’in vizyonu, bu yerel dinamikleri evrensel bir özgürlük arayışıyla birleştirmeyi önerir.

Yeni Bir Toplumsallık İmkânı

Bu kesişimden doğan vizyon, bireyin ve topluluğun özgürleşme potansiyelini, mevcut düzenin sınırlarını aşarak yeniden düşünmeyi gerektirir. Spinoza’nın özgür insan ideali, bireyin kendi doğasını anlamasını; Deleuze’ün gelecek halk kavramı, bu bireysel özgürlüğün kolektif bir yaratıcılığa dönüşmesini; Baker’in düşüncesi ise, bu sürecin somut toplumsal bağlamlar içinde nasıl gerçekleşebileceğini gösterir. Bu vizyon, ne bir hayali ideal ne de ulaşılmaz bir düş; aksine, bireylerin ve toplulukların, kendi hikâyelerini yazarak ve bu hikâyeleri birbiriyle paylaşarak yaratabilecekleri bir imkândır. Soru şu: Bu imkânı hayata geçirmek için, birey ve topluluk olarak hangi adımları atmalıyız?