SCHOPENHAUER: OKUMAK YAZMAK VE YAŞAMAK ÜZERİNE
Cehalet ancak zenginlerle bir arada bulunduğu zaman tereddi ettiricidir. Sefalet ve ihtiyaç yoksul insanı sınırlar; onun işi yahut uğraşı bilgisinin yerini alır ve düşüncelerini işgal eder. Fakat cahil olan zenginler sadece zevkleri peşinde koşarak ömürlerini tüketirler ve vahşi bir hayvana benzerler; her gün görülebileceği üzere, bunlar aynı zamanda servetlerini ve boş vakitlerini kendilerine en büyük değeri kazandıran şey için kullanmadıklarından ötürü de tenkit edilmelidirler.
Okurken bir başka kimse bizim için düşünür: Biz sadece onun zihin sürecini takip etmekle yetiniriz. Nasıl ki yazmayı öğrenirken talebe öğretmen tarafından kalemle çizilmiş çizgileri takip eder; okurken de tıpkı bunun gibidir; düşünme işinin büyük bölümü zaten bizim için bitirilmiştir. Bunun içindir ki kendi düşüncelerimizle meşgul olduktan sonra elimize bir kitap almak her zaman bizi bir parça rahatlatır. Fakat okurken zihnimiz aslında başka birisinin düşüncelerinin oyun alanından başka bir şey değildir. Ve dolayısıyla öyle olur ki çok fazla —yani neredeyse bütün gün— okuyan ve arada düşünmeksizin geçirilen eğlence yahut meşgale ile kendisini eğlendiren kimse, yavaş yavaş kendi kendine düşünme yeteneğini kaybeder, tıpkı at üstünden inmeyen bir adamın sonunda yürümeyi unutması gibi. Birçok eğitimli insanın durumu bundan pek farklı değildir: Okumak kendilerini ahmaklaştırır. Çünkü her boş vakitte okumak ve sürekli olarak sadece okumak zihni, mütemadiyen elle çalışmaktan daha fazla felç edici bir etkiye sahiptir, zira bu ikinci durumda uğraş kişiye kendi düşüncelerini takip edebilme imkânı sunar. Nasıl ki yabancı bir cismin ağırlığı üzerinden hiç eksik olmayan bir çelik yay sonunda esnekliğini kaybeder; bir başka kimsenin düşünceleri sürekli olarak üzerinde bir baskı yahut tazyik unsuru olarak varlığını korursa bir zihnin durumu da buna benzer. Sürekli yiyerek bir kimse midesini bozar ve böylelikle bütün bedenine zarar verirse, zihin de lüzumundan fazla beslenerek boğulabilir. Çünkü bir kimse ne kadar fazla okursa, okuduklarından kalan izler de kaçınılmaz olarak o kadar az olacaktır; zihin üzerine tekrar tekrar yazı yazılan bir tablete benzer. Derin derin düşünmeye zaman yoktur ve okunan şeyler ancak derin düşünmeyle hazmedilebilir, eğer bir kimse daha sonra üzerinde durup düşünmeksizin sürekli okursa okudukları kök salmaz, büyük bölümü itibariyle kaybolur. Gerçekten de bedensel gıdalarımızla zihinsel gıdalarımız arasında durum hemen hemen aynıdır: İnsanın yediklerinin beşte biri ancak hazmedilir, geri kalan buharlaşmayla, terlemeyle ve benzeri şekilde kaybolup gider.
Bütün bunlardan kâğıt üzerine dökülen düşüncelerin kumsaldaki ayak izlerinden farklı olmadığı sonucuna varılabilir: Adamın yürüdüğü yolu görürsünüz, fakat yolda ne gördüğünü bilmek için onun gözlerine ihtiyaç duyarsınız.
Üslup sahibi yazarları okuyarak edebi bir niteliğe ulaşılamaz: Bu, sözgelimi, ister ikna edicilik, hayal gücü zenginliği, mukayeseler yapma yeteneği, isterse cüretkârlık yahut keskinlik, kısalık yahut incelik, ifade kolaylığı veya nüktedanlık, isterse umulmadık tezatlar, veciz veya naif bir üslup ve benzeri olsun fark etmez. Fakat bu nitelikler bizde zaten varsa, demem o ki bilkuuve olarak mevcut ise, bunları ortaya çıkarırız ve farkına varırız; bunların hangi amaçlar için kullanılabileceğini yavaş yavaş öğreniriz, bunları kullanma yatkınlığımız yahut temayülümüz takviye edilebilir, hatta bunun için kendi kendimizi yüreklendirebiliriz; bunları kullanmanın etkisini örneklerle değerlendirebilir ve böylelikle doğru ve yerinde kullanımlarını öğrenebiliriz; ancak bütün bunları başardıktan sonradır ki bu sözünü ettiğimiz niteliklere bilfiil sahip oluruz. Okumak suretiyle yazabilmenin yahut üslup oluşturabilmenin tek yolu budur, çünkü böylelikle tabii yeteneklerimizden ne şekilde yararlanabileceğimizi öğreniriz; bunu yapmak için bizde bunların mevcut olduğu bilfarz kabul edilmelidir. Bu yetenekler olmaksızın okumaktan soğuk, kuru bir üslup yani üslupçuluktan başkası elimize geçmez ve birer taklitçi olmaktan öteye gidemeyiz.
* * * *
Sağlık görevlileri insanların gözlerinin yararına harfler için daha aşağısına inilemeyecek belli bir asgari düzey tespit etmeli. 1818’de Venedik’teyken —o zaman hâlâ hakiki Venedik kösteği imal ediliyordu— bir kuyumcu bana catena fina (ince köstek) imalatıyla uğraşanların otuzunda kör olduğunu söylemişti.
* * * *
Yer kabuğu katmanları içerisinde eski zamanlarda yaşamış olan canlıların kalıntılarını muhafaza ettiği gibi,
bir kütüphanenin rafları üzerindeki kitap dizileri de benzer şekilde geçmişin hatalarım ve bunların ne şekilde sergilendiğini biriktirir. Tıpkı bu yarat ıklar gibi onlar da kendi dönemlerinde hayat doluydular ve yeryüzünü bir hayli gürültüye boğmuşlardı; fakat şimdi cansız ve kaskatıdırlar ve sadece paleontologların dikkatini çekerler.
Herodotos’un anlattığına göre, Kserkes bütün bir vadiyi göz alabildiğine dolduran ordusunu görünce, bundan yüz yıl sonra bu askerlerden bir tekinin bile hayatta olmayacağı düşüncesiyle ağlamıştı. Yeni kitaplardan müteşekkil muazzam bir kataloga göz gezdirirken, on yıl geçtikten sonra bunlardan birinin bile sözünün edilmeyeceğini düşünüp de ağlamanın pek akla ziyan bir tarafı olmasa gerektir.
Hayatta nasılsa edebiyatta da öyle: Her nereye dön-seniz derhal kendinizi düzelmez, yola gelmez bir insan güruhuyla karşı karşıya buluyorsunuz, her tarafı her bir köşeyi doldurmuşlar, tıpkı yaz sinekleri gibi sürü halinde her yere doluşup her şeyi kirletiyorlar. Bir yığın berbat kitap, gıdasını buğday başaklarından alan ve sonunda onu boğup kurutan edebiyatın istilacı yabani otları da öyle… İnsanların zaman ını, parasını, dikkatini —ki bunların meşru hak sahibi iyi kitaplar ve onların soylu hedefleridir— gasp etmektedirler: Bunlar ya safi para kazanmak ya da makam mevki elde etmek amacıyla yaz ılırlar. Dolayısıyla sadece yararsız değildirler; fakat müspet olarak zarar da verirler. Mevcut edebiyatımızın tümünün neredeyse yüzde doksanı halkın cebinden birkaç kuruş aşırmaktan başka bir hedef gözetmez ve bunu başarmak için yazar, yayıncı, ve eleştirmen elbirliği edip güçlerini birleştirmişlerdir.
İzin verin size edebiyatçılar, emektar kalem erbapları ve ucuz velut yazarlar tarafından kullanılan, her ne kadar kârlı ve başarılı da olsa, kurnazca ama melunca bir oyundan söz edeyim. Bunlar zevki selimi ve dönemin hakiki kültürünü hiç hesaba katmaksızın zarifleri zürafayı ön sıralara oturtmayı başarırlar, böylelikle zaman içerisinde hepsi okumaya ve hep aynı şeye, yani yeni kitaplara şartlandırılırlar ki böylelikle dolanıp durdukları kibar çevrelerde sohbet konusu yapacak malzeme bulabilsinler. Kötü romanların ve Spindler, Bulwer, Eugene Sue gibi bir zamanlar meşhur olan yazarların kaleminden çıkma benzer ürünlerin hizmet ettiği gaye budur. Faka{ sadece para için yazan ve bu yüzden sayıları asla azalmayan bilakis biteviye çoğalan fevkalade sıradan ve bayağı kimselerin en son eserlerini takip etmeyi büyük maharet addeden ya da buna kendini zorunlu hisseden bu tür bir okur kamuoyunun talihinden daha hazini nedir bilen var mı? Ve sırf bu yüzden bütün çağların ve ülkelerin az sayıdaki en büyük, en seçkin kafalarının eserlerini sadece isimleriyle bilirler.
Edebi yahut sanatsal mecmualar da, bayağı kimselerin günlük bilgi kırıntılarını bastıkları için, okuyan kitlelerin, eğer elde edilmek istenen şey kültür ise, münhasıran hakiki edebiyat eserlerine tahsis edilmesi gereken zamanını çalmanın emsalsiz derecede kurnazca tasarlanmış birer aracından başka bir şey değildir.
Dolayısıyla okumak söz konusu olduğunda geri durabilmek —nerede duracağını bilmek— çok önemli bir şeydir. Geri durulacak yeri kestirmedeki maharetin esası, zaman zaman neredeyse salgın halinde yaygın olarak okunan herhangi bir kitabı, sırf bu yüzden okumaktan ısrarla uzak durmaktır denebilir, sözgelimi sebepsiz gürültü şamata koparan, hatta yayın hayatına çıktıklarının ilk ve son gününde birkaç baskıya ulaşabilen, sonra da unutulup giden siyasi veya dini risaleler, romanlar, şiirler ve benzeri böyledir Ama şunu hatırdan çıkarmayın, ahmaklar için yazanlar her zaman karşılarında geniş bir dinleyici kitlesi bulurlar; okuma zamanınızı sınırlamaya dikkat edin ve okumak için ayırdığınız zamanı da münhasıran bütün zamanların ve ülkelerin büyük kafalarının eserlerine tahsis edin, onlar insanlığın geri kalanını yukarıdan seyrederler, şöhretleri onları zaten bu hüviyetiyle tanıtır. Okunması halinde sadece bunlar insana gerçekten bir şeyler öğretir ve eğitir.
Hiçbir zaman kötü kitaplar çok az, ya da iyi kitaplar çok fazla okunmaz: Kötü kitaplar zihin için zehir mesabesindedir, aklı harap ederler.
İyi olanı okumak için kötü olanı hiçbir zaman okumamayı insan kendisine düstur edinmeli: Çünkü hayat kısa ve hem zaman, hem dinçlik insan için sınırlı.
* * * *
Kimi zaman eski dünyanın büyük düşünürlerine dair kitaplar yazılır ve halk bu kitapları okur; fakat bu büyük adamların kendi eserlerini değil. Bunun sebebi avamın sadece yeni basılmış olanları okumak istemesidir ve similis simili gaudet (Benzer benzerini sevdiği) için halk günün derinlikten yoksun, çapsız kafalarından çıkma dedikodularını, büyük kafaların düşüncelerinden daha mütecanis ve daha hoş bulur. Bununla birlikte talihe şükretmeliyim, A. B. Schlegel’in güzel bir epigramını genç yaşlarımda önüme çıkardığı için, ki o zamandan beri kılavuz yıldızım o1– muştur:
“Leset fleizig die Alten, die wahren eigentlich Alten Was die Neuen davon sagen bedeutet nicht viel”1
1 “Eskileri, zamana meydan okuyarak çağları aşıp gelmiş olan eskileri okuyun büyük bir iştahla, yenilerin söyledikleri pek bir anlam ifade etmiyor artık.”
Ah, bir bayağı kafa ne kadar da yekdiğerine benziyor! Nasıl da hepsi aynı tezgâhtan çıkmışçasına tek biçimli! Nasıl da benzer koşullar altında hep aynı düşünürler ve asla görüş ayrılığı taşımazlar! Bu sebepten ötürüdür ki görüşleri bu kadar şahsi, bu kadar dar ve sınırlı. Ve budala halk kesimi kendilerine benzer bu insanlar tarafından yazılmış değersiz süprüntüleri, başka bir nedenle değil sırf bugün basılmış olduğu için okurlar, buna mukabil büyük düşünürlerin eserlerine kitap raflarında kimse ilişmez.
Sırf bayağı kimselerin her gün piyasaya çıkan ve sinekler gibi her yıl katlanarak çoğalan yazdıklarını okumak uğruna bu bütün zamanların ve bütün ülkelerin en nadir ve en soylu kafalarının eserlerinin kapağım bile kaldırmaksızın yüz üstü bırakan halk tabakasının budalalığı ve huysuzluğu inanılacak gibi değildir; bunun sebebi söylediğim gibi başka hiçbir şey değil, bu yazıların bugün basılmış ve daha henüz mürekkebinin bile kurumamış olmasıdır. Bunlar bir tarafa bırakılıp daha çıktıkları gün böyle şamatayla değil, tıpkı aradan birkaç yıl geçince başlarına gelmesi mukadder olduğu üzere, sessizliğe boğularak karşılanmış olsaydılar, ne iyi olurdu. O zaman bunlar geçmiş zamanın budalalıklarının müşahhas örnekleri olarak istihfafla bakılacak ve gülünüp geçilecek malzemeyi sağlardı.
İnsanlar bütün zamanların en iyisi olanı okumak yerine hep en yeninin peşine düştüklerinden yazarlar kendi dönemlerinde şöyle veya böyle egemen olan fikirlerin dar alanına sıkışıp kalırlar; bu yüzden dönem kendi bataklığı içinde biteviye çırpınıp durur.
Her zaman, her ne kadar birbirlerinden pek haberdar olmasalar da* yan yana gelişen —biri gerçek, diğeri sadece görünüşten ibaret— iki edebiyat vardır. Bunlardan ilki zamana meydan okuyan kalıcı edebiyata dönüşür. Bunlarla bilim yahut sanat için yaşayan insanlar uğraşırlar; sessiz ve vakur, fakat fevkalâde yavaş bir şekilde kendi yolunda ilerler; Avrupa’da bir yüzyılda nadiren bir düzine eser meydana getirir; ne ki bunlar kalıcıdır. Sözünü ettiğim ikinci tür edebiyatla bilim veya sanat üzerinde yaşayan kimseler uğraşır; taraftarların gürültüsü ve şamatasıyla dörtnala ilerler ve her yıl piyasaya binlerce eser çıkarır. Fakat aradan birkaç yıl geçince insan sormadan edemez, “Nerede bunlar? Nereye kayboldu bunların şöhretleri; çığ gibi yayılan, herkesi peşine takıp sürükleyen, bunca gürültü patırtı koparan şöhretleri?” Edebiyatın bu türüne saman alevi gibi geçici, öbürüne kalıcı edebiyat denebilir.
* * * *
Eğer okuyabilecek zamanı da satın alabilseydi, kitap satın almak insan için iyi şey olurdu; fakat insanlar genellikle kitap satın almayı o kitapların içindeki şeyleri elde etmekle karıştırırlar. Bir insanın okuduğu her şeyi muhafaza etmesini istemek, yediği her şeyi midesinde muhafaza etmesini istemekten farksızdır. Yediği şey onu bedenen, okuduğu şey de zihnen beslemiştir ve o bunlarla ne ise o olmuştur. Nasıl ki beden kendisiyle türdeş olanı hazmederse, bir insan da kendisini ilgilendiren—dikkatini çeken şeyi muhafaza edecektir; bir başka deyişle onun düşünce sistemiyle örtüşen yahut amaçlarına denk gelen şeyi bünyesinde alıkoyacaktır. Herkesin hedefleri vardır, fakat azdan azı bir düşünce sistemine benzer bir şeye yaklaşır. Bu sebepten ötürüdür ki bu insanlar hiçbir şeye nesnel bir alâka göstermez, okuduklarından hiçbir şey öğrenmez ve okuduklarından hiçbir şey hatırlamazlar.
Repetitio est mater studiorum. Herhangi önemli bir kitap derhal iki kez okunmalıdır, öncelikle kitabın muhtevası bütünü itibariyle ikinci kez okunduğunda kıvranılır ve başlangıç ancak son bilindiğinde gerçekten anlaşılır; ikinci olarak kitap ikinci kez okunurken kişinin içinde bulunduğu ruh hali farklıdır, dolayısıyla çoğu kez başka bir izlenim elde edilir; muhtemeldir ki muhteva başka bir ışıkta görünür.
Kitaplar, bir zihnin özü—hülasası, en mükemmel ördeğidir ve bu yüzden her zaman sohbetten, hatta en büyük kafanın sohbetinden bile çok daha büyük bir değere sahiptir. Önemli olan her noktada bir insanın eserleri sohbetini aşar ve onu geride bırakır. Hatta s ıradan bir insanın yazıları bile, sırf bu insanın zihninin mükemmel bir örneği olmasından ötürü, öğretici, okunmaya değer ve eğlendiricidir; bir başka deyişle yazdıkları o insanın bütün düşüncesinin ve araştırmasının ürünü ve sonucudur. Buna mukabil onun sohbeti bu bakımdan tatmin edici değildir. Dolayısıyla sohbeti bizi doyurmayacak insanların yazdıkları kitapları okumak mümkündür; böylelikle zihin yüksek kültüre insanlarla değil, neredeyse münhasıran kitaplarla eğlenerek ancak yavaş yavaş ulaşacaktır.
Eski klasik yazarların eserleri kadar zihni eğlendiren başka bir şey yoktur denebilir. Sadece yarım saatliğine bile olsa insan eline alır almaz, derhal soluklanıp ferahlar, arınır, ruhça yücelir ve dinçleşir, tıpkı bir dağ gölünün karşısındaymış ve ciğerlerini temiz havayla dolduruyormuş gibi. Bu eski dillerin kusursuzluklarından ya da eserleri yüzyıllarca zarar görmeksizin ve dokunulmaksızın kalmış olan kafaların büyüklüklerinden kaynaklanır. Belki de ikisi birlikte bunda pay sahibidir. Şunu iyi biliyorum ki, bu eski dilleri öğrenmeyi bıraktığımız zaman -şimdilerde olmak üzere olan budur— yeryüzünde şimdiye dek varolmuş olandan daha barbar, daha budala, daha değersiz yazılardan müteşekkil yeni bir edebiyat türü ortaya çıkacaktır; bilhassa eski dillerin güzelliklerinden kimisine sahip olan Alman dili, bu çala kalem yazan safdiller tarafından, iyice yoksullaştırılıp sakatlanıncaya, sefil bir meslek argosu haline getirilinceye kadar yavaş yavaş ve sistematik biçimde bozulacak ve bu güzelliklerinden yoksun bırakılacaktır.
Evrenin tarihinde yarım yüzyıl her zaman hatırı sayılır büyüklükte bir zaman dilimidir; onu biçimlendiren madde—muhteva her zaman büyük değişimler geçirir; her zaman bir şeyler olup biter.
Fakat edebiyatta aynı büyüklükteki zaman dilimi çok kere tam bir sessizliktir, çünkü hiçbir şey olmamıştır; çünkü beceriksiz, kifayetsiz teşebbüsler kaale alınmaz (değerlendirmeye esas teşkil etmez); dolayısıyla elli yıl önce neredeyseniz tam olarak oradasınızdır.
Demek istediğim şeyi açıklamak için, insanların arasında bilginin ilerlemesini bir gezegenin aldığı yol ile mukayese etmeme izin verin. İnsan soyunun neredeyse kaydettiği her önemli ilerlemeden sonra takip ettiği yanlış yollar Batlamyus sistemindeki (merkezleri taşıyıcı çemberin ‘deferent} üzerinde dolanan küçük çemberler olan) ilmeklere (episikl ‘epicycle, L. epicyclus, Gr. epikuklos\ )benzer ve bunların birinden geçtikten sonra gezegen, girmezden evvel neredeyse yine oradadır. Ne var ki insan soyunu, yürüdüğü yolda gerçekten ileri götüren büyük kafalar, ona zaman zaman saptığı bu ilmeklerde refakat etmez. Bu insanın ölümünden sonra eriştiği şöhreti yaşarken kazanacağı övgü ve takdir pahasına kazandığını ve tersini izah eder. Hegel’in karikatürüyle taçlanmış Fichte ve Schelling’in felsefesinde böyle bir epicyclusun örneği ile karşılaşıyoruz. Bu epicyclus felsefenin sonunda Kant tarafından getirilmiş olduğu sınırdan —ben onu daha sonra tekrar buradan daha ile götürmek üzere devralmıştım bir sapmadır. Bu ara dönemde sözünü ettiğim sahte filozoflar ve diğer bazıları henüz sona ermiş olan epicycluslannd girdiler; dolayısıyla onlarla birlikte yolculuk eden insanlar tam olarak yola çıktıkları noktada olduklarının farkındadırlar.
Hadiselerin bu seyri çağın ruhunda ifadesini bulduğu haliyle bilimin, edebiyatın ve sanatın her otuz yılda bir neden iflasının ilân edildiğini açıklar. Zaman zaman ortaya çıkan yanılgılar bu dönem zarfında çoğalıp öyle bir noktaya ulaşır ki, saçmalıklarının ağırlığı altında ezilirler; diğer yandan bunlara karşı oluşan muhalefet gittikçe gelişir. Tam bu noktada yıkı m gerçekleşir, bunu ters yönde bir başka hata takip eder. Devri-dönemsel geri dönüşleri içerisinde bu hareketlerin aldığı yolu göstermek, edebiyat tarihinin bir şeyler umulabilecek gerçek hedefi olurdu; ne var ki buna pek az dikkat edilir. Ayrıca bu dönemlerin görece kısa ömürlülüğü geçmiş uzak dönemlerin verilerini toplamayı güçleştirir; dolayısıyla en uygun olanı bu meselenin insanın kendi nesli içerisinde nasıl göründüğünü gözlemlemesidir. Bu eğilimin doğa biliminden alınmış bir misali Werteren Neptün jeolojisinde bulunur.
Fakat izin verin, daha önce yukarıda zikrettiğim misale bağlı kalayım, çünkü bu bize en yakın olanıdır. Alman felsefesinde Kant’ ın parlak döneminin hemen ardından ikna etmek yerine, zorla benimsetmeyi hedefleyen bir başka dönem geldi. Tam ve sarih olmak yerine, baş döndürücü ve abartılı, bilhassa anlaşılmaz olmaya çalıştı; hakikati araştırmak, yerine (dalavereyle) ilgi ve merak uyandırdı. Bu şartlar altında felsefe ilerleyemezdi; sonunda bütün okul ve takip ettiği yöntem iflas etti. Çünkü bir yandan Hegel ve yandaşlarının küstahlığı, yapmacık saçmalığı, diğer yandan makulün sınırlarını zorlayan ölçüsüz övgü, takdir ve elbette bütün bu işlerin aşikâr amacı, öyle bir noktaya ulaştı ki, sonunda şarlatanlığın herkesin gözünden gizlenmesi imkânsız hale geldi ve belli ifşaatlar neticesinde yüksek sınıfların sağladığı himaye çekildiğinde herkesin diline düşmekten kurtulamadılar. Bu zamana kadar gelmiş geçmiş bütün felsefelerin bu en sefili, en yavanı böylelikle belasını bulmuş oldu ve kendisiyle birlikte —daha önceki —Fichte ve Schelling’in sistemlerini de itibarsızlık batağına sürükledi. Dolayısıyla Amanya’da Kant’ın ardından felsefenin yarım yüzyıllık mutlak verimsizliği apaçıktır; hal böyle iken Almanlar hâlâ yabancılarla mukayese edildiğinde felsefe yetenekleriyle övünmekten geri durmazlar, özellikle bir İngiliz yazar, hınzırca bir alayla, kendilerine “düşünürler ulusu” diyeli beri.
Epicyclusların sanat tarihinden alınma genel tertibine yahut sistemine dair misal isteyenlerin son yüzyılda Bernini önderliğinde filizlenmiş olan heykel okuluna, daha da özelde onun Fransa’da baskın olan gelişimine bakmaları yeterlidir. Bu okul eski dünyanın güzelliği yerine basmakalıp doğayı; eski dünyanın basitliği ve inceliği yerine, bir Fransız menüetinin tavırlarını yansıtmıştır. Winckelmann’ın önderliğinde eski dünyanın üslubuna geri dönmeye çalışıldığında bu okul iflas etmiştir. Bir başka örnek bu yüzyılın ilk çeyreğine ait olan resim sanatında bulunur. Bu dönemde sanat ortaçağa özgü dini hissiyatın bir aracı ve enstrümanından ibaret olarak görülüyordu. Neticede tema olarak münhasıran kiliseye ait konular seçiliyordu. Ne var ki bunlar hakiki inancın samimiyetine dair en ufak bir kırıntıya bile sahip olmayan ressamlarca ele almıyordu ve saplantı yahut kuruntu içerisinde Francesco Francia, Pietro Perugino, Angelico da Fiesole ve bunlara benzer diğerlerini takip ediyorlardı hatta bunlara takip ettikleri hakiki büyük ustalardan daha büyük saygı gösteriyorlard ı. Bu yanılgı dolayısıyla ve şiirde de benzer bir çabanın aynı zaman diliminde revaç bulmasından ötürü Goethe Pfaffenspiel kıssasını yazmıştı. Keyfiliği yahut heveskârlığı ile ünlü bu okul iflas etti ve ardından tabiata dönüş hareketi ortaya çıktı, ki kendisini, her ne kadar zaman zaman bayağılığa varacak denli hedefinden sapsa da, her türlü janr (Günlük hayatı gerçekçi biçimde resmetme) tarzında resim ve manzaralarla belli etti.
Edebiyat tarihinde insan zihninin ilerlemesi de bundan farklı değildir ki büyük bölümü itibariyle ıskartaya çıkarılmış biçimsizlikler müzesinin bir kataloğunu andırır; orada zamana karşı en uzun direnen şey domuz derisidir. Biçim kusuru bulunmayan az sayıdaki yaratıklar için — eğer aradığımız bu ise— buraya bakmamalıyız; onlar hâlâ canlıdır ve tıpkı gençlikleri her daim taze olan ölümsüzler gibi onları dünyanın dört bir tarafında bulabiliriz. Benim gerçek edebiyat diye bir tarafa ayırdığım şeyi münhasıran bunlar oluşturur; her ne kadar kişiler bakımından fakir ise de tarihini, bize anlatan derlemelerden önce, gençliğimizden itibaren bütün eğitimli insanların ağızlarından öğreniriz.
Hiçbir hakiki bilgi kırıntısına sahip olmaksızın, sırf her şey hakkında çene çalıp gevezelik yapabilmek için, edebiyat tarihlerini okuma yönündeki günümüzün yaygın saplantısına karşı bir panzehir olarak, izin verin size Lichtenberg’den —gerçekten okunmaya değerdir— bir pasaj zikredeyim: “Dünyada kitaplardan daha tuhaf satış metalarına rastlamak galiba imkânsızdır: Anlamayan kimseler tarafından basılır, anlamayan kimseler tarafından satılır, anlamayan kimseler tarafından okunulur, hatta tetkik ve tenkit edilir; ve şimdilerde artık onları anlamayan kimseler tarafından kaleme alınmaktadır.” .
Günümüzün bu denli yaygın bir özelliği olan bilim
2C. Ü eski baskı, sh. 302
ve öğrenim tarihine yüzeysel bir aşinalığın, önyargıların doğumuna sebebiyet verdiğinden ötürü, bizatihi bilginin ilerlemesi için zararlı olduğuna inanıyorum. Bu tarihi takip etmek zevklidir; fakat doğrusunu söylemek gerekirse, zihni sadece boş bırakmakla kalmaz, ama aynı zamanda onu, böylesine lüzumsuzca doldurarak kendine ait güçleri geliştirmekten de mahrum bırakır. Her kim kafasını böyle lüzumsuzca doldurmayı değil, ama onu güçlendirmeyi, melekelerini ve yatkınlıklarını geliştirmeyi, genel olarak ifade etmek gerekirse, kabiliyetlerini inkişaf ettirmeyi arzu ederse, üzerinde hiç düşünmediği bir bilgi konusunda, onun tarihine ve edebiyatına ait binlerce bilgi kırıntısına sahip olsa da, bu sözüm ona edebiyatla tanışmanın başka hiçbir şeyle kıyaslanamayacak kadar zayıflatıcı bir etkisinin olduğunu görecektir. Bu tıpkı açken bir yemek kitabını okumaya benzer.
Bu sözüm ona edebiyat tarihlerinin, kendi kıymetlerinin ve gerçek bilgilerinin değerinin farkında olan düşünen insanlar arasında hiçbir zaman revaç bulmayacağına inanıyorum. Bu insanlar kendilerini başkalarının akıllarını nasıl kullandıklarını anlayıp öğrenmekle bunaltacaklarına, zamanlarını kendi akıllarını kullanmaya ayırmayı tercih ederler. En kötüsü de, bileceğiniz üzere, edebiyat araştırması istikametinde ne kadar bilgi sahibi olunursa, bilgiyi ilerletme gücü de o kadar azalır; artan tek şey vardır; böyle bir bilgiye sahip olmaktan doğan gurur… Bu tür kimseler ona gerçekten sahip olanlardan daha fazla bilgi sahibi olduklarına inanırlar. Bilginin sahibini hiçbir zaman kibirlendirmeyeceği şüphesiz temeli sağlam bir düşüncedir. Kendi kişiliklerine dair bilgilerini genişletme kudretinden yoksun olup bilginin tarihindeki karanlık noktaları vuzuha kavuşturmakla uğraşanlar ya da başkalarının yapmış olduklarını anlatma becerisine sahip olanlar; sadece bunlar kendilerini bilginin gururuna kaptırırlar. Bunlar gururludurlar, çünkü tamamen mekanik bir mahiyete sahip olan bu uğraşı, bilgi ile hemhal olmak zannederler. Demek istediğimi örneklerle izah edebilirdim, fakat bu yorucu ve meşakkatli bir iş olurdu.
Fakat birisinin, muhtelif milletlerin meydana getirdikleri ve sahip olmaktan dolayı ziyadesiyle gurur duydukları en büyük yazarların ve sanatçıların, hayatları boyunca nasıl bir muameleye tabi tutulduklarını gösteren trajik bir edebiyat tarihine girişmesini arzu ederim. Böyle bir tarih bütün zamanların ve ülkelerin en güzel ve en hakiki eserlerinin sefil ve pespaye olanlara karşı yürütmek zorunda kaldıkları bitmek tükenmek bilmeyen bir savaşı gözler önüne sererdi. İnsanlığı hakikaten aydınlatmış olanların neredeyse tamamının, her türden sanat eserinin büyük ustalarının neredeyse tümünün şehit düştüğünü anlatırdı; birkaç istisna dışında tanınmamakla, görmezden gelinmekle, sessizliğe boğulmakla, kederlerini ve ıstıraplarını paylaşacak kimse bulamamakla kendilerine nasıl eziyet edildiğini, nasıl işkence ile mahkum edildiklerini; nasıl yoksulluk ve sefalet içerisinde yaşadıklarını, şöhretin, itibarın ve servetin nasıl değersizlerin payına düştüğünü gösterirdi; başlarına gelenin, babası için geyik avlarken kardeşinin elbiselerini üzerine geçirmiş Yakup Peygamber tarafından soyulmuş olan Edom’un başına gelenle aynı olduğunu; insanlığın öğretmeninin zahmetli savaşı sonunda bitinceye, ölümsüz defne tacı kendisine sunuluncaya kadar insanların sevgisiyle hep el üstünde tutulduklarını gözler önüne sererdi, ama onun hakkında; denilebildiğinde, işte o zaman onlar için vakit artık tamamdır, ölüm çanları çalmaya başlamıştır.
3 “Kalın ve ağır zırh kanatlı elbiselere dönüştü Istırap geçici, mutluluk ebedi oldu.”
‘Der schwere Panzer wird zum Flügelkleide Kurz ist der Schmerz, unendlich ist die Freude ” *
OKUMAK YAZMAK VE YAŞAMAK ÜZERİNE
SCHOPENHAUER
Çev. M. Sırrı ERER
Ekim yayınları



