Schopenhauer’ın “istemenin reddi” veya Kierkegaard’ın “kaygı” kavramlarıyla Oblomov’un pasifliği arasında bir bağ kurulabilir mi?


Oblomov’un Pasifliği, Schopenhauer’ın İstemenin Reddi ve Kierkegaard’ın Kaygısı Arasında Felsefi Bir Diyalog

İvan Gonçarov’un Oblomov adlı romanının başkahramanı İlya İlyiç Oblomov, edebi bir figür olmanın ötesinde, modern bireyin varoluşsal sancılarını temsil eden bir simgedir. Oblomov’un eylemsizlikle şekillenen yaşamı, ilk bakışta tembellik ya da karakter zafiyeti olarak değerlendirilebilecek bir nitelik taşırken, derinlemesine incelendiğinde Schopenhauer ve Kierkegaard gibi düşünürlerin ortaya koyduğu felsefi problemlerle yankı bulur.

1. Schopenhauer ve İstemenin Reddi

Arthur Schopenhauer, iradeyi —ya da onun kendi terimiyle “isteme”yi— tüm varoluşun metafizik temeli olarak tanımlar. Ona göre dünya, “temsil olarak dünya”dan ziyade “isteme olarak dünya”dır; yani nesnel gerçeklikten çok, kör ve irrasyonel bir isteme tarafından yönlendirilen bir oluş alanıdır. Bu isteme, doyumsuzdur; sürekli bir arzu zinciri yaratır ve insanı acıya mahkûm eder. Schopenhauer’ın etik anlayışında kurtuluşun yolu, bu istemeyi “reddetmekten” geçer. Arzuların, tutkuların ve dünyevi bağlılıkların söndürülmesiyle, birey bir nevi “nirvana” benzeri bir varoluş durumuna ulaşabilir: pasiflik, içsel huzur ve iradesiz bir dinginlik.

Oblomov’un pasifliği, bu anlamda Schopenhauer’cı bir perspektiften okunabilir. Oblomov, toplumsal beklentilerden, hırstan, başarı arzusundan ve hatta aşkın dinamizminden bile kaçınarak kendini bir tür “isteme reddi” konumuna yerleştirir. Ne evlenmek, ne çalışmak, ne de toplumsal bir rol üstlenmek ister; çünkü tüm bunlar istemenin zincirleme ıstırabını beraberinde getirecektir. Onun pasifliği, istemenin acısından korunma stratejisi olarak görülebilir. Her ne kadar bilinçli bir felsefi duruş değilse de, sonuç itibariyle Schopenhauer’ın etik çözümlemesine benzer bir noktaya varır: “Eylemden kaçınmak, acıyı minimize eder.”

2. Kierkegaard ve Kaygı

Søren Kierkegaard ise modern varoluşçuluğun kurucu figürlerinden biri olarak, bireyin içsel çatışmalarına ve özgürlüğün yüküne odaklanır. Ona göre insan “mümkün” ile “zorunlu” arasında salınan bir varlıktır ve bu salınım “kaygı”yı doğurur. Kaygı, Kierkegaard’da basit bir korku hali değil, varoluşun derin bir paradoksudur: İnsan, özgür olduğunun farkına vardıkça, seçim yapma yükümlülüğüyle karşı karşıya kalır ve bu durum ontolojik bir baş dönmesi (Vertigo) yaratır.

Oblomov’un yaşadığı duraksama hali, Kierkegaard’ın tanımladığı varoluşsal kaygının bir tezahürü olarak okunabilir. Oblomov, hayatının yönüne dair bir karar verme noktasına tekrar tekrar gelir (örneğin Olga ile olan ilişkisi), ancak her seferinde geri çekilir. Bu geri çekiliş, özgürlük karşısında duyulan dehşetin sonucudur. Karar verme ve eyleme geçme zorunluluğu, onu felç eder. Dolayısıyla Oblomov’un pasifliği sadece dış dünyaya değil, kendi içindeki “mümkün”e karşı da bir savunma mekanizmasıdır. Kierkegaard’ın ifadesiyle, “insan, olmak istemediği şeyi bile seçemeyecek kadar kaygı içindedir.”

3. Pasifliğin Ontolojik Statüsü: Tembellik mi Yoksa Direniş mi?

Oblomov’un pasifliğini bu iki filozofun bakış açısıyla yorumlamak, onu sıradan bir “tembellik” kategorisinden çıkarır ve daha sofistike, varoluşsal bir düzleme taşır. Schopenhauer bağlamında bu pasiflik, istemeye ve onun doğurduğu ıstıraba karşı edilgin bir direniştir. Kierkegaard açısından ise pasiflik, özgürlüğün sorumluluğundan kaçış ve kaygının sonucu olarak ortaya çıkan bir felç halidir. Her iki durumda da Oblomov, modern bireyin yalnızca fiziksel değil, ruhsal bir tükenmişlik yaşadığını gösteren simgesel bir figüre dönüşür.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir