Şiddetin İkiliği: Devlet ve Devrim Arasında

Devlet şiddeti ile devrimci şiddet arasındaki ayrım, insanlık tarihinin en karmaşık sorularından biridir. Bu ayrım, yalnızca fiziksel güç kullanımının ötesine uzanır; otoritenin meşruiyeti, ahlaki sınırlar, toplumsal düzenin yeniden inşası ve bireyin özgürlük arayışı gibi derin soruları içerir. Frantz Fanon, Pierre-Joseph Proudhon ve Niccolò Machiavelli, bu soruya farklı tarihsel ve düşünsel bağlamlarda yanıtlar sunar. Onların fikirlerini, sosyolojik, tarihsel, etik ve antropolojik açılardan ele alarak, şiddetin doğasını ve bu iki biçim arasındaki sınırları keşfedeceğiz. Bu metin, sorunun özünü açığa çıkarırken, insanlığın güç, adalet ve dönüşümle olan mücadelesini anlamaya çalışır.

Meşruiyetin Kaynağı

Devlet şiddeti, genellikle otoritenin meşru bir zemine dayandığı iddiasıyla tanımlanır. Devlet, yasalar, kurumlar ve toplumsal sözleşme aracılığıyla toplumu düzenleme yetkisini kendinde görür. Bu, Max Weber’in “şiddet tekeli” kavramında somutlaşır: Devlet, meşru şiddet kullanma hakkını tekeline alır ve bu hakkı, düzenin korunması adına gerekçelendirir. Ancak bu meşruiyet, tarih boyunca sorgulanmıştır. Machiavelli, Prens adlı eserinde, devletin gücünü korumasını ahlaki bir mesele olmaktan çok pragmatik bir zorunluluk olarak ele alır. Ona göre, devlet şiddeti, istikrarı sağlamak için gerekliyse, etik kaygılardan bağımsız olarak meşrudur. Bir hükümdar, korku ve sevgi arasında denge kurmalı, ancak gerektiğinde korkuyu tercih etmelidir. Machiavelli için devlet şiddeti, kaosu önlemek ve toplumu bir arada tutmak için bir araçtır; ahlaki bir sorgulama, yalnızca bu amaca hizmet ettiği ölçüde anlamlıdır.

Devrimci şiddet ise, mevcut düzenin meşruiyetini reddederek ortaya çıkar. Fanon, Yeryüzünün Lanetlileri’nde, sömürgecilik karşıtı mücadelenin bağlamında devrimci şiddeti bir arınma ve özgürleşme aracı olarak tanımlar. Ona göre, sömürge düzeninin kendisi, sistematik bir şiddet biçimidir; bu nedenle devrimci şiddet, yalnızca bir tepki değil, aynı zamanda ezilenlerin insanlığını yeniden inşa etme yoludur. Fanon’un yaklaşımı, şiddeti yalnızca fiziksel bir eylem olarak değil, aynı zamanda ezilenlerin bilincini dönüştüren bir süreç olarak görür. Proudhon ise, anarşist bir perspektiften, devletin kendisini bir şiddet aygıtı olarak tanımlar ve devrimci şiddeti, bu otoriteye karşı bir başkaldırı olarak meşrulaştırır. Ancak Proudhon, şiddetin yıkıcı doğasından ziyade, toplumsal yeniden yapılanmayı vurgulayarak, devrimci hareketin kolektif dayanışma ve adalet arayışına dayanması gerektiğini savunur.

Toplumun Kırılgan Dengesi

Devlet şiddeti, toplumun düzenini koruma iddiasıyla hareket ederken, bu düzenin kimin çıkarlarına hizmet ettiği sorusu kritik bir önem taşır. Tarihsel olarak, devletler, elitlerin ya da egemen sınıfların çıkarlarını korumak için şiddeti bir araç olarak kullanmıştır. Foucault’nun biyopolitik kavramı, devletin yalnızca cezalandırma yoluyla değil, aynı zamanda bireylerin bedenlerini ve yaşamlarını kontrol ederek de şiddet uyguladığını gösterir. Hapishaneler, ordular, polis teşkilatları ve hatta eğitim sistemleri, devletin bu kontrol mekanizmalarının birer parçasıdır. Bu bağlamda, devlet şiddeti, yalnızca açıkça görünen baskı biçimleriyle sınırlı kalmaz; aynı zamanda günlük yaşamın dokusuna sızan bir disiplin mekanizmasıdır.

Devrimci şiddet ise, bu düzenin sorgulanması ve yıkılması için bir araç olarak ortaya çıkar. Ancak bu şiddet, kendi içinde bir ikilem barındırır: Devrimci hareketler, mevcut düzeni yıkarken, yeni bir düzen kurma çabasında sıklıkla kendi şiddet tekellerini oluşturur. Fanon, bu süreci sömürgecilik sonrası bağlamda ele alırken, devrimci şiddetin yalnızca bir yıkım değil, aynı zamanda bir yaratım süreci olduğunu savunur. Ona göre, ezilenlerin şiddeti, sömürgeci düzenin insanlıktan çıkaran etkilerine karşı bir tür “katharsis”tir. Ancak Fanon’un yaklaşımı, romantik bir yüceltmesi olarak da eleştirilebilir; çünkü devrimci şiddet, kontrol edilmediğinde, yeni bir baskı rejimine dönüşme riski taşır. Proudhon, bu riski fark ederek, devrimci eylemin bireysel özgürlükleri ve kolektif dayanışmayı güçlendirmesi gerektiğini vurgular. Machiavelli ise, devrimci şiddetin, yeni bir düzen kurma sürecinde kaçınılmaz olduğunu, ancak bu şiddetin liderin pragmatik hedeflerine hizmet etmesi gerektiğini belirtir. Ona göre, devrimci bir hareket, yalnızca liderin yetkinliği ve stratejik vizyonuyla başarılı olabilir.

Etik Sınırların Bulanıklığı

Şiddetin etik boyutu, hem devlet hem de devrimci şiddet için tartışmaların merkezindedir. Devlet şiddeti, genellikle “toplumun iyiliği” adına meşrulaştırılır; ancak bu iyilik, kimin iyiliği sorusunu açık bırakır. Örneğin, sömürgecilik döneminde devlet şiddeti, “medenileştirme” misyonuyla gerekçelendirilmiş, ancak bu süreçte milyonlarca insan ezilmiştir. Fanon, bu tür bir şiddetin, yalnızca fiziksel değil, aynı zamanda kültürel ve psikolojik bir yok etme süreci olduğunu belirtir. Ona göre, devrimci şiddet, bu yok edici düzene karşı bir isyan olarak ahlaki bir zemine sahiptir; çünkü ezilenlerin insanlığını geri kazanması, ancak bu mücadeleyle mümkündür. Ancak Fanon’un bu görüşü, şiddetin ahlaki bir araç olarak kullanımının sınırlarını sorgulamayı gerektirir: Şiddet, özgürlüğü sağlama adına kullanıldığında bile, kendi ahlaki çelişkilerini üretir.

Proudhon’un yaklaşımı, bu etik bulanıklığı daha farklı bir şekilde ele alır. Anarşist bir düşünür olarak, her türlü otoriteye karşı çıkar ve devletin şiddet tekelini reddeder. Ancak devrimci şiddeti savunurken, bu şiddetin bireylerin özgür iradesine dayalı bir dayanışma hareketiyle sınırlı olması gerektiğini vurgular. Proudhon için, devrimci şiddet, yalnızca mevcut düzenin yıkılması için değil, aynı zamanda adil bir toplumun inşası için kullanılmalıdır. Machiavelli ise, etik kaygıları tamamen pragmatizme tabi kılar. Ona göre, devlet ya da devrimci lider, ahlaki ilkelerden ziyade, gücün korunması ve toplumun istikrarı için hareket etmelidir. Bu, Machiavelli’nin ahlaki relativizmini açıkça gösterir: Şiddet, sonuçları açısından değerlendirilmelidir, niyetleri açısından değil.

Tarihsel Dinamiklerin Ağı

Tarihsel bağlam, devlet ve devrimci şiddet arasındaki ayrımı anlamada kritik bir rol oynar. Devlet şiddeti, genellikle mevcut düzenin sürekliliğini sağlama amacı taşırken, devrimci şiddet, bu düzeni dönüştürmeyi hedefler. Ancak tarih, bu iki şiddetin birbirine nasıl dönüştüğünü defalarca göstermiştir. Fransız Devrimi, Rus Devrimi veya sömürgecilik karşıtı hareketler gibi örnekler, devrimci şiddetin özgürlük arayışıyla başlayıp, yeni bir devlet şiddetinin temellerini atabildiğini gösterir. Fanon, bu dinamiği sömürgecilik sonrası bağlamda ele alırken, devrimci şiddetin yalnızca eski düzeni yıkmakla kalmayıp, yeni bir ulusal bilinci inşa ettiğini savunur. Ancak bu süreçte, yeni kurulan devletlerin kendi şiddet mekanizmalarını oluşturması, Fanon’un eleştirilerinde yeterince ele alınmaz.

Proudhon, bu tarihsel döngüyü kırmanın yolunu, otoritesiz bir toplumda arar. Ona göre, devrimci şiddet, yalnızca devletin yerine yeni bir otorite kurmamak kaydıyla meşrudur. Bu, Proudhon’un anarşist vizyonunun temel taşıdır: Toplum, merkezi bir otorite olmadan, karşılıklı yardımlaşma ve özgür bireyler aracılığıyla işleyebilir. Machiavelli ise, tarihsel dinamikleri daha soğukkanlı bir şekilde değerlendirir. Ona göre, her devrimci hareket, sonunda bir devlet biçimine dönüşmek zorundadır; çünkü toplumlar, kaosun eşiğinde bir otoriteye ihtiyaç duyar. Bu nedenle, devrimci şiddet, yalnızca yeni bir düzenin temelini atmak için anlamlıdır; aksi takdirde, sadece kaos üretir.

İnsan Doğasının Yansıması

Antropolojik bir perspektiften bakıldığında, şiddet, insan doğasının hem yaratıcı hem de yıkıcı yönlerini yansıtır. Devlet şiddeti, insanın düzen arayışını; devrimci şiddet ise, adaletsizliğe karşı isyan etme dürtüsünü temsil eder. Fanon, bu dürtüyü, ezilenlerin insanlığını yeniden kazanma mücadelesi olarak görür. Ona göre, devrimci şiddet, yalnızca bir eylem değil, aynı zamanda bir varoluşsal dönüşümdür. Ezilen, şiddeti kullanarak, sömürgeci düzenin ona dayattığı “nesne” konumundan “özne” konumuna geçer. Proudhon, insan doğasının bu yönünü, bireysel özgürlük ve kolektif dayanışma arasında bir denge kurarak ele alır. Ona göre, şiddet, yalnızca bu dengeyi sağlama yolunda bir araç olabilir; yoksa kendi başına bir amaç haline geldiğinde, yeni bir baskı biçimine dönüşür.

Machiavelli’nin insan doğasına bakışı ise daha karamsardır. Ona göre, insanlar, çıkarları ve korkuları tarafından yönlendirilir. Bu nedenle, hem devlet hem de devrimci şiddet, bu temel dürtüleri yönetmek için gereklidir. Machiavelli için, şiddetin meşruiyeti, onun sonuçlarında yatar: Eğer bir lider, toplumu kaostan kurtarıp istikrar sağlıyorsa, kullandığı yöntemlerin ahlaki niteliği önemsizdir. Bu pragmatik yaklaşım, modern siyaset felsefesinde derin etkiler bırakmıştır; ancak aynı zamanda, şiddetin etik ve insani sonuçlarını göz ardı etme riskini taşır.

Dil ve Sembollerin Gücü

Dil, devlet ve devrimci şiddet arasındaki ayrımı anlamada güçlü bir araçtır. Devlet şiddeti, genellikle “adalet”, “düzen” ve “güvenlik” gibi kavramlarla meşrulaştırılır. Bu dil, devletin otoritesini pekiştirir ve toplumu bir arada tutar. Ancak devrimci şiddet, bu dili tersine çevirir: “Özgürlük”, “adalet” ve “eşitlik” gibi kavramlar, devrimci hareketlerin retoriğinde merkezi bir yer tutar. Fanon, bu dilin, ezilenlerin bilincini uyandırmada kritik bir rol oynadığını savunur. Ona göre, devrimci şiddet, yalnızca fiziksel bir eylem değil, aynı zamanda sembolik bir başkaldırıdır; sömürgeci düzenin dilini ve sembollerini yıkar, yerine yeni bir anlam dünyası kurar.

Proudhon, dilin bu gücünü, otoriteye karşı bir araç olarak kullanır. Onun yazılarında, devlet, “hırsız” ve “baskıcı” olarak tanımlanırken, devrimci hareket, “özgürlük” ve “dayanışma” ile özdeşleştirilir. Bu dil, Proudhon’un anarşist vizyonunu topluma aktarmada etkili bir araçtır. Machiavelli ise, dilin stratejik bir araç olduğunu savunur. Ona göre, bir lider, halkı ikna etmek için doğru kelimeleri seçmelidir; çünkü dil, korku ve sevgiyi dengelemenin bir yoludur. Ancak Machiavelli’nin dil anlayışı, etik bir kaygıdan çok, pragmatik bir manipülasyon aracıdır.

Sınırların Belirsizliği

Devlet şiddeti ile devrimci şiddet arasındaki ayrım, nihayetinde, meşruiyetin, ahlakın ve tarihin karmaşık bir dansında yatmaktadır. Fanon, devrimci şiddeti ezilenlerin özgürleşme aracı olarak görürken, Proudhon, otoritesiz bir toplumun inşası için şiddetin sınırlı ve geçici bir araç olması gerektiğini savunur. Machiavelli ise, şiddetin meşruiyetini, onun sonuçlarına bağlar; ahlaki kaygılar, yalnızca pragmatik hedeflere hizmet ettiği ölçüde anlamlıdır. Bu üç düşünür, şiddetin farklı yüzlerini ve insanlık tarihindeki yerini anlamada bize rehberlik eder. Ancak bu ayrım, asla net bir çizgiyle belirlenemez; çünkü şiddet, insan doğasının, toplumun ve tarihin karmaşık dokusu içinde sürekli yeniden tanımlanır. Soru, belki de şudur: Şiddet, adaleti mi doğurur, yoksa sadece yeni bir baskı biçimini mi yaratır?