SLAVOJ ŽIŽEK: Alışılageldik varoluş şeklimizin temel çerçevesini dengesizleştirecek bir felaket tehdidi ile karşılaştığımızda ilk ve kendiliğinden tepkimiz, gizli bir anlam arayışına girmek oluyor: Böyle bir tehdit doğduğuna göre bir şeyleri yanlış yapmış olmalıyız, diyoruz… Anlam olsun da çamurdan olsun:

Rumsfeld ve Arılar

Öyleyse kaçınmamız gereken bir çifte tuzakla karşı karşıyayız: Bir yanda, çevre felaketlerini bilim ve teknoloji yoluyla çözülebilir bir probleme indirgeyerek ekolojiyi “ideolojik olmaktan çıkarma” [de-ideologize] eğilimi; diğer yanda da, ideolojiyi New Age mitolojisi usulü “tinselleştirme” eğilimi. Bu iki yaklaşım, ekolojik problemin ekonomik, politik ve ideolojik köklerini açıklayan somut bir sosyal analizi paylaşıyor. Bilim şarttır, ancak işi bilime bırakamayız: Hayatlarımızı nasıl dönüştürmemiz gerektiğini söyleyemez bize. Çünkü bu dönüşüm, nasıl bir hayat sürdürmek istediğimize ilişkin sosyo-politik “normatif” fikirlere dayanmak zorundadır. Öyleyse birbirine çatışır gözüken bir dizi çözümü yetersiz bulmak ve reddetmek zorundayız: Ekolojik tehditlere tamamen teknik ve yeni üretim biçimleri (nanoteknoloji) ve yeni enerji biçimleri ile çözülesi problemlerimiz gibi muamele etmek yeterli olmadığı gibi, dolaysız bir New Age ruhiyatçılığı da meseleyi halletmez. Kapitalizmin ekolojik bir yeniden-örgütlenmesini talep etmek yeterli olmadığı gibi, modern öncesi organik bir topluma ve onun bütüncül bilgeliğine dönmek de meseleyi halletmez. İhtiyaç duyduğumuz şeylerden birincisi, durumumuzun benzersizliğine yeni gözlerle bakmaktır. Her ne kadar kapitalizm, sonsuz bir uyarlanabilirliğe sahipse de (akut bir çevre krizi durumunda mahut uyarlanırlık, ekolojiyi kolayca kapitalist bir yatırım ve rekabet sahasına çevirmektedir), karşı karşıya olduğumuz riskin tabiatı pazar esaslı bir çözümü tamamen dışlamaktadır. Neden? Çünkü kapitalizm, çok belirli sosyal şartlar altında çalışır: Pazarın “görünmez eli”ne duyulan bir güvene dayalıdır, bu güven de bir çeşit Aklın Kurnazlığı gibi, bireysel egotizmlerin kamu yararına hizmet etmesini güvence altına alır. Ancak şimdilerde radikal bir değişimin orta yerindeyiz: Bugün misli benzeri görülmemiş bir ihtimal ufukta belirmiş bulunuyor – bir ekolojik felaket, ölümcül biyogenetik mutasyon, nükleer savaş ya da benzeri bir askeri-sosyal belayı tetikleyen insanoğlunun müdahalesiyle dünyanın akışının felakete doğru bir şekilde değişmesi olası. Artık eylemlerimizin kapsamının sınırlı olduğu varsayımına bel bağlayamayız: Artık, biz ne yaparsak yapalım, tarihin umursamadan yoluna devam edeceği doğru değil.

Günümüzde sık sık, bilimsel uzmanlığın sağladığı bilgilere fazlaca güvendiğimiz, buna mukabil bize bilimsel-teknolojik yaklaşımda bir şeylerin hatalı olduğunu söyleyen içgüdülerimize yeterince güvenmediğimiz iddia ediliyor. Ancak problem, çok daha derinlerde; problem, bizzat, bildiğimiz şekliyle sıradan yaşantılar dünyasına uyumlanmış ve bu yüzden de gündelik gerçekliğin akışının gerçekten bozulabileceğine inanmayı bir türlü beceremeyen aklı selimin güvenilmezliğinde yatıyor. Bu noktada tutumumuz, garip bir şekilde çatallanıyor: “Gayet iyi biliyorum ki (küresel ısınma tüm insanlık için bir tehdit oluşturuyor), ama yine de … (buna gerçekten inanamıyorum).” “Aklımın dolaysız bağlarla bağlı olduğu çevreme şöyle bir bakmak yeterli: Yeşil otlar ve ağaçlar, rüzgarın ıslığı, gün doğumu… insan bütün bunların gün gelip bozulacağına inanabilir mi? Ozon delindiğinden dem vuruyorsunuz – ancak ben göğe ne kadar bakarsam bakayım, delik falan görmüyorum; tek gördüğüm, hep o gri ya da mavi gökyüzü.” Bir kısım çiftçinin Çernobil faciasının olduğu yerlerde hayatlarını her zamanki gibi sürdürmesine şaşmamalı – bunlar, radyasyon denilen nesne hakkındaki anlaşılmaz muhabbeti duyuyor, ama kulak asmıyorlar.

Her tarafta patır patır riskler beliriyor ve biz de bunlarla başa çıkar diye biliminsanlarına güveniyoruz. Problem tam da burada: Bilimcilerin bilmesi gerek, ama bilmiyorlar işte. Bilimin toplumlarımızdaki yayılımının iki beklenmedik özelliği var: Bizler, en mahrem tecrübelerimizde bile (cinsellik ve din) bilime gittikçe fazla itimat ederken, bizzat bilimin bu heryerdelik hali, bilimsel bilgiyi de çok sayıda çatışan açıklamadan oluşan tutarsız bir alana çeviriyor. Sıkça kullanılan “uzman görüşü” terimi de bu yeni durumun bir belirteci: Eskiden, biz sıradan ölümlülerin türlü çeşitli görüşleri olurdu da tek, evrensel ve bilimsel doğruyu, döner biliminsanlarından beklerdik. Günümüzün yeni biliminden duyup duyacağımızsa bir dizi çatışan “uzman görüşü” oluyor… Bu durumda, Avrupa’da uçuş yasaklarının kalkmasından bir hafta sonra, medyada, bu kez bir başka “uzman görüşü”ne dayanan, ve Avrupa üstünde gerçekten tehlike arz eden bir volkanik kül bulutunun falan zaten hiç oluşmadığını söyleyen haberleri okumanın da şaşırtıcı bir yanı kalmıyor – bütün yaygara, bir panik reaksiyonundan ibaretmiş meğer. Mesele kime inanacağımızı bilmemekte: Ekolojik bozulmanın etkilerini bizzat hissetsek bile (ötede bir kuraklık, beride alışılmadık derecede şiddetli bir fırtına) uzmanların bu sonuçlarla onların nedenleri arasında kurduğu bağlantılar, biz sıradan insanlar için aşikar olmaktan uzak kalıyor.

Bilimin işbu çaresizliğini bir yandan açığa vuran ve öte yandan da uzmanların verdiği teminatların oluşturduğu aldatıcı bir perdeyle örten paradigmatik kategorinin adı, “sınır değeri”dir. Çevreyi korkmadan ne kadar daha kirletebiliriz, daha ne kadar fosil yakıt yakabiliriz, zehirli bir maddenin ne kadarı sağlığımız için tehdit oluşturmaz… (bir de ırkçı bir versiyon ekleyelim, topluluğumuza, kimliğimizi tehlikeye atmadan, daha ne kadar yabancıyı entegre edebiliriz)? Burada karşılaştığımız apaçık problem, durumun şeffaf olmaması nedeniyle, her sınır değerinde keyfi ve kurgusal bir yan bulunmasıdır – doktorların önerdiği azami kan şekeri değerinin doğru değer olduğundan, bunun üstüne çıktık mı tehlikeli alana girdiğimizden, altında kaldığımızda güvende olduğumuzdan, emin olabilir miyiz? Ya da global sıcaklıkta 2 dereceyi aşmayan bir artışın tolere edilebileceğinden, bunun üstününse felaketlere yol açacağından?

Durumu daha da karmaşıklaştıran şey, ekolojik tehditlerin birçoğunun bizzat bilim ve teknoloji tarafından yaratılması (endüstrinin ekolojik sonuçları, kontrolsüz biyogenetiğin psişik sonuçları, vb.). Ama, modern bilimi suçlamak da burada fazla basit kaçıyor: Bilimler hem riskin kaynağı (kaynaklarından biri), hem tehditleri anlamak ve tanımlamakta kullanabileceğimiz yegane araç ve hem de tehditlerle başa çıkmakta, bir çıkış yolu bulmakta yararlanacağımız kaynak (kaynaklardan biri). Global ısınmadan bilimsel-teknolojik toplumu sorumlu tutsak bile, sadece bu tehdidi kaldırmak için değil, çoğu kez tehdidin farkına varmak için bile dönüp dolaşıp yine bu bilime başvuracağız – gökyüzündeki “ozon deliği”ni sadece biliminsanları görebiliyor, örneğin. Richard Wagner’in Parsifal’indeki “yarayı sağaltan onu açan kargıdır, yine” dizesi yeni bir bağlam kazanıyor: Bilimöncesi holistik bilgeliğe dönüş yok, içinde bulunduğumuz dertten bizi kurtaracak olan bilimdir, yine.

Ancak, bilgimizin işbu sınırlılığından asla, ekolojik tehdidi abatmayalım yollu bir sonuç çıkarılamaz. Tersine, madem son derecede öngörülemez bir durumdayız, o zaman daha da dikkatli olmamız gerekiyor. Kompleks sistemler teorisi, bu türden sistemlerin iki karşı özelliği bulunduğunu –bir yandan kuvvetli, dengeli bir karaktere sahip olduklarını, öte yandan da aşırı hassas olduklarını– açıklar, bize. Bu sistemler, şiddetli bozucu etkilere intibak kabiliyetindedir, onları bünyelerine entegre edebilir, yeni bir denge ve stabiliteye kavuşabilirler – tabii, belli bir eşiğe (bir “devrilme noktası”na) kadar. Bu eşik aşıldı mı, küçücük bir bozucu etki, topyekun bir felakete neden olabilir ve tamamen yeni bir düzenin kurulmasına yol açabilir. Uzun asırlar boyunca insanlık, üretim faaliyetlerinin çevre üzerindeki etkisini dikkate almaya ihtiyaç duymadı – tabiat ormansızlaştırmaya, kömür ve petrolün kullanılmasına, vb. kendini uyarlayabiliyordu. Ancak bugün bir devrilme noktasına yaklaşıp yaklaşmadığımızdan emin değiliz – gerçekten de bundan emin olamıyoruz, zira bu türden eşikleri ancak iş işten geçtikten sonra net bir şekilde algılayabiliyoruz.

2010’da global ısınmanın gerçek durumu konusunda yürütülen çok sayıda tartışmaya tanık olduk bir kısım şüpheci, olgunun varlığını bile sorguladı. Bu kesinsizlikler, durumun fazla da ciddi olmadığına dair belirtiler olarak görülmemelidir; bunlar sadece, durumun sandığımızdan da kaotik olduğuna, doğal ve sosyal faktörlerin artık ayrılamayacak şekilde birbirine dolaşmış bulunduğuna delalettir. Bugün, doğal felaket tehdidiyle ilgili şu ikilemi yaşıyoruz: Ya tehdidi ciddiye alacağız ve eğer felaket vuku bulmazsa, bize gülünç gözükecek adımları atacağız ya da hiçbir şey yapmayacağız ve eğer felaket vuku bulursa, her şeyimizi yitireceğiz. En kötü alternatif, bu ikisinin arasında durmayı seçmek, yani sınırlı tedbirler almaktır – bu durumda, ne yapsak kaybetmiş olacağız. Söz konusu olan bir ekolojik felaketse, ikisinin arası diye bir şey olamaz. Böyle bir durumda, bütün o öngörü, ihtiyatlı davranma ve risk kontrolü muhabbetleri anlamsızlaşır; çünkü, Rumsfeld’in bilgi teorisinin terimleriyle, uğraştığımız nesne, “bilinmeyen bilinmeyenler”dir: Sadece devrilme noktasının nerede olduğunu bilmemekle kalmıyoruz, tam olarak neyi bilmediğimizi de bilmiyoruz.

Mart 2003’te Donald Rumsfeld bilinen ve bilinmeyenin ilişkisi hakkında bir parça amatör filozofluğa soyundu: 2003’te Rumsfeld biraz amatörce, bilinen ve bilinmeyen arasındaki ilişki hakkında felsefe yapmaya girişti: “Bilinen bilinenler vardır. Bunlar bildiğimizi bildiğimiz şeylerdir. Bilinen bilinmeyenler vardır. Yani, bazı şeyler vardır ki bilmediğimizi biliriz. Fakat bilinmeyen bilinmeyenler de vardır. Bunlar bazı şeyler ki bilmediğimizi bilmeyiz.” Onun eklemeyi unuttuğu önemli bir dördüncü tanım var: ‘bilinmeyen bilinenler’, bildiğimizi bilmediğimiz şeyler. Eğer Rumsfeld, Irak’la bir ihtilaf halinde başlıca tehlikenin “bilinmeyen bilinmeyenler”den –yani Saddam’dan kaynaklanan ve ne olabilecekleri konusunda bir şüphe dahi oluşturamayacağımız tehditlerden– oluştuğunu düşünüyor idiyse, ona verilecek cevap, tersine, başlıca tehlikenin “bilinmeyen bilinenler”den kaynaklandığıdır, yani varlıklarını bile fark etmediğimiz ve onun için inkar ettiğimiz inanç ve varsayımlarımızdan… Ekoloji söz konusu olduğunda, bu inkar edilen inanç ve varsayımlar bizi, bir felaketin muhtemel olduğuna inanmaktan alıkoymakta ve “bilinmeyen bilinmeyenler”le karışıp kaynaşmaktadır.

Arılar neden kitlesel olarak ölüyor, özellikle de ABD’de? Bazı kaynaklara göre, bu ülkedeki arı nüfusu %80’ler mertebesinde gerilemiş bulunuyor. Bu felaketin besin zincirimiz üzerinde yıkıcı bir etkisi olabilir: İnsanoğlunun gıdasının yaklaşık üçte biri, böcekler tarafından tozlaştırılan bitkilerden geliyor, ki bunun da %80’inden bal arıları sorumlu… İşte, olası bir global felaketi kafamızda tam da böyle canlandırmalıyız: Bing bang falan değil, kahredici global etkileri olan ufacık bir kesinti. İnsan burada yapılması gereken şeyin doğal dengeyi tekrar tesis etmek olduğundan bile emin olamıyor – hangi dengeye? Ya ABD ve Avrupa’daki arılar sınai kirliliğin belli bir derecesine ve tarzına uyum geliştirdiyse?

Arıların kitlesel ölümünde bir gizem var: Aynı şey eşzamanlı olarak dünyanın (gelişmiş ülkelerin) her tarafında vuku buluyorsa da yerel incelemeler farklı nedenlere işaret ediyor: Tarım ilaçlarının arılar üzerindeki zehirleyici etkisi, iletişim araçlarının saldığı elektronik dalgaların bunların uzamsal yön bulma duyularını yitirmesine neden olması, vb. Nedenlerin işbu çokluğu, nedenle sonuç arasındaki bağı belirsizleştirmekte –ve, tarihten de bildiğimiz gibi, ne zaman nedenle sonuç arasında bir kopukluk doğsa, orada daha derin bir Anlam arayışı da insanların kanına girer: Ya doğal nedenlerin altında daha derin bir ruhsal neden yatıyorsa? Yoksa, doğa bilimlerinin bakış açısıyla başka başka nedenlere bağlanan bu olgunun gizemli eşzamanlılığını nasıl açıklayabiliriz? İşte burada “ruhiyatçı ekoloji” dediğimiz nesne sahneye çıkıyor: Arı kovanları, bir çeşit köle kolonisi, arıların insafsızca sömürüldüğü temerküz kampları değil midir? Ya onları sömürdüğümüz için Tabiat Ana bize sillesini vuruyorsa?

Bu ruhiyatçı iğvaya karşı en iyi antidot, tekrar Rumsfeld’in epistemolojisine başvurarak söyleyeceğim, arılar vakasında hem bildiğimizi bildiğimiz (tarım ilaçlarına karşı hassasiyetleri) ve hem de bilmediğimizi bildiğimiz (örneğin insanın yol açtığı radyasyona nasıl tepki verdikleri) şeyler olduğunu akıldan çıkartmamaktır. Ama her şeyin ötesinde bilinmeyen bilinmeyenler ve bilinmeyen bilinenler var. Arıların çevreleri ile etkileşiminin öyle boyutları var ki, bunları sadece bilmemekle kalmıyoruz, bu boyutların farkında dahi değiliz. Ve, bir de “bilinmeyen bilinenler” var: Arılar konulu incelemelerimizi hem saptıran ve hem de bunları tarafgir gözlerle görmemize neden olan her türlü insan-merkezli önyargı.

Ancak bu türden olayların en rahatsız edici yönü, Lacan’ın “gerçekteki bilgi” diye adlandırdığı bir başka türden bilgideki –hayvansal ve bitkisel hayatı düzenleyen “içgüdüsel” bilgideki– bozulmadır. Bu anlaşılması güç bilgi birden çığrından çıkabilir. Kış fazla sıcak geçtiğinde bitki ve hayvan alemi Şubat ayındaki sıcak havayı Bahar’ın bir işareti olarak okuyup buna göre davranmaya başlar ve böylelikle gecikmiş soğuklara karşı bizzat savunmasız kalmanın dışında doğal üreme ritmini hepten aksatırlar. Büyük ihtimalle arıların başına gelen de, bu türden bir şey.

Ancak, anlam arayışını besleyen şey de, bu oldukça nedensel geçirimsizlik, nüfuz edilmezlik hali. Alışılageldik varoluş şeklimizin temel çerçevesini dengesizleştirecek bir felaket tehdidi ile karşılaştığımızda ilk ve kendiliğinden tepkimiz, gizli bir anlam arayışına girmek oluyor: Böyle bir tehdit doğduğuna göre bir şeyleri yanlış yapmış olmalıyız, diyoruz… Anlam olsun da çamurdan olsun: Gizli bir anlam varsa, evrenle bir diyalog da var demektir. İşte bu nedenle, AIDS’ten ekolojik felaketlere ya da Holokost’a dek, potansiyel ya da fiili felaketlerle karşılaştığımızda anlam arayışı denilen iğvaya direnmek, bizim için hayati. Jerry Falwell ve Pat Robertson’ın 9/11 saldırısına ilk reaksiyonu, bu olayı, Amerikalıların sürdürdüğü günahkar hayat nedeniyle, Tanrı’nın Amerika Birleşik Devletleri’ne sağlayageldiği korumayı kaldırdığının bir işareti olarak görmekti. Hedonist materyalizmi, liberalizmi, gemi azıya almış cinselliği suçlamış ve Amerika’nın hak ettiğini bulduğunu söylemişlerdi. Peki, çevresel dertlerimizi doğal kaynakları insafsızca sömürdüğümüz için Tabiat Ana’nın bizden aldığı bir intikam olarak okuyan “derin çevreciler”in yaptığı da buna benzer bir şey değil mi?

Böyle iğvalara karşı, Düşüş-öncesi9 özsel birliğe dönmeyi öneren her türü ideolojiyi ısrarla ve yoruma yer bırakmayacak şekilde reddetmeliyiz. Arthur Rimbaud’nun dediği gibi il faut etre absolument moderne – kararlı bir şekilde modern kalmalı ve kapitalizm eleştirisinden kalkıp “araçsal akıl” ve “modern teknolojik uygarlık”ın eleştirisine doğru aşırı hızlı ve üstünkörü genellemeler yapılmasını reddetmeliyiz. 28 Kasım 2008’de Bolivya devlet başkanı Evo Morales “İklim Değişikliği: Gezegenimizi Kapitalizmden Koruyun” başlıklı bir açık mektup yayınladı. Açılış cümleleri şöyle:

“Kardeşler: Günümüzde Tabiat Ana hasta. /…/ Her şey kapitalist sistemi doğuran 1750’deki endüstri devrimi ile başladı. ‘Gelişmiş ülkeler’, ikibuçuk asırda, beş milyon asırda oluşmuş fosil yakıtların çoğunu tüketti. /…/ Rekabet ve kapitalizmin sınır tanımaz kâr hırsı, gezegenimizi harap ediyor. Kapitalizmde bizler insan değil, tüketiciyiz. Kapitalizmde Tabiat Ana yok, onun yerine hammaddeler var. Dünyadaki asimetri ve dengesizliklerin kaynağı kapitalizmdir.”10

Morales hükümeti, Bolivya’da izlediği politikalarla, günümüz ilerici mücadelesinin en ön saflarında yer alıyor – ancak alıntıladığım satırlar, acı verici bir açıklıkla, bu politikanın ideolojik sınırlarına işaret ediyor (ki, bunlar için daima pratik bedeller ödenir). Morales konuşmasında, hiç problem etmeden, çok belirli bir tarihsel anda vuku bulan bir Düşüş anlatısına dayanıyor: “Her şey 1750’deki endüstri devrimi ile başladı” ve, tahmin edileceği üzere, bu Düşüş de Tabiat Anamızı yitirmemiz anlamına geliyor: “Kapitalizmde Tabiat Ana yok.” (Burada insan, kapitalizmin bir tane iyi yanı varsa, o da, artık kapitalizmde Tabiat Ana’nın olmamasıdır, dememek için kendini zor tutuyor.) “Dünyadaki asimetri ve dengesizliklerin kaynağı, kapitalizmdir.” – bu, amacımız “doğal” denge ve simetriyi yeniden tesis etmek olmalıdır, anlamına geliyor. Burada Morales’in saldırdığı ve reddettiği şey, bizzat modern öznelliğin yükselmesi sürecidir; ki, tabiat anaya (ve cennet babaya) ve tabiatın “ana-erkil düzenindeki sağlam köklerimize dair geleneksel cinselleştirilmiş kozmolojiyi ortadan kaldıran da, bu modern öznelliktir. Bu tür bir ekolojinin, güçlenip, yeni yüzyılın hakim ideoloji biçimi olma ve kitlelerin yeni afyonu sıfatıyla, düşüş halindeki dinin yerine geçme şansı çok yüksek: Eski dinin temel fonksiyonunu, sınırlar dayatabilecek sorgulanamaz bir otorite oluşturma fonksiyonunu, devir alıyor. Bu nedenden ötürü, her ne kadar çevreciler sürekli olarak, yaşam şeklimizi radikal bir şekilde değiştirmemizi talep ediyorsa da, bu talebin altında yatan şey, tam da zıddıdır – değişime, gelişmeye, ilerlemeye duyulan derin bir güvensizlik hissidir: Her radikal değişim hiç istemeden de olsa, bir felaketi tetikleyebilir.


9 Adem’in günaha düşüşü, Cennet’ten düşüşü –ç.n.
10 boliviarising.blogspot.com/2007/09/lets-respect-our-mother-earth.html adresinde bulunabilir.


ANTROPOSEN’E HOŞGELDÍNÍZ,
SLAVOJ ŽIŽEK
Çeviren: Mehmet Budak
ENCORE

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir