Spinoza ve Aristoteles’in Psiko-Politik Karşıtlıkları: Foucault’nun Merceğinden Bir Değerlendirme
Demokrasinin Doğası: Tutkuların Yönetimi mi, Çoğunluğun Hâkimiyeti mi?
Spinoza, demokrasiyi bireylerin duygusal eğilimlerini akıl yoluyla yönlendirme ve toplumsal uyumu rasyonel bir zeminde kurma aracı olarak görür. Ona göre, demokrasi, insan doğasının karmaşıklığını kabul eder ve bu doğayı akıl yoluyla düzenlemeye çalışır. İnsanlar, yalnızca rasyonel varlıklar değil, aynı zamanda tutku ve arzularla hareket eden varlıklardır. Spinoza’nın Etika ve Teolojik-Politik İnceleme eserlerinde, demokrasinin gücü, bireylerin korku, umut ve diğer duygusal durumlarını kolektif bir akıl çerçevesinde dengeleme yeteneğinde yatar. Bu, bir tür toplumu bir arada tutan aklın zaferi olarak görülebilir; ancak bu zafer, bireysel özgürlüklerin kısıtlanması pahasına değil, bireylerin kendi arzularını anlaması ve yönlendirmesiyle mümkün olur. Spinoza için demokrasi, bireylerin tutkularını bastırmak yerine, bu tutkuları toplumu birleştiren bir enerjiye dönüştürmeyi amaçlar.
Aristoteles ise demokrasiyi daha eleştirel bir gözle değerlendirir. Politika adlı eserinde, demokrasiyi çoğunluğun tutkularına teslim olmuş bir rejim olarak tanımlar. Ona göre, demokrasi, çoğunluğun iradesinin akıldan çok duygusal ve anlık arzulara dayandığı bir yönetim biçimidir. Bu, toplumda bir tür kaos potansiyeli taşır, çünkü çoğunluk genellikle kısa vadeli çıkarlar peşindedir ve akılcı bir uzun vadeli vizyona sahip olmayabilir. Aristoteles’in ideal rejimi, akıl ve erdemin öncülük ettiği bir aristokrasi ya da dengeli bir karma rejimdir. Demokrasinin bu “tutku egemenliği” hali, onun için bir sapma olarak görülür; zira akıl yerine duyguların rehberliği, toplumu istikrarsızlığa sürükleyebilir. Bu görüş, Spinoza’nın demokrasiye yönelik iyimser yaklaşımıyla keskin bir karşıtlık oluşturur. Spinoza, tutkuların akıl yoluyla yönlendirilebileceğine inanırken, Aristoteles, çoğunluğun tutkularının genellikle aklı gölgede bırakacağını savunur.
Duyguların Rolü: Korku ve Umut mu, Orta Yol mu?
Spinoza, korku ve umut gibi duyguların politik yönetimde oynadığı role özel bir önem atfeder. Ona göre, bu duygular, bireylerin davranışlarını şekillendiren temel güçlerdir ve politik otoritenin bunları anlaması ve kullanması gerekir. Teolojik-Politik İnceleme’de, Spinoza, korku ve umudun, bireyleri itaate yönlendiren araçlar olabileceğini, ancak bu duyguların dikkatle yönetilmesi gerektiğini belirtir. Korku, bireyleri disipline ederken, umut, onlara topluma katılma motivasyonu sağlar. Ancak Spinoza, bu duyguların körü körüne manipülasyonunu değil, akıl yoluyla dengelenmesini savunur. Devletin görevi, bu duyguları toplumun ortak iyiliğine hizmet edecek şekilde yönlendirmektir. Bu, bir tür duygusal mühendisliktir; ancak bu mühendislik, bireylerin özgür iradesini tamamen ortadan kaldırmaz, aksine onların kendi doğalarını anlamalarına olanak tanır.
Aristoteles’in “orta yol” etiği ise, duyguların yönetiminde daha farklı bir yaklaşım sunar. Nikomakhos’a Etik’te, Aristoteles, erdemin iki uç arasında bir denge olduğunu savunur. Örneğin, korku ve cesaret arasında doğru dengeyi bulmak, bireyin erdemli bir yaşam sürmesini sağlar. Politik bağlamda, bu orta yol, toplumun yönetiminde de bir rehberdir. Aristoteles için, iyi bir rejim, ne aşırı tutkulara teslim olur ne de duyguları tamamen bastırır; aksine, toplumun tüm kesimlerinin dengeli bir şekilde temsil edildiği bir düzen kurar. Ancak, demokraside bu denge sıklıkla bozulur, çünkü çoğunluğun duygusal eğilimleri, akılcı bir orta yolu gölgeleyebilir. Bu, Spinoza’nın korku ve umut gibi duyguları bilinçli bir şekilde politik yönetimin parçası haline getirme yaklaşımıyla bir gerilim yaratır. Spinoza, duyguların aktif bir şekilde yönlendirilmesini savunurken, Aristoteles, duyguların dengelenmesi gerektiğini ve bunun ancak erdemli bir azınlığın liderliğiyle mümkün olabileceğini düşünür.
Foucault’nun Merceği: İktidarın Duygusal Anatomisi
Michel Foucault’nun bakış açısı, Spinoza ve Aristoteles’in bu psiko-politik karşıtlıklarını daha derin bir bağlama oturtur. Foucault, iktidarın yalnızca tepeden inme bir baskı mekanizması olmadığını, aynı zamanda bireylerin iç dünyalarına nüfuz eden bir güç olduğunu savunur. Biyopolitik kavramıyla, modern iktidarın, bireylerin bedenlerini ve duygularını disipline ettiğini öne sürer. Spinoza’nın korku ve umut gibi duyguları politik yönetimde kullanma fikri, Foucault’nun biyopolitik çerçevesinde, iktidarın bireylerin duygusal yaşamlarını düzenleme biçimi olarak okunabilir. Spinoza’nın demokrasisi, bireylerin tutkularını akıl yoluyla yönlendirme çabası olarak, Foucault’nun “yönetimsellik” (governmentality) kavramıyla örtüşür. Bu, bireylerin özgür iradelerini korurken aynı zamanda topluma uyumlu hale getirilmeleri sürecidir. Ancak, Foucault için bu süreç, özgürlüğün değil, ince bir disiplin mekanizmasının göstergesidir. Spinoza’nın iyimser demokrasi vizyonu, Foucault’nun gözünde, bireyleri bir tür “itaatkâr özne” haline getirme riski taşır.
Aristoteles’in yaklaşımı ise, Foucault’nun iktidar anlayışıyla farklı bir gerilim yaratır. Aristoteles’in orta yol etiği, bireylerin ve toplumun erdeme dayalı bir denge içinde tutulmasını hedefler. Ancak Foucault, bu tür bir erdem arayışını, iktidarın bireyleri belirli bir “ideal” doğrultusunda şekillendirme çabası olarak görür. Aristoteles’in demokrasiye yönelik eleştirisi, çoğunluğun tutkularına teslimiyetin tehlikelerine işaret ederken, Foucault bu eleştiriyi, iktidarın bireylerin arzularını kontrol etme ve düzenleme çabasının bir yansıması olarak okuyabilir. Aristoteles’in erdeme dayalı liderlik anlayışı, Foucault’nun gözünde, bir tür elitist disiplin mekanizmasıdır; çünkü erdem, belirli bir toplumsal düzenin normlarına uyum sağlayan bireyler yaratmayı amaçlar. Bu, Spinoza’nın duyguları akıl yoluyla yönlendirme önerisiyle karşılaştırıldığında, daha az manipülatif, ancak daha az kapsayıcı bir yaklaşım olarak ortaya çıkar.
Toplumsal Uyumun Bedeli: Özgürlük ve Kontrol Arasında
Spinoza ve Aristoteles’in yaklaşımları, toplumsal uyumun nasıl sağlanacağı sorusuna farklı yanıtlar verir. Spinoza, bireylerin duygularını akıl yoluyla yönlendirmenin, özgürlüğü artıran bir süreç olduğunu savunur. Ona göre, bireyler, kendi tutkularını anladıklarında ve bu tutkuları kolektif bir iyiliğe hizmet edecek şekilde yönlendirdiklerinde, daha özgür hale gelirler. Ancak Foucault’nun perspektifinden bakıldığında, bu süreç, bireylerin özgürlüğünün değil, iktidarın daha incelikli bir biçiminin göstergesidir. Spinoza’nın demokrasisi, bireyleri özgürleştiriyor gibi görünse de, aslında onları belirli bir rasyonel düzenin içine hapsedebilir.
Aristoteles’in yaklaşımı ise, toplumsal uyumu erdemli bir liderlik ve dengeli bir rejimle sağlamayı hedefler. Ancak bu, çoğunluğun sesinin bastırılmasına ve elit bir yönetimin öncelenmesine yol açabilir. Foucault’nun gözünde, bu da bir tür iktidar biçimidir; çünkü erdem, belirli bir toplumsal düzenin normlarına uygun bireyler yaratmayı amaçlar. Aristoteles’in demokrasiye yönelik eleştirisi, çoğunluğun tutkularının kaosa yol açabileceği korkusuna dayanırken, Foucault, bu korkunun, iktidarın bireyleri disipline etme çabasının bir yansıması olduğunu öne sürer. Sonuç olarak, Spinoza’nın akılcı demokrasi vizyonu ile Aristoteles’in erdeme dayalı denge arayışı, bireylerin özgürlüğü ile toplumsal kontrol arasındaki gerilimi farklı şekillerde ele alır. Bu gerilim, Foucault’nun iktidar analizinde, bireylerin hem özgür hem de itaatkâr özneler olarak şekillendirildiği bir dinamik olarak yeniden yorumlanır.