Sulukule’nin Yıkımı: Kültürel Kimlik ve Kentsel Hafızanın Çatışması
Sulukule’nin kentsel dönüşüm süreci, yalnızca bir mahallenin fiziksel yıkımı değil, aynı zamanda Roman toplumu özelinde kültürel kimlik, toplumsal aidiyet ve tarihsel süreklilik üzerine derin bir tartışma alanı açar. İstanbul’un en eski yerleşimlerinden biri olan Sulukule, Romanların müzik, yaşam tarzı ve toplumsal dayanışma pratikleriyle şekillenen bir alan olarak, modern Türkiye’nin çok kültürlü geçmişine dair bir iz taşır. Ancak 2000’li yıllarda başlayan kentsel dönüşüm projeleri, bu mahalleyi hem fiziksel hem de sembolik olarak hedef almış; Romanları yerinden ederek, kültürel bir belleği silmeye yönelik bir müdahale olarak okunmuştur.
Kentsel Dönüşüm ve Romanların Dışlanması
Sulukule’nin kentsel dönüşüm süreci, 2005 yılında İstanbul’un tarihi yarımadasında başlatılan bir dizi proje ile hız kazandı. Resmi söylemde “çöküntü alanı” olarak nitelenen mahalle, modern apartmanlar ve turistik mekanlarla “yeniden canlandırılmak” isteniyordu. Ancak bu süreç, Romanların mahalleden uzaklaştırılmasına ve yaşam alanlarının yok edilmesine yol açtı. Romanlar, ekonomik olarak dezavantajlı bir grup olarak, yeni yerleşim bölgelerine (örneğin Taşoluk gibi) taşınmaya zorlandı; bu bölgeler, sosyal ağlarından ve geçim kaynaklarından kopmalarına neden oldu. Sosyolojik açıdan bu, “kentsel vatandaşlık” haklarının ihlali olarak değerlendirilebilir; çünkü Romanlar, kentte var olma, topluluklarını sürdürme ve kültürel pratiklerini devam ettirme haklarından mahrum bırakıldı. Devletin bu yaklaşımı, Romanları “istenmeyen öteki” olarak konumlandırırken, kentsel alanı ekonomik ve ideolojik bir yeniden yapılandırma aracı olarak kullanmayı hedefledi.
Devletin Kimlik Politikaları ve Kültürel Bellek
Sulukule’nin yıkımı, Türkiye’nin çok kültürlü geçmişini nasıl ele aldığına dair önemli ipuçları sunar. Romanlar, Osmanlı’dan beri İstanbul’un kültürel mozaiğinin bir parçası olmuş, müzik ve eğlence sektöründe belirgin bir yer edinmişlerdir. Ancak modern ulus-devlet inşası, homojen bir ulusal kimlik yaratma çabasıyla, Romanlar gibi azınlık grupları sıklıkla marjinalize etmiştir. Sulukule’nin hedef alınması, bu bağlamda, devletin “kültürel temizlik” politikalarının bir yansıması olarak görülebilir. Mahallenin yıkımı, yalnızca fiziksel bir alanı değil, aynı zamanda Romanların kolektif belleğini, müzik geleneğini ve toplumsal dayanışma pratiklerini de tehdit etti. Tarihsel açıdan, bu süreç, Türkiye’nin çok kültürlü mirasını reddetme eğiliminin bir sembolü haline geldi; bu reddediş, ulus-devletin tek tip vatandaşlık anlayışına ve neoliberal kent politikalarına dayanıyor.
Modernleşme ve Etik Sorular
Sulukule’nin yıkımı, modernitenin “ilerleme” anlatısına karşı etik bir sorgulama alanı açar. Modernleşme, genellikle kentlerin yeniden yapılandırılması, altyapının geliştirilmesi ve ekonomik büyüme gibi kavramlarla ilişkilendirilir. Ancak Sulukule örneğinde, bu ilerleme anlatısı, bir topluluğun kültürel kimliğini ve yaşam alanını yok etme pahasına gerçekleşti. Romanların müziği, dansı ve topluluk pratikleri, modernitenin dayattığı bireyci ve tüketim odaklı yaşam tarzına bir alternatif sunuyordu. Bu bağlamda, Sulukule, modernitenin homojenleştirici etkilerine karşı bir direniş alanı olarak düşünülebilir. Etik açıdan, bir topluluğun yerinden edilmesi ve kültürel pratiklerinin silinmesi, “ilerleme” adına ne kadar meşru olabilir? Roman kültürü, birey-topluluk dengesi, dayanışma ve yaratıcılık gibi değerleriyle, modern toplum için bir alternatif model sunma potansiyeline sahipken, bu potansiyelin yok edilmesi, derin bir ahlaki kayıp olarak değerlendirilebilir.
Simgesel Anlamlar ve Kolektif Hafıza
Sulukule’nin yok oluşu, Türkiye’nin çok kültürlü kimliğine dair bir sembolik kırılma noktasıdır. Mahalle, yalnızca Romanların yaşadığı bir yer değil, aynı zamanda İstanbul’un tarihsel katmanlarını yansıtan bir alandı. Yıkım süreci, bu katmanları silerek, kentin hafızasını yeniden yazma girişimi olarak okunabilir. Antropolojik açıdan, Romanların Sulukule’deki yaşam tarzı, müzik ve dayanışma pratikleri, bir topluluğun kimliğini nasıl inşa ettiğine dair önemli bir örnek sunuyordu. Bu pratiklerin yok edilmesi, yalnızca Romanlar için değil, tüm toplum için bir kültürel kayıp anlamına geliyor. Simgesel olarak, Sulukule’nin yıkımı, Türkiye’nin çok kültürlü geçmişini reddetme eğiliminin bir yansımasıdır; bu reddediş, ulusal kimlik inşasında “öteki”ni dışlama ve kentsel alanı ekonomik rant için yeniden yapılandırma politikalarına dayanır.
Dil ve Anlatının Gücü
Sulukule’nin hikayesi, dilbilimsel açıdan da incelenmeye değerdir. Kentsel dönüşüm sürecinde kullanılan dil, mahalleyi “çöküntü alanı” olarak etiketleyerek, Romanları stigmatize etmiş ve müdahaleyi meşrulaştırmıştır. Öte yandan, Romanların kendi anlatıları, müzik ve sözlü gelenek aracılığıyla aktarılır; bu anlatılar, resmi söyleme karşı bir direniş biçimi olarak işlev görür. Roman müziği, örneğin, yalnızca bir eğlence aracı değil, aynı zamanda topluluğun tarihini, acılarını ve umutlarını ifade eden bir dil olmuştur. Ancak bu dil, kentsel dönüşümle birlikte susturulmaya çalışılmıştır. Dilbilimsel açıdan, Sulukule’nin yıkımı, bir topluluğun anlatısını silme ve yerine yeni bir anlatı dayatma çabasıdır; bu, kültürel hegemonyanın bir biçimidir.
Geleceğe Dair Yansımalar
Sulukule’nin yıkımı, yalnızca geçmişe dair bir kayıp değil, aynı zamanda geleceğe dair bir uyarıdır. Romanların yerinden edilmesi ve kültürel kimliklerinin silinmeye çalışılması, Türkiye’nin toplumsal çeşitliliği nasıl ele alacağına dair önemli sorular soruyor. Kentsel dönüşüm projeleri, ekonomik kalkınma adına kültürel toplulukları yok etmek yerine, bu toplulukların haklarını ve katkılarını merkeze alan bir yaklaşımla tasarlanabilir mi? Roman kültürü, dayanışma, yaratıcılık ve topluluk ruhu gibi değerleriyle, Türkiye’nin geleceğine nasıl bir ilham verebilir? Bu sorular, Sulukule’nin hikayesini bir trajedi olarak değil, toplumsal değişim ve adalet arayışının bir parçası olarak yeniden düşünmek için bir fırsat sunuyor.



