TANRILAR ve İNSANLAR – Hephaistos ve Hera – Ares ve Aphrodite – Athena – Hermes ve Apollon – Zagreus – Prometheus ve Biz İnsanlar

Hephaistos ve Hera – Ares ve Aphrodite – Athena – Hermes ve Apollon – Zagreus – Prometheus ve Biz İnsanlar

Hephaistos’un tanrıların en mükemmeli olduğu söylenemez, fakat bizim için oldukça ilginç bir hikâyesi vardır.

Doğumu oldukça muammalıdır. Hera onu kendi kendine doğurmuştur. Kocası Zeus’un kendisini sürekli olarak aldatmasından bıkıp usanmıştı ve bu şekilde ona ihtiyacı olmadığını kanıtlamak istemişti belki de. Zeus insanlardan başlayarak, periler ve tanrıçalar da dahil, önüne çıkan tüm kadınları baştan çıkartıyordu. Onun görevi, kaderi, kararıydı bu: yaratmak, bereketlendirmek, yeni yaşamların oluşmasmı sağlamak, en renkli yaşam biçimlerini ortaya çıkartmak.

Hera bir erkeğe ihtiyaç duymadığını Zeus’un kafasına iyice sokmak istiyordu, işte bu yüzden Hephaistos’u kendi kendine doğurdu. Burada bir otogami durumu ile karşı karşıyayız ki, bu türünün ne ilk, ne de son örneğidir…

Fakat anlaşılan Hera yaratma yeteneğinin ürününden pek hoşnut kalmamıştı: Hephaistos son derece çirkin bir bebekti. Ona sadece bir tek bakış fırlattı ve sonra küçük bacağından tuttuğu gibi Olimpos’tan aşağı atıverdi.

7b

Bu küçücük tanrısal yaratık on iki saat boyunca havada uçtu, ta ki Su Perisi Thetis’in mağarasının önünde yere çakılana kadar. Hephaistos yarı ölü bir vaziyetteydi, eğer

ölümsüz olmasaydı tam bir ölü olacağı kesin gibiydi. Bir

bacağı paramparça olmuştu ve bundan sonra aksayarak

yürüyecekti.

Su Perisi Thetis küçük tanrıyı mağarasına aldı, ona

baktı, yetiştirdi ve bildiği her şeyi öğretti. Bir süre soma

da onun el işlerine karşı olağanüstü bir yeteneği bulunduğunu fark etti.

Hephaistos ateşi çok seviyordu. Demiri ateş üzerinde

yumuşatmayı başarmıştı ve kor halindeki metali çıplak

elleriyle yoğurup birbirinden güzel nesneler yapıyordu.

Hephaistos’a eskiden sadece Lemnos Adası’nda tapılıyordu, çünkü orada bir volkan vardı, insanlar onun ateş olduğuna inanıyordu. -Bu arada Romalıların ona Vulcanus adım taktığım da eklemeliyim- Dediğim gibi, insanlar

onun ateş olduğuna, ateş çatırdadığı zaman onun kıkırdadığına ve volkan püskürdüğü zaman da öfkelendiğine inam yordu.

Hephaistos’un karakteri gayet çelişkilidir. O bir yandan yamrı yumru, aksadığı ve suratı isten dolayı kapkara olduğu için herkese alay konusu olan, diğer yandan da

kötülüğe varacak kadar ne yapacağı belli olmayan bir

tamıydı. Bu çelişki onun yaptığı bir sanat eserinde kendisini açıkça göstermişti, ilginçtir ki bu sanat eserini, kendisini istemeyen annesi Hera için hazırlamıştı.

Hephaistos annesi için pırlantalarla bezeli, son derece

güzel bir taht hazırlamış ve bu tahtı Olimpos Dağı’na

göndermişti. Anneme duyduğu saygıdan dolayı, diye ha-

ber göndermeyi de ihmal etmemişti. Hera’nm bu hediye

karşısmda oldukça utandığını sanırım hepimiz anlayabiliriz. Fakat yine de tahtı yerine koyarak üzerine kuruldu.

Gerçekten de çok güzel bir tahttı bu, Zeus’un tahtından

bile daha güzel. Tanrılar yemeklerini yediler ve sonunda

hepsi teker teker sofradan ayrılmaya başladı. Hera da

ayağa kalkmak istiyor, fakat bunu başaramıyordu. Tahttan bir türlü kalkamıyordu. Oğlu Hephaistos’un intikamıydı bu: Tahta çok kurnazca bir mekanizma gizlemişti.

Diğer tanrılar da Hera’nm etrafına toplanmıştı, fakat en

az onun kadar çaresizdiler. Güç kullanmanın hiç faydası

yoktu. Hera sanki koltuğa çivilenmişti.

Sonunda Hephaistos’a haber salmaya karar verdiler.

Hermes kanatlı sandaletleriyle Thetis’in mağarasına koşturdu ve Hephaistos’tan Tanrıların Anası’nı tekrar serbest bırakmasını rica etti. En yüce tanrıçamn sofrada çivilenmiş gibi oturması biraz gülünç olmuyor muydu?

Fakat Hephaistos kılını bile kıpırdatmadı. Önceleri

inadına kimseyle konuşmak istemedi, sonunda da ısrarlar karşısmda sadece Hera’yla konuşabileceğini bildirdi.

Onu Olimpos’a çıkardılar ve annesinin yanına götürdüler. Hera’mn tahtta çivilenmiş gibi oturduğunu gören Hephaistos’un intikam hırsı bir anda yatışmıştı.

Şimdi ne olacak, diye sordular ona. Tanrıların Ana-

sı’nın bu durumuna bir son vermek için ne yapmayı dü

şünüyordu? Fakat Hephaistos’un ağzından tek kelime

çıkmıyordu. Ancak Dionysos uzun uzun uğraşıp ona bol

miktarda şarap içirdikten sonra, ağzmdan mekanizmanın

sırrım almayı başardı.

O günden sonra Hephaistos’un Olimpos’ta yaşaması-

78

na müsaade ettiler. Tamılarm hizmetkârı olmuştu, onların şakiliğini ve garsonluğunu yapıyordu. Tanrıların tümü onunla alay ediyordu. Aksak ayağıyla ve kir pas içindeki suratıyla alay ediyor, fakat bir sanatkâr olarak becerisini takdir ediyorlardı. Ona Olimpos Dağı’mn en görkemli saraylarmı inşa ettirdiler.

Şu işe bak ki, tanrıların bu en çirkinine, karşı cinsle

ilişkide en yeteneksiz olanına, eş olarak Aşk Tanrıçası

Aphrodite’yi vermişti Zeus. Bunu yaparken yeni bir alay

konusu yaratmak istemişti şüphesiz.

Aşk Tanrıçası’yla evli olmak ilk bakışta çok güzel bir

şey olarak görülebilir, fakat gerçek pek öyle değildir.

Aphrodite canının çektiği her erkekle beraber oluyor,

Hephaistos’u durup dinlenmeden aldatıyordu. O aşk

yapmak için yaratılmıştı, sadakat veya cinsel istekleri dizginleme ona yabancı kavramlardı.

Aphrodite kocasmı en sık olarak Savaş Tanrısı Ares

ile aldatıyordu. Bence Ares, Olimpos Tanrıları arasmda

en sevimsiz olamdır. Ares odun kafalının, yabaninin biridir. Sürekli olarak bulunduğu yerdeki huzuru bozar.

Kendisini yalnız erkekler arasında iyi hissederdi, sabahın

alaca karanlığında en uzağa işeme yarışmaları düzenleyen de odur. Kendinden zayıfları beyzbol sopası ile döven, düşüncesiz ve sorumsuzca savaşlar çıkartan yine odur. İşte Ares budur, sevimsiz tanrı.

Her fırsatta Aphrodite ile beraber oluyordu. Ondan

birçok çocuğu bile olmuştu. Hephaistos bunu bilmiyordu. Bütün tanrılar biliyordu, ama Hephaistos hariç.

Sonunda Güneş Tanrısı Helios olayı açığa çıkararak,

Hephaistos’a her şeyi anlattı.

79

Hephaistos düşündü, taşındı ve aklına bir kurnazlık

geldi. Uğraşıp didinerek çelik kadar sağlam, fakat örümcek ağı kadar ince, olağanüstü bir ağ yaptı. Bu ağı gizlice yatağının üstüne astıktan sonra, Lemnos Adası’nda kendisine tapanların yanma gidecekmiş gibi yaptı. Henüz sırtını dönmüştü ki, Ares ve Aphrodite yatakta yuvarlanmaya başlamıştı bile. Fakat gizli bir mekanizmaya bağlı olan ağ ansızm üzerlerine düştü ve onları öyle bir sardı

ki, kıllarını bile kıpırdatamadılar.

Bunun üzerine Hephaistos ortaya çıkarak diğer tüm

tanrıları yanma çağırdı ve yataktakileri göstererek Aphro-

dite’i zina ile suçladı. Düğün hediyelerini geri istiyordu.

Tanrılar önce Hephaistos’a güldüler, çünkü boynuzlanan oydu ne de olsa. Fakat sonra Ares ve Aphrodite’in haline, Hephaistos’dan daha fazla gülmeye başladılar.

Boynuz takılan, intikamını almıştı. Bir insanın -veya bir

tanrının- en sevdiği şeyi yapmaya zorlandığı zaman çok

gülünç duruma düştüğünü düşünürsek, bunun psikolojik

olarak kurnazca bir davranış olduğunu -Hera’nın tahtında olduğu gibi- görürüz. Art niyetli, utanmazca ve şeytanca bir hesaptır bu. Sofrada oturup yemek yemeyi çok seven Hera, sofraya çivilenmişti; yatakta Ares ile oynaşmaktan çok hoşlanan Aphrodite ise, yatakta tutsak edilmişti.

Hephaistos’un çelişkilerini belirten çok güzel bir

hikâye daha vardır, bu hikâye aynı zamanda onun Tanrıların Babası Zeus ile olan çelişkilerini de ortaya koyar.

Daha önce bahsettiğim gibi, Zeus ve Hera arasında sık sık

tatsızlık çıkıyordu. Devamlı didişmekten kendilerini ala-

mıyorlardı. Mesela Zeus’un en sevdiği kahraman olan

8 0

HerküTden Hera nefret ediyordu. Yoluna taş koyabilmek

için hiçbir fırsatı kaçılmıyordu. Herkül yüzünden Zeus

ve Hera arasında kızılca kıyamet kopmuştu.

Bu son kavga o kadar şiddetliydi ki, sonunda Zeus

dayanamadı: ‘Tamam, yeter arak! Bıktım artık!” Karısı

Hera’yı yakaladığı gibi kollarmdan yüksek bir yere astı.

Canının iyice yanması için ayak bileklerine birer tane örs

bağladı. Hera dayanılmaz acılar çekiyordu. Katlanmak

zorunda kaldığı işkence gerçekten de çok korkunçtu.

Hera’yı bu işkenceden kurtaran ise, şu işe bakın ki,

nefret ettiği, hor gördüğü oğlu Hephaistos’tan başkası de

ğildi. Ne yapacağı hiç belli olmadığı için, bu defa da Tanrılarının Babası yerine anasmm safında olmayı yeğlemişti. Bu yüzden de bu kez Zeus tarafından gökyüzünden aşağı fırlatılmış ve tekrar tam on iki saat boyunca havada

uçmuştu.

Fakat Hephaistos bu davranıştan dolayı Zeus’a kin

beslememişti. Zeus, biz insanlardan yana olan zavallı titan Prometheus’u Kafkas Dağları’na çivilemek istediği zaman, Hephaistos’a sağlam zincirler yapmasım emretmişti. O da karınca gibi çalışarak zincirleri tamamlamış

ve Prometheus’u en korkunç biçimde cezalandırması için

Zeus’a teslim etmişti.

Hephaistos ile birçok benzerlikler gösteren, fakat aym zamanda tanrıların demircisinin tam bir zıddı olan başka bir tamisai varlık ise, Tanrıça Pallas Athena’dır. Bu tanrı

ça mitolojinin diğer devirlerinde Zeus’u gölgede bırakmak için gereken her şeye sahipti. Belki de çoktan yapmıştır bunu, belki de farkında olmasak bile çoktan bize hükmetmeye başlamıştır. Belki de onun başarısının sırrı

yalnız prensiplere dayanarak davranmak, kavramların

arkasına saklanmak ve kendisini salt mantık olarak göstermektir.

Yunanistan’ın birçok kesiminde Athena’ya Zeus’tan

daha fazla tapınılıyordu. O, Olimpos’un ışıldayan ruhudur. Athena’nm doğumu da bir bakıma otogami şeklinde gerçekleşmiştir.

Zeus da başka bir varlığa ihtiyaç duymadan, tek başına yaşam yaratabileceğini karışma ispatlamak istiyordu.

Hemen söyleyeyim, bunu tam olarak başardığı söylenemez. Zeus o sıralar dişi titan Metis’e aşıktı. Fakat Metis, Zeus’la sevişmek istemiyordu, ondan kaçıyor, saklanıyor,

akla gelebilecek her tür bitki ve hayvana dönüşüyor, en

inanılmaz biçimlere giriyordu.

Fakat Zeus onun peşinden koşmaya devam ediyordu

ve tatlı Metis sonunda bir hata işledi: Kendisini bir sineğe

dönüştürmüştü. Aldığı bu yeni biçim ile Zeus’un kendisini bulmasının çok güç olacağını düşünüyordu. Fakat Zeus bir hamlede sineği yakaladığı gibi midesine indiriverdi. Zeus’un gövdesine giren Metis, tanrının damarlarını ve vücut boşluklarını kullanarak yukarı doğru tırmanmaya başladı. Ve tanrının gövdesinin içinde mucizevi bir şekilde döllendi – bunun nasıl olduğunu tasvir ermeyi hiç denemeyeceğim bile.

Zeus Metis ile sevişmek istiyordu istemesine ama,

ondan bir erkek evlat sahibi olmak istemiyordu. Çünkü

Metis’in doğuracağı bir erkek evladın, kendisinden çok

daha kudretli olacağı kehanet edilmişti. Fakat Metis şimdi hamileydi ve hâlâ Zeus’un kafasına doğru tırmanmaya 82

devam ediyordu. Zeus’un canı yamyordu ve korkuyordu. Sonunda aşkının meyvesi gelip alnına yerleşti ve orada bir şişlik meydana getirdi. Sonunda Tanrıların Demircisi Hephaistos’un çağırılmasından başka bir çare kalmamıştı.

Hephaistos sorunu bir el sanatçısına yaraşır biçimde

çözdü. Eline geçirdiği bir baltayı Zeus’un kafasına indiriverdi. Yarılan şişten dışarı pırıl pırıl zırhları içinde, tam bir yetişkin olarak Pallas Athena çıkmıştı.

Yani Athena, Zeus’un başından doğmuştu. Hephaistos da onun ebesiydi ve Athena’yı her şeyden daha fazla seviyordu. Ona karşı ne utanmaz, ne de kabaydı, daha ziyade boyun eğer bir tavır sergiliyordu. Athena ise onunla diğer tanrıların yaptığı gibi, sürekli alay ediyordu. Sadece

bir tek noktada Hephaistos ile aynı fikirdeydi. Her ikisi

de o aptal kabadayı Ares’in varlığına dayanamıyordu.

Athena, Hephaistos’un tam aksini temsil etmektedir,

o bir soluk, bir esindir. Hephaistos toprağa bağlı el işçili

ğini temsil eder, fakat Athena salt ruhtur. Hephaistos ate

şin yardımıyla harikulade nesneler yaratabilir, fakat yarattıklarında esin yoktur, güneş eksiktir. Söylenceye göre ateş güneşin bir kopyası idi sadece. İş her zaman bir dü

şüncenin tamamlanmasının ürünüdür. Başka hiçbir tamı

Athena gibi salt ruhu temsil etmez.

Athena’nm kaderi bakire kalmaktı. Vücuduna asla

bir erkeğin tohumları girmeyecekti. Gerçekten de Athena

hiçbir erkeğin yatağına girmedi. Günün birinde Tanrıların Demircisi Hephaistos’un işliğine gitti, çünkü kendisi için yeni bir zırh ısmarlamak istiyordu. Hephaistos elbette ki en güzel zırhları yapıyordu ona, çünkü Athena’yı ca-83

ru gönülden seviyordu. Hephaistos ölçüsünü almak için

ondan masaya doğru eğilmesini istediği zaman, tanrıça o

kadar güzel bir şekilde eğildi ki, Hephaistos kendisine

hakim olamadı ve Athena’nm üzerine atladı. İhtirası onu

kendisinden geçirmişti. Athena’ya tecavüz etmek istiyordu. Hephaistos çok kuvvetliydi, kollarmda kaslar inanılmaz derecede şişkindi. Fakat Athena onunla başa çıkabilecek durumdaydı. Son anda Hephaistos’u iterek üzerinden uzaklaştırmayı başardı. Fakat ihtirası son kerteye gelmiş olan Hephaistos, tohumlarını Athena’nın bacağına fışkırtmıştı bile. Athena derin bir iğrenme duygusuyla bacağındaki tohumları bir çırpıda silip attı. Tohumlar Olimpos’tan aşağıya uçmuş ve yere düşmüştü. Athena’nm sivri paröaklarmın dokunduğu bu tohumlardan erdişi bir yaratık dünyaya gelmişti: Erichthonios. Bu yarı insan, yarı yılan bir yaratıktı. Vücudunun alt kısmı bir yılana benziyordu. Erichthonios, Hephaistos’un oğluydu, sadece onun oğlu. Fakat Athena, Hephaistos’un bu derin ihtirası

karşısmda duygulanmaktan kendisini alamamıştı, o yüzden Erichthonios’u yanına aldı. O andan itibaren onu göğsündeki bir çantada taşımaya başladı ve tüm ihtiyaçlarını giderdi. Erichthonios ileride büyük bir mucit olmuş

ve tekerleği icat etmiştir. Vücudunun alt kısmı yılan biçiminde olduğu için, ileri doğru hareket etmekte zorlanıyordu. Tekerlek bu zorluğu ortadan kaldırmıştı.

Athena ile Hephaistos arasında işte bu şekilde gizli,

fakat yakın bir ilişki vardı.

Athena, Herakles, Perseus, Diomedes gibi kahramanları seviyordu. En sevdiği kahraman ise Odysseus’tu.

Zekâ ve cesarete hayrandı. Cüretkârlıktan ve aptalca bir

cesaretten ise hiç hoşlanmıyordu.

84

Pallas Athena, Atina şehrinin koruyucu tanrıçasıydı.

Bu görevini şehrin yurttaşları arasında yaptırdığı bir oylama ile sağlama almıştı. Çünkü Denizler Tanrısı Poseidon da Atina’nın kendi şehri olmasım istiyordu. Athena seçimi yurttaşlarm yapmasmı teklif etti: “Her ikimiz de

yurttaşlara birer hediye verelim” demişti Poseidon’a,

“onlar da aramızda bir seçim yapsınlar.”

Kıt akıllı Poseidon aklından şunları geçirmişti hemen: ‘Tamam. Atinalılar elbette ki bir su kaynağı isterler, bundan kolay ne var ki!”

Poseidon Atina şehrinin içinden bir ırmak akıtmaya

başladı. Bu iş tamam, diye düşünüyordu bir yandan, kesinlikle beni seçecekler. İnsanların sudan başka neye ihtiyaçları var ki? Fakat Denizler Tanrısı kafasını fazla çalıştırmadan işe girişmişti, şehre verdiği su tatlı değil, tuzlu deniz suyuydu. Deniz suyundan bir ırmak ise hiçbir insanın işine yaramazdı.

Buna karşın Athena ise topraktan sade bir ağaç bitirmişti – bir zeytin ağacı. Ne büyük bir zenginlik! Zeytin ağacı bugün bile Yunanistan’ın simgesi gibidir, ülkenin

en büyük zenginliklerinden birisidir. Atinalılar ise bu durum karşısında tercihlerini elbette ki Pallas Athena’dan yan kullandılar.

Küçük bir hatırlatma yapalım: Viyana’yı ziyaret eden

bir kişi, parlamento binasının önünde durduğu zaman

büyük bir heykel görecektir. Başında altın bir miğfer bulunan, görkemli bir kadın heykeli. İşte Pallas Athena budur. Pallas Athena aynı zamanda Bilgelik Tanrıçası’dır; parlamenterlerin bu tanrıçanın heykelini seçmiş olmaları

boşuna değildir herhalde!

Bu akıllı tanrıçaya sempati beslemek hiç de zor değildir. Biraz kibirli olmasını ise affetmek gerekir. Pallas Athena, hiçbir erkeğin kendisine sahip olmasını istememesine karşın, hepsi tarafından beğenilmek isteniyordu. Troya Kralı Priamos’un oğlu Paris’in kendisi yerine Aphrodi-

te’i tercih etmesi, Yunan Söylence Dünyası’run en korkunç savaşını başlatması için yeterli olacaktı. Bu hikâyeyi kısaca anlatıp geçelim:

Paris en güzel tanrıçayı seçecek ve ona altm bir elma

verecekti. Seçimi Hera, Aphrodite ve Athena arasında yapacaktı. Paris tercihini Athena’dan değil, kendisine dünyanın en güzel kadınını vaat eden Aphrodite’den yana yaptı. Athena bu durum karşısında o denli gücenmişti ki,

az kalsm Troya’yı anında yerle bir edecekti. Ancak Zeus’un verdiği kesin bir emir bunu yapmasına güçlükle engel oldu. Fakat elbette ki Troya Savaşı’nda Yunanlıların

safında döğüştü.

Dünyalar güzeli Medusa günün birinde en az Athena

kadar, hatta ondan bile güzel olduğunu söylemişti. Bunun üzerine de Athena onu korkunç bir canavara dönüştürmüştü. Yani, aynı zamanda kinci ve garazkârdı.

Pohpohlanmaktan hoşlanırdı, fakat yalnız zekice

pohpohlamalara izin verirdi. Ona budalaca yaltaklanmanın hiç faydası yoktu. Onun Ares’e olan düşmanlığı tanrılar arasında sık sık huzursuzluk yaratıyordu. Gerçi Ares savaş meraklısı bir kavgacıydı, fakat topyekün savaşı,

yok etme savaşmı Pallas Athena icat etmiştir. Bir düşmanla karşılaştığı zaman, ya da yardım etmek istediği kahramanlardan biri bir düşmanla karşılaştığı zaman, aklına gelen ilk çözüm, kesin çözüm oluyordu – yok etme.

86

En küçük bir sebepte bile, mümkün olan en büyük tepki

gösterilmeliydi. Düşmanın gelecekte bir daha belini doğ-

rultamaması için, onu mutlak olarak yok etmek gerekiyordu.

Tamı Ares ve Tanrıça Athena günümüzde var olsalardı, beni korkutan Athena olurdu. Pallas Athena atom bombasının tanrıçasıdır. Ares zalim ve kana susamıştır,

fakat topyekün atom katliamları onun aklına asla gelmemiştir.

Şimdi de Hermes’e gelelim. Hermes tanrıların habercisidir, Latinler onu Mercurius olarak adlandırmışlardı. O

aynı zamanda hırsızların, tüccarların ve dedikoducuların

da tanrısıydı. Öncelikle onun doğumundan söz etmek istiyorum:

Her defasında Hera uykuya dalar dalmaz Zeus gizlice Olimpos’tan aşağı süzülüyor ve Atlas’m dünyalar güzeli kızı Maia’nın mağarasına, daha doğrusu yatağına giriyordu. Birbirlerine çok yakışan bir çifttiler. Zeus peri kızım gerçekten seviyordu. Elbette ki Zeus başka peri kızları ve tanrıçalarla da yatıyordu, fakat onlara âşık olduğundan değil, sadece içindeki o korkunç yaratma arzusuna uymak zorunda olduğundan. Fakat Atlas kızı Maia’yı

gerçekten seviyordu. Peri kızının mağarasmda birbirlerini sevgiyle kucaklıyorlardı ve aşklarının meyvesi olarak Hermes dünyaya geldi.

Hermes’in son derece alışmadık bir bebek olduğunu

söylemeliyim. Onun doğum gününden bahsetmek istiyorum biraz: Hermes sabaha karşı doğmuştu; öğleye doğru gözü o kadar açılmıştı ki kundağım fırlatıp atmış, düşe

87

kalka beşiğinden inmiş ve mağaranın dışına doğru emeklemeye başlamıştı. Orada küçük bacaklarının üzerine doğrularak pırıl pırıl güne bakmış ve bu dünyadaki ilk

gününde ne gibi muzırlıklar yapabileceğini düşünmeye

başlamıştı. Güneş ışınları burnunu okşarken karşıdan

kendisine doğru geniş bir deniz kaplumbağasının geldiğini gördü. Hermes ondan hoşlanmıştı, fakat kaplumbağa Hermes’ten hoşlanmamış ve sürüngenlerin o garip bakışlarıyla onu süzmeye başlamıştı. Hermes bu bakışlara sinirlenmişti. Hemen kaplumbağanın üzerine atlamış ve ölene dek onun boynunu sıkmıştı. Sonra da hayran hayran kaplumbağanın zırhını incelemeye başlamıştı. Sahip olduğu tanrısal güç ile zırhı yerinden kopartmış, temizlemiş, içine oturmuş ve şarkılar söylemeye başlamıştı. Ansızın zırhın içinde otururken sesinin daha farklı bir tınısı olduğunu fark etti – daha ilginç, daha güzel bir tını.

Birden aklına bu boş zırha kirişler takmak fikri geldi.

Karşıdan kendisine doğru birkaç ineğin gelmesi ona çok

ilginç geldi, çünkü daha önce hiç inek görmemişti. Kaplumbağayı boğmak da ona ilginç gelmişti, bu yüzden ineklerden birinin boynunu oracıkta sıkıverdi. Sonra ine

ğin bağırsaklarını çekip aldı, onları temizledi, kuruttu,

gerdi -bu arada öğle olmuştu- ve bu bağırsaklardan kirişler yaptı. Bu kirişleri kaplumbağa zırhının içi oyuk tarafına gerdi ve böylece lir ya da kithara adı verilen çalgıyı icat etmiş oldu. Yani bugün gitar adı verdiğimiz çalgıyı.

Bu çalgmm Jimi Hendrix’in Stratocaster’inin atası oldu

ğunu düşünmek doğrusu çok hoşuma gidiyor. Kim bilir,

belki de bu yüzden Hermes bana bu kadar sempatik geliyordur.

88

Fakat hepsi bu kadarla kalmamıştı. Yeni tanrının ilk

günü daha yeni başlamıştı. Hermes liri sırtına attığı gibi

dünyayı gezmeye başladı. İlk olarak az önce içlerinden

birini öldürdüğü inek sürüsüne rast geldi, inekler hoşuna

gittiği için onları önüne katıp sürmeye başladı, yani onları çaldı. Bu sürünün yarı-kardeşi Apollon’a ait olduğunu bilmiyordu elbette.

inekler önünde olduğu halde yürümeye devam ederken, aklına şu düşünce geldi. “Kim bilir, belki de birisi beni takip ediyordur.”

Bunun üzerine elli ineğin tümünü de kuyruklarından

yakaladı – bunu nasıl yaptığım bilmiyoruz, çünkü Hermes ne de olsa bir tamıdır. Kendi izlerini silmek için ayaklarına dallar bağladı. Bir eliyle elli ineği kuyruklarından tuttuğu gibi, onları gerisin geriye çekmeye başladı.

Böyle yaparak kendisini takip etmesi muhtemel birisinin,

sürünün öbür tarafa doğru gittiğini düşünmesini sağlayacaktı. Boştaki eliyle de lirini tıngırdatmaya başladı. Böylece peşine taktığı ineklerle tüm Yunanistan’ı baştan başa geçti.

Bizim zaman ölçümüzle saat on dört civarında olmalıydı şimdi. Hermes sıkılmıştı, ineklere kötü kötü bakıp duruyordu, inekler de geviş getirerek bön bön ona bakıyordu, belki de onlara bu kadar kötü davrandığı için Hermes’e biraz kızgındılar. Hermes onları tez elden boğazlamayı düşünüyordu.

Tesadüfen bir çobamn oralardan geçeceği tutmuştu.

Sizi temin ederim ki, bu çobanm adı Bathos’du. Küçük bir

bebeğin elli ineği kuyruklarından tutması karşısında şaşırıp kalmıştı.

Hermes, Bathos’a şöyle dedi: “Sen… sen beni gördün.”

“Evet” diye karşılık verdi Bathos, “seni gördüm.”

Hermes şöyle dedi: “Fakat beni gördüğünü kimselere

söylemeyeceksin.”

Ve Bathos karşılık verdi: “Seni gördüğümü kimselere

söylemeyeceğim.”

“Pekâlâ” dedi Hermes, “yine de bana söz vermeni istiyorum.”

“Evet” dedi Bathos, “sana söz veririm.”

“Fakat buna yemin de etmelisin” dedi Hermes.

“Yemin ederim” dedi Bathos.

“Ne üzerine yemin ediyorsun?”

Bathos büyük bir hata yapmıştı. Daha önce de söylemiştik; insanlar tanrılarla çok yakın ilişkilere girmemeye özen göstermelidirler. Bathos da karşısında bir tanrı bulunduğunu anlamış olmalıydı. Buna rağmen şöyle dedi:

“Ağzımdan laf kaçıracak olursam taş kesileyim.”

Sonuç olarak Hermes memnun olmuştu ve çaldığı

inekleri peşine takarak yoluna devam etmeye başladı:

“Onları başka bir yerde boğazlarım.”

Fakat ansızın şüpheleri depreşti. İnekleri birbirlerine

bağlayarak sessizce geriye döndü ve Bathos’un birisiyle

konuştuğunu duydu. Tanrı Apollonia konuşuyordu Bathos. Onu daha önce hiç görmemişti, fakat bir tamı diğer bir tanrıyı daha önce asla görmese bile tanıyabilirdi.

Apollon sürüsünün izlerini takip ede ede buraya kadar gelmişti. Ters toynak izleri numarasım yutmamış ve şimdi de BathosTa karşılaşmıştı.

Apollon şöyle diyordu: “Bathos, ben Tamı Apol-

lon’um. Bana gerçeği olduğu gibi anlat.”

9 0

Bathos ağzındaki baklayı çıkartarak her şeyi anlattı.

“Bak sen!” diye düşündü her şeyi gören ve işiten

Hermes. “Bak sen! Bathos, vay haline senin!”

Apollon oradan uzaklaştığı zaman Hermes kılık de

ğiştirdi -onun bir bebek olduğunu unutmamalıyız- ve

Bathos’un yanına gitti. “Söyle bakalım Bathos, beni tanıdın mı?”

“Hayır” dedi Bathos.

“Söyle bakalım Bathos, buradan ineklerle beraber ge

çen birisini gördün mü?”

“ineklerle beraber geçen kimseyi görmedim” dedi

Bathos.

“Pekâlâ” dedi Hermes. “Bana gerçeği söylersen sana o ineklerin yarısını vereceğim.”

ineklerin yarısını alacağını duyan Bathos’un gözlerini hırs bürüdü. “Evet, şimdi hatırladım, gerçekten de ineklerle beraber geçen birisini görmüştüm.”

Bunun üzerine Hermes kendisini tanıttı ve şöyle dedi: “Evet Bathos. Hatırlıyor musun, beni ele verdiğin takdirde taş kesileceğini kendi ağzınla söylemiştin.”

Ve Bathos olduğu yerde bir taşa dönüştü. – Bu taş

bugün bile Yunanistan’da görülebilir. Yamrı yumru bir

taştır bu, sanki orada oturmuş bekleyen bir insanı andırmaktadır.

Sonra Hermes inekleri teker teker boğazlamaya başladı. Sanırım saat on dört suları olmalıdır. Hermes inekleri teker teker boğazladı, boynuzlarıyla toynaklarını yaktı ve enfes etleri armağan olarak tanrılara sundu.

Sonra da mağarasına geri döndü ve beşiğine uzandı.

Sanki tüm bu zaman zarfında yerinden bile kımıldama-

91

mıştı! Az sonra Apollon mağaraya girdi. Bu hırsızlığın ardında bir tanrı olduğunu anlamıştı, hem de tanrılar arasındaki gelenek ve görenekleri bilmeyen yeni bir tanrı.

Apollon beşiğin önüne dikilmişti bile: “Hermes, ineklerimi sen mi çaldın?”

Hermes cevap verdi: “İnekler mi? İnekler de ne?”

“İnekler ineğin çoğuludur” dedi Apollon.

“İneğin ne anlama geldiğini bilmiyorum” dedi Hermes.

“Boş versene! Sana inanmıyorum” dedi Apollon.

Bebeği beşiğinden alarak Tanrıların Babası Zeus’un

huzuruna çıktı ve şikâyetçi oldu.

Zeus’a şunları söyledi: “İşte, şu oğlun Hermes, bana

ait bir sürüyü çaldı.”

Duruşma esnasında Hermes iyice arsızlaşmıştı. Hatta

kendisinden şikâyetçi olan Apollon’un o çok gurur duyduğu silahlarım, yayım ve okunu da, kimsenin ruhu bile duymadan aşırıvermişti.

Sadece Zeus onun ne yaptığını fark etmişti ama, o da

oğlundan çok hoşlanmıştı. Zaten eskiden beri Apol-

lon’dan pek hoşlanmazdı. Hermes’e dönüp konuşmaya

başladı. “Hermes, inekleri çaldığım itiraf et. Ne de olsa onlar sadece inek, şayet silahlarını çalmış olsaydm, durum çok daha kötü olurdu.”

Sonunda Hermes silah hırsızlığı da dahil olmak üzere her şeyi itiraf etti ve Apollon’un öfkesini yatıştırmaya bile muvaffak oldu. Ona şöyle demişti: “Sana bir şey göstermek istiyorum. İyice öfkelenmeden önce, sana bir şey göstermeme izin ver.”

Gidip liri getirdi ve çalmaya başladı. Musaların Tanrısı Apollon, Hermes’in kaplumbağa zırhmdan çıkardığı

92

sesleri hayranlık ve şaşkınlıkla dinliyordu. Daha önce buna benzer tınıları asla işitmemişti.

Hermes dedi ki: “Bunu sana hediye ediyorum. Bu benim sana hediyemdir.”

Ve o günden sonra Apollon ve Hermes çok iyi dost

oldular.

Hermes, Tanrıların Anası Hera’dan korkuyordu, çünkü Hera onu kendi aldatılışının bir meyvesi olarak görüyordu. Fakat Hermes kurnazca bir numara ile onun sevgisini kazanmayı başardı. Kundağmın içine iyice büzülerek incecik bir sesle Hera’ya seslendi: “Ben senin oğlun Ares’im.”

Hera onu kucağına aldı ve göğsünde emzirdi. Bir süre soma, kucağındaki bu küçük, sıcak pakete iyice alışınca, Hermes gerçekte kim olduğunu itiraf etti. Fakat Hera ona artık kızamıyordu.

Hermes kurnaz olduğu kadar da sevecendi. Ölülerin

ruhlarmı Hades’e götüren de oydu. Bunu çok yumuşak,

çok sevgi dolu bir şekilde yapıyordu. Psychopompos deniliyordu adına, yani ruhların kılavuzu.

Günün birinde Zeus da Hermes’in yardımına muhtaç

olmuştu. Hermes’in bu fırsatı değerlendirerek Olimpos

iktidarım ele geçirmesi işten bile değildi. Fakat bunu yapmadı. Zeus karmaşık sebepler sonucu Typhon’un tutsağı olmuştu. Typhon tam yüz tane yılan kafasına sahip olan

ve cammn çektiği her dilde, tanrıların, hayvanların ve insanların dilinde konuşan bir canavardı. Bu canavar Baş-

tanrı Zeus’u mağlup etmiş ve vücudundaki tüm sinirlerini kesmişti. Soma da bu sinirleri saklaması için bir ejderhaya teslim etmişti. Zeus çaresiz bir şekilde, kılını bile kı-

93

pırdatamadan yatıyordu olduğu yerde. Hermes oraya gelerek Baştanrı’yı güvenli bir yere taşıdı. Sinirleri ejderhadan geri aldı, her birini yerine taktı ve böylece babasına kudretini geri vermiş oldu. Zeus’un kötü durumundan

yararlanmak aklına bile gelmemişti.

Fakat Zeus canavar Typhon’dan korkunç bir şekilde

intikam aldı. Sicilya Adası’nı olduğu gibi yerinden kaldırarak canavarın tepesine fırlattı. Typhon adanın altında kalmıştı. Canavar arada bir ateşli nefesini yeryüzüne salar, işte bunlar Etna Yanardağı’nm püskürdüğü anlardır.

Hermes benim en çok sevdiğim tanrılardan biridir. Fakat

sözünü etmek istediğim başka bir tamı daha var. Özellikle fazla tanınmamış, fakat varlığı biz insanlar için yaşamsal bir zorunluluk teşkil eden bir tanrı seçtim. Çünkü onun hikâyesi bizim yaradılışımızı açıklar. Bu, Zagreus’un hikâyesidir.

Zeus kız kardeşi Demeter ile yarmış ve bu birleşmeden olağanüstü güzellikteki Kore dünyaya gelmiştir. Daha soma, Yeraltı Dünyasımn Tamıçası olduğu zaman, Persephone adım alacaktır. Onun hakkında söylemek istediğim iki cümle var. Persephone benim için manik-depresifi temsil eder. Yılın yarısını Yeraltı Dünyası’mn

Kraliçesi olarak ölülerin korkunç gölgelerinin arasmda,

diğer yarısmı ise Olimpos Dağı’nda, diğer tanrılarla birlikte geçirir. Karanlıktan aydınlığa, ölüm kederinden göklere yükselen sevinç çığlığına dönüşür.

Kore, ya da Persephone, çok, ama çok güzel ve çok

alımlı olmalıymış. Biraz melankolik, biraz kabuğuna çekilmiş, gizemli. Zeus bu güzeller güzeli kızma hemen 94

âşık oldu. Zaten başka ne beklenirdi ki… Neyse, günlerden birgün Kore yalnız başına ormanda üzgün bir tavırla otururken, onun sükûnetini bozmak istemeyen Zeus bir

yılana dönüştü ve kızın cinsel organından içeri giriverdi.

Persephone hamile kalmıştı.

Persephone Baş tanrı Zeus’tan Zagreus’a hamile kalmıştı. Zeus, Persephone’yi çok sevdiği, diğer herkesten üç kat daha fazla sevdiği için, oğlu Zagreus’u da çok seviyor ve diğer çocuklarının tümünün üstünde tutuyordu.

Onu varisi olarak tayin etmişti.

Şöyle diyordu: “Günün birinde sahip olduğum tüm

kudreti, tüm zenginliklerimi, tüm bilgi ve becerilerimi o

miras alacak.”

Zagreus tanrı oğluydu.

Hera ise Zagreus’a karşı özel bir kıskançlık besliyordu. Bu yüzden Zeus onu bir mağaraya sakladı ve küçükken kendisine de bakmış olan tanrılara, Kuretlere emanet etti. Küçükken ona da yaptıkları gibi, birisi oraya yakla

şınca çocuğun sesinin duyulmaması için var güçleriyle

kalkanlarına vuracaklardı.

Fakat Hera, Zagreus’tan en az kocasının onu sevdiği

kadar nefret ediyordu. Bu yüzden, bu söylencede mutlak

kötülüğü temsil eden Titanları yardıma çağırdı.

Onlara şöyle emretti: “Zagreus’u bulun ve onu öldürün.”

Titanlar Zagreus’u tüm dünyada aradılar, sonunda

da onu Kuretlerin koruduğu mağarada buldular. Çok sevimli, çok saf bir çocuk. Kuretleri çok çabuk saf dışı etmişlerdi, fakat çocuk mağaranın içlerine doğru emekle-mişti ve mağara titanlar için çok dardı. Onu kandırmak

95

için ellerinden geleni yapmaya başladılar. Akıllarına gelen her şeyi vaat ettiler ona – örneğin gömleğinin altında taşıdığı takdirde bir kadm gibi görünmesini sağlayacak

elmalar. Hayvanların lisanmı anlayacağına, bulutların

üzerinde yatacağına söz verdiler. Fakat bunların tümü

onu kandırmaya yetmedi.

Bunun üzerine titanlar mağaranın içine bir ayna ittiler. Bu çok ilginç bir şeydi. Mağaranm içi karanlık olduğu için Zagreus dışarı çıktı ve aynadaki suretini seyretmeye

başladı. Kendisi üzerine düşünmeye başlamıştı. Ne de olsa insanlara hiçbir şey kendileri kadar ilginç gelmez. Kendi görünüşü karşısında öyle bir hayranlığa düşmüştü ki, dikkatli olmayı bile unutmuştu. Tam bu anda titanlar

onun üzerine atladılar. Zagreus son anda kendisini bir aslana dönüştürebilmişti. Fakat bunun pek faydası olmadı.

Bunun üzerine bir boğaya dönüştü. Bu da kâr etmedi. Titanlar onu parçaladılar, vücudunu didik didik ettiler ve etlerini yediler. \

Bu arada Zeus durumdan haberdar olmuştu. Son derece üzülmüş ve gönlü kırılmıştı. Acı doldurmuştu içini.

Yıldırım oklarmı titanlara doğru savurarak onları oldukları yerde kül etti.

Bu külde iki farklı prensip, iki farklı yaşam biçimi bir

araya gelip bütünleşmişti: Mutlak iyilik Zagreus; aşk, ışıltı, güzellik – ve mutlak kötülük titanlar; kötülük, çirkinlik.

Bu kül uzun zaman orada kaldı. Üzerine yağan yağmur, onu bir bulamaç haline getirdi. Sonra Zeus’un yarı-

kardeşi bir titan olan Prometheus geldi oraya ve önündeki bulamacı bir insan biçimine soktu. Biz insanların içinde neden aynı anda kötülüğün ve iyiliğin barmdığı sorusunun cevabı buradadır işte. Çünkü biz titanların ve Zagre-

us’un küllerinin oluşturduğu bulamaçtan yaratıldık.

Ört göğün gökyüzünü Zeus

Bulutların pusuyla

Ve devedikenleri koparan

Bir delikanlı gibi,

Sen de meşe ağaçlarıyla

Ve dağların doruklarıyla boy ölçüş;

Toprağımı bana bırakmalısın ama,

Ve senin eserin olmayan kulübemi,

Ve kıskanarak baktığın

Ocağımın kor ateşini

Goethe’nin bu dizelerini kim bilmez ki!

Prometheus asilerin ilk örneğidir. Şiirin sonunda şöyle der:

İşte buradayım, insan yoğuruyorum,

Kendi suretime göre

Bana denk bir soy

Acı çekecek, ağlayacak,

Zevk duyacak ve sevinecek,

Ve seni önemsemeyecek

Benim gibi!

İşte Prometheus budur.

Prometheus inşam yaratmıştır ve daima insanlar için

savaşan bir mücahit olmuştur. Hesiod’un Theogo-

nia’sında böyle yazılıdır ve Aischylos’un dramlarında da

aym şey anlatılmaktadır. Prometheus bir kurtarıcıdır.

Prometheus biz insanları yaratmıştır, hem de Zeus’un iradesine karşı koyarak. Zeus insanların varolmalarını arzu etmiyordu. İnsanlardan kendilerine hayvan kurban ermelerini ve en iyi taraflarını kendisine sunmalarını istedi. Bir çeşit varoluş vergisi olarak adlandırabiliriz bunu. “Şayet” diye düşünüyordu, “insanlardan kurban etlerinin en iyi ve en besleyici taraflarmı talep edersem, varoluş kavgasmda zayıf düşerler ve yaşamalarına imkân kalmaz.”

Prometheus tanrıyı kandırarak bize yardım etti. Kurbanların iç organlarıyla kemiklerini üst üste yığdı ve bu kemikleri yağla kapladı. Sonra da çirkin görünüşlü, mide

bulandırıcı işkembeyi aldı ve içini hayvanın en iyi kısmı

olan kırmızı etlerle doldurdu.

Sonra da Zeus’a seslendi: “Pekâlâ, insanlarım sana

kurban sunacaklar. Lütfen seçimini yap: Hangi yığını arzu edersin?”

Zeus şöyle düşündü: “Bu mide bulandırıcı, çirkin işkembe insanların ne işine yarar ki? Şu besleyici ve güzel yağ yığınını onlardan alırsam, bir daha bellerini doğrulta-mazlar.”

Ve parmağıyla yağ yığınını işaret etti, böylece de Prometheus’un tuzağına düşmüş oldu. Zeus verdiği karardan bir daha geri dönemez. O bir tanrıdır ve tanrılar ya-nılmaz. Yanılsalar bile, bunu kabul etmezler.

Bu nedenle o günden bu yana hayvanlarm sadece iç

organları ve kemikleri tanrılara sunulmaktadır. Fakat insanlar çok lezzetli buldukları kırmızı etleri kendilerine saklamayı tercih etmektedirler.

Fakat insanoğlu bu etle ne yapacaktı? Onu çiğ çiğ mi

98

yiyecekti? Ateş olmadan et ne işe yarardı ki? Prometheus

bu defa da yardım elini uzattı. Hephaistos’un işliğinden

ateşi çaldı ve ateşi insanlara verdi.

Ve akşam olup Zeus Olimpos’tan aşağı baktığında,

her tarafta küçük, titrek ışıkların yanmakta olduğunu

gördü. Acaba yukarıdan baktığında bizim büyük şehirlerimizi görseydi, ne düşünürdü dersiniz? Ne kadar çok ışık! Şuraya bak, diye geçirirdi içinden herhalde, Prometheus’un yaratıkları ne hale gelmiş! Ve Zeus, Promethe-

us’a lanet okudu. Onu cezalandırmaya karar verdi. Hep-

haistos’u yamna çağırdı ve ona Prometheus’u sağlam zincirlerle Kafkas Dağları’na zincirlemesini emretti.

Kurtarıcı iki yana açık kollarıyla Kafkas Dağları’nın

yalçın kayalıklarına zincirlenmişti. Gündüzleri bir kartal

gelerek Prometheus’un ciğerini didikliyor, gece olunca da

ciğer yeniden büyüyordu. Bu yeniden büyüme de, Prometheus’un canmı en az kartalın didiklemesi kadar acıtıyordu. Ve bu durum sonsuza dek sürecekti. Çünkü Prometheus ölümsüzdü.

Prometheus insanları yarattığı için böylesine acımasız bir cezaya çarptırılmıştı.

Bir şey bizi hayrete düşürüyor: İnsanların Promethe-

us’a karşı özel bir sevgi beslediği hiçbir yerde yazılı değildir. Hemen hemen bütün söylencelerde Prometheus’a benzer bir figür vardır. İnsanoğluna ışık taşıyan, ateşi getiren bir melektir ve Hıristiyanlık onu şeytan yapıp çıkmıştır. Neden bu figürleri sevmeyiz acaba? Halbuki onların bize diğer tamisai varlıklardan daha yakın olmaları gerekir. – Bilmiyorum.

Fakat sonunda Prometheus yine de serbest kaldı. Bir

99

söylence onu kurtaranın Herkül olduğunu, başka bir söylence ise onun Zeus tarafından affedildiğini söyler. Her halükârda, Zeus güzel peri kızı Thetis’i baştan çıkarmaya

çalıştığı sırada, Prometheus Kafkas Dağı’ndan aşağı seslenerek tanrıların babasını uyarır: “Bu peri kızının dünyaya getireceği oğul, babasından çok daha güçlü ve kudretli

olacaktır.”

Bunun üzerine Zeus, Thetis’in peşini bıraktı ve teşekkür olarak Prometheus’un zincirlerini çözerek onun serbest kalmasını sağladı.

Şu deyişin Prometheus’a ait olduğu söylenir: “Sakın

tanrılardan hediye kabul etme.” Prometheus’un Epimet-

heus admda bir kardeşi vardı. Prometheus “öncede gören”, Epimetheus ise “sonradan gören” anlamına gelmektedir. Zeus günün birinde Epimetheus’a Pandora isimli bir kadın hediye etti. Hephaistos onu Aphrodite’e bakarak yapmıştı.

Prometheus kardeşine dedi ki: “Sakın onu kabul etme. Tanrılardan hediye alınmaz.”

Fakat Epimetheus tanrı hediyesini kabul etti, çünkü

Pandora, Aşk Tanrıçası kadar güzeldi. Pandora yanında

bir kutu getirmişti. Bu kutunun içinde tüm acılar ve dertler bulunuyordu; insanlara ıstırap çektirmek üzere yeryüzüne dağılmayı bekliyorlardı.

Prometheus kardeşine şöyle dedi: “Pandora’nın kutusunu kapalı tut. Onu sakın açma.”

Fakat Epimetheus bir kez daha kardeşinin öğüdüne

kulak vermedi. Kutuyu açar açmaz, tüm dertler ve acılar

dünyaya dağılıverdi. Prometheus atılıp kutunun kapağını

kapadı, fakat en altta bulunan umut içeride kalmış oldu.

Umut o andan itibaren Prometheus’un yönetimine

girmişti. Prometheus onu çok iyi koruyor, yaratıklarına

ondan asla gereğinden fazla dağıtmıyordu. Umut çok

güçlü bir ilaçtır. Saf ve katıksız haliyle bize zarar verebilir. Bu yüzden Prometheus umudun daima biraz hatıra ile alınmasına özen gösteriyordu.

Prometheus bu şekilde saatler ve günler, yıllar ve

asırlar boyunca yaratıklarım koruyup kollamak zorunda

kaldı. Ve bunu yaptığı için bir kerecik olsun kendisine te

şekkür eden olmadı. Düzeltiyorum: Ne başka bir tanrı, ne

de başka bir titan hakkında bu kadar güzel bir şiir yazılmış değildir. Goethe bu şüriyle Prometheus’a karşı olan suçlarımızın hiç olmazsa bir kısmının kefaretini ödemiştir.

PERİLERİN Ş A R K I S I

MICHAEL KÖHLMEIER
mitolojinin öyküsü
Çeviri: Atilla Dirim
Yurt Kitap-Yayın