TARIMA DAYALI UYGARLIKLAR / ORTADOĞU’NUN ÜSTÜNLÜĞÜ DÖNEMİ (MÖ 5000-MÖ 500)
1. Yerleşik Topluluklar
Ortadoğu’nun bazı insan gruplarının MÖ 7000 dolaylarında tarıma başladıkları ve kimi hayvanları ehlileştirdikleri bilinmektedir. Gerçekten, “tarım devrimi”, çok kısa olarak, “insanoğlunun bazı bitki ve hayvan türlerini denetleyip, geliştirme ve genişletmeleri süreci” olarak tanımlanabilir. Tümüyle tarıma dayalı uygarlıkların hiçbiri global ya da dünya çapında bir kapsam göstermemektedir. Bunlar, bir bakıma kendi kendilerine yeterlidir ve dışlarındaki dünya ile anlamlı ve bilinçli temasları yoktur. Ortadoğu’nun ve dünyanın ilk yerleşik toplulukları olan Mezopotamya ile Mısır uygarlıkları, ne kadar üstün olurlarsa olsunlar, böyledir.
Büyük akarsu vadi ve deltalarının, üzerlerinde göreli olarak geniş toplumsal ve siyasal birimlere yol açtıkları, tarihin iyi bilinen ve yerleşmiş özellikleri arasındadır. Fırat ve Dicle de, Mezopotamya bölgesine sağladıklarıyla bu varsayımı doğrulamaktadır. Bunların taşıdıkları suyla bereketlenen topraklar üzerinde MÖ 5000’lerle birlikte, Sümer kent-devletlerinin kurulduğunu ve ilk uygarlığı yarattıklarını görüyoruz. Bunun ilginç olan nedeni, Fırat ve Dicle’nin akışının düzensiz, kabarma zamanlarının belirsiz olmasıydı. Bunlar, bazen kuraklığa yol açabilecek kadar az su taşırken, bazen de taşarak her yanı su altında bırakabilirlerdi. Akarsuların bu özelliği, bölge insanlarını yaşayabilmek için gelişmiş su kanalları ve setler yapmaya ve bunların sürekli bakımını sağlamaya zorlamıştır. Mezopotamya insanının kanallar üzerindeki uğraşısı, tarihin ilk otoriter monarşilerinin bu bölgede kurulmasını sağlamıştır. Yaşamsal öneme sahip olan kanal sisteminin kurulması ve bakımı, çok sayıda insanın düzenli çalışmasını gerektirmiştir. Bu ise, mutlak bir siyasal bağlılık, gelişmiş bir bürokrasi ve yönetim teknikleriyle sağlanmıştır. Akarsulara değil de, mevsimlik yağışa bağlı tarımın uygulandığı ve dolayısıyla kanal sisteminin bulunmadığı ya da gelişmemiş olduğu yörelerde, örneğin o dönem Avrupasında, bu çeşit güçlü kent-devletler göremiyoruz.
Bundan başka, yerleşik toplulukların oturduğu merkezlerin dışında yaşayan göçebe kavimlerin, zengin kent-devletlere karşı giriştikleri yağmaya yönelik saldırılara karşı savunma ihtiyacı, Mezopotamya’da düzenli ordu kurmayı gerektirmiştir. Bunun da kent-devlet içinde merkezi otoriteyi güçlendirici etkisi olmuştur. Öte yandan, Mezopotamya bölgesinin göçebe saldırılarına açık olan topografyası ve bir de kent-devletler arasındaki sınırların belirsizliği, bölgede sürekli savaşlara yol açmıştır. Bu durum, bir yandan yöneticilerin otorite ve baskılarının artması, öte yandan siyasal istikrarsızlıkla birlikte güçlü ve geniş bir imparatorluğun kurulamaması ya da çok kısa ömürlü olması sonucunu doğurmuştur.
Bölgenin, yılın büyük bir bölümünde bulutsuz olan gökyüzü, yıldızlardan hep büyülenmiş olan insanoğlunun belki de kurnaz bir bölümünü, herkesi yakından ilgilendiren hava koşullarıyla ilgili kehanetlere iterek, din adamlarının ortaya çıkmasına neden olmuştur. Böylece, bazen iktidarı birlikte kullanan ama çoğu kez çatışan kral-din adamı çelişkisi yaratılmıştır. Bu çelişki, en az 19. yüzyıla kadar Avrupa tarihinin ana teması haline gelecektir.
İnsanoğlunun ilk kez kent-devletler içinde siyasal örgütlenmesi ve buna bağlı olarak yaratılan üstün uygarlıklar arasında daha önce sözü geçen Sümer kent-devletleri, 2500’lerde Akadlar, 1700’lerde Asur kent-devletleri, Babiller ve Anadolu’da Hitit devleti belleğimizde yer etmiş olanlarıdır. Aynı dönemde bir başka akarsu vadisinde, Nil’de kurulan ve kronolojik olarak birbiri arkasına dizilen Mısır devletleri ve uygarlığı da, Ortadoğu’nun dünya üstünlüğü çerçevesi içinde değerlendirilebilir.
Mezopotamya’da biriken zenginliğin bir nedeni de, bölgede ağaç, taş ve değerli madenlerin bulunmamasıdır. Bu durum bölge insanını ürettiği tahıl karşılığında bu maddeleri elde etmeye itmiştir. Böylece, bölgede gelişen ticaret hayatı ve ortaya çıkan tüccar sınıfı bol tahıl ürünüyle birlikte değerlendirildiğinde, kolayca anlaşılacağı gibi, zenginliği artırmış ve uygarlığın gelişmesinde etkili olmuştur. Ancak, Mezopotamya’da ticaret temeline dayanan bir tarımın, yani ticaret amacıyla üretimin geliştiği söylenemez. İlk ticari tarım daha sonra Grek yarımadası ve Batı Anadolu’da başlayacak ve bu da bölgede yaratılan yeni bir uygarlığın temeli olacaktır.
Mezopotamya çeşitli devletlere bölünmüşken ve bölgede siyasal istikrarsızlık kol gezerken, Mısır’da kent-devletler ve dağınıklık görmüyoruz. Burada kurulan siyasal birliğin ve bir bakıma üstün uygarlığın nedeni, yine coğrafyadan kaynaklanmaktadır. Nil akarsuyunu çevreleyen geniş ve kolay geçit vermeyen çöl bölgesi, yabancı güçlerin ve özellikle göçebe halkların Nil’i ele geçirmelerini zorlaştırarak, bölgede siyasal birliğin sürdürülmesini kolaylaştırmıştır.
Mezopotamya’da buraya kadar özetlenen gelişmelerin gelecek yüzyıllara şu önemli katkıları olmuştur:
- İlkel de olsa belirli bir siyasal kuram ve siyasal bağlılık duygusu
- Gelişmiş bir bürokrasi ve profesyonel askerler
- Gelişmiş yönetim teknikleri
- Ticaret ve tüccar sınıfı
- Hammurabi döneminde tanık olduğumuz gelişmiş bir hukuk anlayışı
- Din adamları ve bunların hâlâ tartışmalı olan siyasal yetkileri
Mezopotamya uygarlığı kısa bir süre içinde merkezden çevreye doğru yayıldı. Mısır, Girit, İndus vadisi ve Çin, Mezopotamya’ya göre çevresel sayılabilecek, dönemin büyük uygarlıklarıdır. Ama, başta Girit ve Mısır olmak üzere bunların tümü, şu ya da bu biçimde, Mezopotamya uygarlığından etkilenmişlerdir.
2. Göçebeler
İlk uygarlıklar döneminde bu merkez ve çevre yerleşik topluluklarının ötesinde, Avrasya’nın step ve yüksekliklerinde davar güdücü göçebe halklar yaşamaktaydı. Bunlar zaman zaman, savaşçı aristokrasiler tarafından yönetilen, çok gevşek bağlarla birbirlerine bağlanan çeşitli “konfedere” birimler halinde örgütlenmekteydiler. MÖ 2000’lere gelindiğinde, bu göçebeler arasında Grek ve Romalıların ataları ile kendilerine “Aryan” adı verilen ve Hazar Denizi çevresinde yaşayan kavimler de vardı. Hayvan yetiştiren ve bunların arkasından verimli otlaklara göç eden bu göçebe kavimler, et dışındaki gıda maddeleri açısından büyük ölçüde yerleşik toplulukların ürettiklerine dayanmaktaydılar. Herhangi bir nedenle bu iki tip topluluk arasında değiş tokuş durduğu takdirde, göçebe topluluklar ihtiyaçları olan gıda maddelerini savaşarak zorla elde ediyorlardı.2
Böylece, incelenen dönem boyunca birbirleriyle mücadele eden iki karşıt “kamp” görüyoruz: Bir yanda göçebeler (Avrasya’nın step ve dağ insanları) ile savaşçı aristokrasiler ve öte yanda köylüler, zanaatkarlar, krallar, din adamları ve tüccarlar.
Bu iki “kamp” arasındaki amansız mücadele, hem dönemin ilkel uluslararası ilişkilerinin ana teması olmuş, hem de merkezdeki uygarlığın çevreye doğru yayılmasını sağlamıştır.
Buraya kadar anlatılanlardan ve ilerde de görülecek olanlardan anlaşılacağı gibi, “uygarlık” dediğimiz bütünün doğduğu noktada, yerleşik ve göçebe halklar arasındaki uzun mücadelenin yol açtığı kültürel etkileşim yatmaktadır.
3. Din ve İlk Buluşlar
Mezopotamya’da yerleşik ve tarımcı halkların dinleri dört önemli özellik gösterir: (i) Güneşe tapma, (ii) ölüme karşı aşırı bir ilgi, (iii) çoktanrılılıktan tektanrılılığa doğru yavaş bir evrim ve (iv) bu dönemlerde ortaya çıkan Yahudi ve sonra gelen Hıristiyan tektanrılı dinlerinin etkileneceği “ruhlar dünyası” ya da “yüce kat” kavramı.
Dünya tarihinin ilk döneminin bu çok kısa betimlemesinde, son olarak, Ortadoğu’nun bu üstünlük çağında dünya uygarlığına katkıları olan ilk buluşları sıralamak yerinde olur. Ortadoğu’da yerleşik yaşama geçilmesiyle birlikte ilk kez buğday yetiştirilmiş, ilk metalurji bilgisi edinilmiştir. Takvim, hiyeroglif ve çivi yazısı, rakamlar sistemi, ağırlık ve uzunluk ölçüleri ilk kez Mezopotamya uygarlıkları tarafından bulunmuştur. Anadolu’da ise ilk kez yaşamın denizlerde başladığı fikri ortaya atılmış, parşömen üzerine yazı yazılmış, alışverişte gümüş ve altın para kullanılmıştır.
4. Avrupa
Mezopotamya uygarlığının geliştiği dönemde Avrupa’da durum çok farklıydı. Burada, büyük taş bloklarının birbiri üstüne konmasıyla oluşan tapınaklarıyla hâlâ ilkel bir “megalit” kültürü yaşanmaktaydı. Bu kültürü yaşayanlar, dönemin ilkel tarım aletleri göz önüne alınırsa, verimsiz sayılabilecek Avrupa topraklarında (fazla yağışın yol açtığı çamur tabakasının yarılamaması) ancak çok küçük çaplı tarım ve hayvancılıkla uğraşıyorlardı.
MÖ 1700’lerde, doğudan gelen, Hint-Avrupa dillerini konuşan ve bronz yapmayı öğrenmiş bulunan barbar3 kavimler, Atlantik Okyanusu kıyılarına kadar yayıldılar ve buradaki barışçı ve megalit yapan insanları denetimleri altına aldılar. Zamanla Hint-Avrupa dili kıtaya egemen olacak, bu barbar kavimler bugünkü Avrupalının ilk çıkış noktasını oluşturacaklardır. Böylece uygarlığın yarattığı teknik ile göçebeliğin cesaret ve atılganlığını birleştirecek olan Avrupa insanı, belki de bugüne kadar süren, savaşkan değerlere sahip atılgan özelliğini kazanacaktır.
Oral Sander
Siyasi Tarih / İlkçağlardan 1918’e
İmge Kitabevi Yayınları