Tüket ya da Kaybet Miti

VIII. Tüket ya da Kaybet Miti
Tüketim toplumundaki genel görüş, tüketimin insan ve çevre üzerindeki etkilerini göz önünde bulundurmaksızın, kendimizi meşgul etmek için bir ulusal politika sorunu olarak tüketmeye devam etmemiz gerektiği yolundadır. Bu tavır çok ciddi boyuttadır. Yayınlanan haber programları, tatil sezonunda alışveriş bölgelerinin yer aldığı sahneleri sanki ulusal öneme sahip sahnelermiş gibi ele almakta ve alışveriş yapanların para harcamaya ne kadar gönüllü olduklarını anlatmaktadırlar. ABD, 1990’ların ortalarında ekonomik durgunlukla yüzyüze geldiğinde, Başkan’dan başlayıp daha aşağıdaki kişilere kadar herkes, sadık Amerikalılardan para harcamalarını rica etmeye başlamıştır. Range Rover firması, büyük ABD dergilerinde “Bir şeyler satın alın. Elbette bizim tercihimiz, bir Range Rover almanız olacaktır. Fakat eğer bu mümkün değilse, bir mikrodalga fırın alın. Bir av köpeği. Tiyatro biletleri. Bir futbol topu. Herhangi bir şey.” diye yalvaran tam sayfa ilanlar vermiştir.
Bu tür ricaların ardında yatan mantık çok doğru görünmektedir; eğer kimse bir şey satın almazsa, kimse bir şey satmaz ve kimse bir şey satmazsa, kimse çalışmaz. Böylece, tüketici ekonomisinde, bir başka deyişle gayri safı milli hasılanın üçte ikisinin tüketici harcamalarından oluştuğu bir ekonomide, borsadaki servetlerden ulusal ekonomi politikalarına kadar her şey “tüketicinin güveni” ve “satın alma planları” anketlerine dayanmaktadır. Eğer bu “tüket ya da kaybet” görüşü doğruysa, bireysel olarak ya da toplu halde tüketimimizi kasıtlı olarak azaltmak, kendi kendine zarar veren bir davranış biçimi olacaktır; örneğin, araba kullanımını yarıya indirmemiz, benzin istasyonu çalışanlarının ve bunun yanı sıra araba teknisyenlerinin, otomotiv işçilerinin, tekerlek fabrikası işçilerinin, otomobil sigortası acentelerinin ve araba yatırım uzmanlarının yarısını işlerinden edecektir. Ekonomide dalga dalga yayılan bu işsizliklerin şoku, Büyük Kriz’in bir tekrarı ile sonuçlanabilecek olan, bunların dışındaki diğer iş kayıplarının oluşturduğu bir zincir reaksiyona sebep olabilir.
Görüşleri kabul gören gelişim iktisatçıları da gelişmekte olan ülkeler için aynı şekilde, karabasana benzeyen bir manzara çizmektedirler. Bu iktisatçılar, endüstri ülkelerinin dünya ekonomisinin lokomotifi olduğu görüşünü ciddiyetle dile getirmektedirler. Eğer biz tüketiciler, hazır gıda, araba ve tek kullanımlık ürünleri kullanmaktan vazgeçersek, orta gelirlilerin ve yoksulların ürettiklerinin daha azına ihtiyaç duyacağız. Endüstri ülkelerinin azalan talebi, yoksul memleketleri mahrumiyet içinde yolda bırakacaktır. Ellerindeki her şeyi tüketicilerin kendi hammadde ihracatlarına karşı durmadan artan iştahı üzerine oynayan gelişmekte olan ülkeler, geri dönüşü olmayan bir düşüşe başlayacaklardır. Bu açıdan, tüketici sınıfının hammadde alımını artıramamak, Birleşmiş Milletler‘in en az gelişmiş ülkeler dediği ülkelere, en yoksul 42 ülkeye, karşı işlenmiş bir suç olacaktır; çünkü bu ülkeler dış gelirlerinin % 60’dan fazlasını elde etmek için ürün ihracatına bağımlıdırlar.
“Tüket ya da kaybet” tartışması, bir parça gerçeklik içermektedir. Dünya ekonomisi, gerçekten öncelikle dünyanın varlıklı olan beşte birinin tüketici yaşam tarzını beslemek üzere yapılanmıştır. Yüksek tüketimden düşük tüketime geçmekse, bu yapıyı tamamıyla sarsacaktır. Bunun için çok sayıda işçinin iş değiştirmesi, kıtaların bütünüyle endüstriyel temellerini yeniden yapılandırması ve her ölçekteki girişimin işlemlerini değiştirmesi gerekecektir. Hepsinden daha kötüsü, bu durum, binlerce ailenin ve topluluğun üzücü bir şekilde evsiz kalmasını beraberinde getirecektir.
Ancak, bu tezi savunanlar, alternatifini gözardı etmektedirler; dünyayı yağmalamaya ve zehirlemeye devam etmek, yalnızca bu talihsizlikleri değil, daha beterlerini de gündeme getirecektir. Eğer su kirliliği ve fazla avlanma, balıkçılık alanlarının büyük bölümünü ortadan kaldırırsa, balıkçılar işsiz kalacaktır. Eğer yinelenen kuraklık, mahsullerini ve hayvanlarını öldürürse, çiftçiler tarlalarını terk edeceklerdir. Eğer ormanlar hava kirliliği, asit yağmurları ve değişen iklim kuşakları yüzünden ölürse, ormancılara yapacak pek fazla iş kalmayacaktır. Eğer insanlar kazançlarının büyük bölümünü yetersiz besin kaynaklarına harcamak zorunda kalırlarsa, araba yapımcıları ile ev inşaatı yapanlar pek fazla alıcı bulamayacaklardır. Kısacası, ölmekte olan bir gezegen üzerinde işler iyi gitmeyecektir. Dolayısıyla, tüketimin azalmasıyla bazı işçilerin işlerini kaybedeceği gerçeği, barışın sağlanmasıyla silah endüstrisinde iş kayıplarının olması durumundan farklı bir tartışma konusu değildir.
Eğer tüketici ekonomisini süresiz olarak korumaya çalışırsak, ekolojik kuvvetler onu acımasızca söküp atacaktır. Eğer onu kademeli olarak kendimiz ortadan kaldırmak yolunda ilerlersek, onun yerine devamlı bir düşük tüketim ekonomisi, bir başka deyişle devamlılık ekonomisi, koyma fırsatına sahip olacağız.
Böyle bir geçiş zor olacaktır, ancak herhalde “tüket ya da kaybet” iddiasının ortaya koyduğu kadar değil, çünkü bu düşünce silsilesi üç tartışmalı varsayım üzerine kuruludur. Birincisi, dolar olarak ölçülen ekonomik hizmetlerdeki tüketimin, sabit bir şekilde ekonomideki fiziksel kaynakların tüketimine bağlı olduğunu varsaymaktadır. İkincisi, istihdamın fiziksel kaynakların akışına eşit şekilde bağlı olduğunu varsaymaktadır (“Tüket ya da kaybet” düşünüşü, bu iki varsayım yüzünden mevcut ödenek ve vergi sistemlerinin, kaynak tüketimini istihdam pahasına körükleyen kötü etkilerine karşı kayıtsız kalmaktadır). Üçüncüsü, tarihteki çoğu uygarlıkta gerekenden daha fazla günlük çalışma saati gerektiren bir istihdam modelini -yıl boyu çalışma, haftada 40 saat- varsaymaktadır.
Bir devamlılık ekonomisinde, insanların faydalandığı hizmetlerin para karşılığı değeri az miktarda düşerken doğal kaynakların akışı önemli derecede azalacaktır. Can alıcı ayrım, fiziksel ürünler ile insanların bu ürünleri elde etmek için kullandıkları hizmetler arasındadır. Örneğin, hiç kimse telefon rehberlerini, gazeteleri ya da dergileri bu yayınların kendileri için istemez; bunun yerine onların içerdikleri bilgilere ulaşmak isteriz. Bir devamlılık ekonomisinde bu bilgilere hemen hemen aynı fiyat karşılığında dayanıklı elektronik okuyuculardan ulaşabiliriz. Böylece de aynı metinleri incelememiz, öte yandan da kağıt üretiminin ve buna bağlı kirliliğin büyük bölümünü safdışı bırakmamız mümkün olabilecektir.
Aynı şekilde, insanlar arabaları da bu nedenle istememektedir; onları pek çok tesise ve yere kolayca ulaşabilme olanağına sahip olmak için satın almaktadırlar. İyi şehir planlamacılığı ve toplu taşıma bu ulaşımı eşit ölçülerde sağlayabilir. Barınmadan beslenmeye kadar ekonominin her sektöründe araçlar (fiziksel ürünler) ile sonuçlar (hizmetler) arasındaki bu ayrım, yüksek kaynak tüketimi ile yaşam kalitesi arasındaki bağlantıyı koparacak büyük fırsatları açıkça ortaya koyacaktır.
Aynı sebeple bir devamlılık ekonomisinde yapılan toplam iş miktarı da azalan doğal kaynak akışı ile karşılaştırıldığında daha az düşecektir; çünkü ekolojik zarara neden olan ürünlerin ve tüketim biçimlerinin çoğu, aynı zamanda genellikle en az işi üretmektedir. Aslında yüksek işgücü yoğunluğu ile çevre üzerinde düşük olumsuz etki arasında çarpıcı bir uygunluk vardır. Örneğin, var olan ürünleri onarmak, yenilerini üretmekten daha fazla işgücü ve daha az kaynak kullanmaktadır. Demiryolu sistemleri, karşılaştırılabilecek sayıdaki filolarca arabadan daha fazla insan fakat daha az kaynak kullanmaktadır. Enerji yeterliliğinin artırılması, enerji üretiminin yükseltilmesinden daha fazla insanı istihdam edecektir. Ayrıca geri dönüştürme programları, çöp yakıcılarından ya da toprak doldurma alanlarından daha fazla kişiye iş olanağı yaratmaktadır.”
Tüketici sınıfı, kitabın ikinci kısmında tanımlanan biçimde; tahılla beslenen hayvanlardan elde edilen et ve ambalajlı besin maddeleri yerine yerli besinlerin konulduğu, arabalardan bisiklet ve otobüslere geçilen ve tek kullanımlık ürünlerin yerini dayanıklı ürünlerin aldığı bir yaşam tarzına doğru ilerlerse, yoğun emek harcanan endüstriler bundan büyük yarar sağlayacaktır. Yine, her şey göz önünde bulundurulduğunda, yapılan ve ücreti ödenen iş miktarı azalabilir, çünkü düşük olumsuz etkiye sahip endüstriler, yüksek olumsuz etkiye sahip endüstrilerin küçülme oranından daha büyük bir oranda genişleyebilecektir. Bozulmakta olan iş pazarları ile gereğince başa çıkabilmek için toplumlar, kişi başına düşen çalışma saatlerini kısaltmalıdırlar; neyse ki üçüncü kısmın daha ileriki bölümlerinde açıklandığı gibi, biz tüketicilerin çoğu zaten istediğimizden fazla çalışmaktayız.
İstihdamla ilgili en önemli sorun, düşük tüketime geçişin nasıl sağlanabileceğidir. Hükümetlerin görevi, olumsuz etkileri yüksek olan alanlarda çalışanlara kariyer değiştirebilmeleri için yeterli iş eğitimi sağlamak, bu süreci kolaylaştırmak üzere yeterli işsizlik tazminatı vermek ve azaltılmış ve esnek yeni çalışma saati modellerine öncülük etmek yoluyla ekonomiyi çevresel olarak sürdürebilir hale getirmeye rehberlik etmek olacaktır.
Hükümetler, aynı zamanda çoğu en kötü tüketim türlerini teşvik eden mevcut vergi ve ödenek politikalarını baştan aşağıya yeniden düzenleme görevi ile de karşı karşıyadır. Örneğin, çoğu ülke, uzun bir vergi muafiyetleri ve doğrudan ödenekler listesine sahip otomobil, enerji, madencilik, kereste ve tahılla beslenen çiftlik hayvanları endüstrilerini desteklemektedir. ABD, federal topraklardaki mineralleri fiilen vermekte, ulusal ormanların içine masrafları vergi verenlerin hesabına olmak üzere kereste taşıma yolları inşa etmekte ve ne yapacağını bilmeyen kurak Batı’ya sulama suyu satmaktadır. Fransa nükleer güç kompleksine, Rusya petrol endüstrisine, Birleşik Krallık otomobil sürücülerine, Kanada’nın Quebec eyaleti alüminyum tasfiyehanelerine ve Japonya da yemlik tahıl yetiştiricilerine büyük oranda ödenek sağlamaktadır.
Mali transferlerin ve yanlı politikaların ötesinde hükümetlerin kullandığı, doğayı görmezden gelen ekonomik muhasebe sistemlerinin tam ödenekleri vardır. Dünyanın büyük bölümündeki arazi kullanımı ve malzeme politikaları yenilenebilir kaynaklara hak ettiklerinden az değer vermekte, ekosistemlerin sağladığı doğal hizmetleri ihmal etmekte ve dolayısıyla kamu arazisinden çıkartılan hammaddeleri eksik fiyatlandırmaktadır. Ne kömür ve petrol, üretimlerinin ve bu ürünlerin yakılmasının insan sağlığına ve doğal ekosistemlere verdiği zararı, ne de kağıt hamuru ve kağıt, üretimleri sırasında yok edilen doğal ortamı ve zehirlenen suyu yansıtacak şekilde fiyatlandırılmıştır. Çok sayıda ürün -zehirli kimyasal maddelerden aşırı ambalaja kadar- dünyaya fiyat etiketlerinde görülenden daha fazlasına mal olmaktadır; doğrudan yasaklamalar ya da katı yönetmelikler faydasız olduğu zaman bu ürünler uygun şekilde vergilendirilmelidir.
Eğer ürünlerin fiyatları, toplam çevresel bedellerine daha yakın bir değeri gösterirse, ödenekler ve vergilerde yapılacak kapsamlı düzeltmeler aracılığıyla pazar, tüketicilerin daha düşük kaynaklı tüketime doğru yönlendirilmesine yardımcı olabilecektir. Örneğin tek kullanımlık ürünler ile ambalaj malzemelerinin fiyatları, dayanıklı, daha az ambalajlanmış ürünlere göre artacak, yerli ve işlenmemiş besinlerin fiyatları ise, uzaktan nakledilen hazır ürünlere göre düşecektir. Eğer yasa koyucular vergi yükünü işgücünden kaynaklara doğru kaydırırlarsa, şirketler, çevre vergileri yükseldikçe kaynak kullanımını hızla kesmeye başlayacak ve gelir vergileri düştükçe de daha fazla insan çalıştıracaklardır.
Daha şimdiden pek çok ülkedeki çevreci ve vergi ödeyen grup, kötü ödenekleri ve vergi sığınaklarını reform hedefi olarak seçmektedir. Fakat genellikle kararlılıkla süre gelen durumu savunan milyar-dolarlık endüstrilerin siyasi erki tarafından alt edilip, büyük savaşları kaybetmektedirler. Örneğin, 1992 başında Avrupa’da enerji alanında söz sahibi olan grup, Avrupa Topluluğu’nda karbon yayımlarının vergilendirilmesine ilişkin bir teklife karşı başarılı bir savaş sürdürmekteydi. Kaybedilen her mücadele, tüketici sınıfının daha fazla üyesini ekolojik gerçeği anlatmaya çalışan fiyatları desteklemek konusunda harekete geçirmenin güçlüğünü ve aciliyetini göstermektedir.
“Tüket ya da kaybet” tezinin, yoksulların biz tüketicilerin daha az şeyle yaşaması ile geçinemeyeceği iddiası da aynı derecede tartışmaya açıktır. Pek çok gelişmekte olan ülke bölgenin dünya ekonomisine hammadde sağlayarak katılmış olmasına rağmen, bu durum onları, liderlerinin yıllardır kötülediği bağımsız bir statüye yerleştirmektedir. Dahası, şimdiye kadar, büyüyen tüketici ekonomisinin azalan etkileri yoksullar için hayal kırıklığına uğratıcı bir ekonomik uyarım kaynağı olmuştur. Aslında bugüne kadar elde edilen en dikkate değer sonuç, her ulusta tüketici bölgeleri yaratmak olmuştur.
Bu seçkinler, dünyanın güneyinden kuzeyine kadar her yerde doğal kaynakların ihracından çok fazla yararlanmaktadır. Ancak yoksullar, harap edilmiş memleketlerden öte bir şey elde etmemektedirler. Sayısız uzmanın da onayladığı gibi, yoksulluğun sona erdirilmesi en başta özellikle bu amaç için tasarlanmış ulusal program ve politikalara bağlıdır. Temel sağlık, eğitim ve aile planlaması için düzenlenen kararlı ulusal kampanyalara, kırsal kesimlerde gerçekleştirilecek yoğun olarak emeğe dayalı geniş tabanlı kalkınma projelerine, toplum örgütlerini harekete geçirme çabalarına ve uyumlu yerel ve ulusal idarelerin var olmasına bağlıdır. Tüm bunları temini tüketici sınıfına ihraç edilmek üzere yükte ağır, pahada hafif ürünlerin üretimine değil, yeniliği teşvik eden, başarıyı ödüllendiren ve pazarların yeterli şekilde çalışmasına olanak veren ekonomi politikalarına bağlıdır.
Dünyanın orta gelirli ve yoksul insanlarına tüketici sınıfının artan tüketiminden daha yararlı olacak olan şey, ürün fiyatlarının üretimin ekolojik bedellerini daha fazla yansıtmasını sağlamak üzere hazırlanmış dünya çapında ticaret kuralları olacaktır. örneğin, eğer Malezya, Şili ve Kamboçya, Japon alıcıları eski ormanların kesilmesiyle bağlantılı olan ekolojik hasardan sorumlu tutabilecek konumda olsalardı, hem daha az ağaç kesip, hem de ihtiyaçları olan dövizi kazanabilirlerdi.
Dünyanın kaynak çıkartan bölgeleri de, aynen endüstri dünyasının yüksek olumsuz etkileri olan sektörleri gibi, tüketim toplumunu destekleme yaklaşımından uzaklaşırken zorlu bir deneyle karşılaşacaklardır. Kuzey’in bu olumsuz etkileri yüksek olan endüstrilerinin kritik durumdaki işçileri gibi halkları da bunu atlatmak için bir yardım eline ihtiyaç duyacaktır. Biz tüketiciler onlara mali ve teknik kaynaklarla ve onların halk projeleri ve mücadelelerine destek vermek yoluyla yardım edebiliriz. Ancak sonuçta, yaşamlarını kazanmaları şu anda tüketici sınıfının tüketimiyle bağlantılı olan yoksul ve orta gelirli aileler kendi kaderlerini kendileri çizmek zorundadırlar.
Ödenek ve vergilerde reform yapılması ile kalkınmanın yoksulluğu sona erdirmek üzere yeniden düzenlenmesi, devamlılık ekonomisine doğru atılmış önemli adımlar olacaktır. Üçüncü bir can alıcı reform ise, biz tüketicilerin kendimizi bütün zamanımızı alan işin sınırlamalarından kurtarmamızdır. Giderek daha çoğumuz “Yeterince eşyamız var. İhtiyacımız olan daha fazla zaman.” diyen Amerikalı endüstri tasarımcısı William Stumpf ile aynı fikri paylaşıyoruz.
Hem tatminkar iş, hem de yeterli boş zaman, insanın tatminini sağlayan anahtar belirleyiciler olmalarına rağmen, tüketim toplumunda daha fazla iş anlayışının ağır bastığı bir denge söz konusudur. Endüstri toplumlarındaki çalışma saatleri şimdi, Endüstri Devrimi sırasında aldığı en yüksek değerlerinin çok altında olmalarına rağmen, tarihi standartların yanında yüksek kalmaktadır. özellikle Japonlar ve Amerikalılar çok fazla çalışmışlardır. Avrupalılar 1950’den bu yana daha fazla boş zamana karşılık olarak ücret artışlarının bir kısmından vazgeçmek için pazarlık yapmaktadırlar, fakat Amerikalılar ve Japonlar bunu yapmamışlardır.
Almanya ve Fransa’daki haftalık çalışma saatleri 1950’de önce 44 ve sonra 38 saatken 1989’da 31 saate düşmüştür ve bu düşüşün büyük bölümü dörtten sekiz haftaya kadar uzanan yıllık izinleri yansıtmaktadır. Japonya’da haftalık çalışma saatleri 44’ten 41’e düşmüştür. Öte yandan ABD’de haftalık çalışma süresi 1950’den 1970’e kadar biraz kısalmış, fakat o zamandan bu yana da hızla artmıştır. Amerikalılar ortalama olarak haftada 38 saat çalışmaktadırlar ve 1970’den bu yana programlarına tam bir aya bedel iş eklemişlerdir.
Harvard üniversitesi iktisatçısı Juliet schor The Overworked American (Aşırı çalışan Amerikalı) adlı çalışmasında şöyle yazmaktadır “1948’den bu yana ABD işçisinin verimlilik düzeyi iki katından fazlasına yükseldi. Başka bir deyişle, artık 1948’deki yaşam standardımızı yarısından daha az zamanda üretebiliyoruz. Verimliliğin her artışında ya daha fazla boş zaman, ya da daha fazla para imkanı bize sunuluyor. Biz dört saatlik gününü ya da altı aylık bir çalışma yılını ücretli olarak seçebilirdik. Hatta ABD’deki her işçi şu anda bir yıl çalışıp, bir yıldan sonra ücretli olarak izin alabilirdi.” Bunun yerine Amerikalılar aynı saatler boyunca çalışmakta ve iki kat fazla para kazanmaktadırlar.
Bu seçimin Amerikalı çalışanların isteğini yansıtıp yansıtmadığını kontrol etmek üzere schor, işçi pazarı ekonomisinin gizli alanını araştırmış ve düzinelerce çalışmayı inceledikten sonra bu isteği yansıtmadığı sonucuna varmıştır. Tüketim toplumunun tüm merkezi bölgelerinde çalışanlar, kamuoyu araştırmalarında ya da toplu pazarlıklardaki tutumlarında, daha fazla boş zamana duydukları güçlü isteği ve buna karşılık ücret artışlarından vazgeçmeye gönüllü olduklarını ifade etmektedirler. Aynı zamanda, böyle bir seçeneklerinin olmadığını da bildirmektedirler. Bir işe girebilir ya da işten ayrılabilirler, fakat bunu günde daha az saat çalışmak için yapamazlar. Bundan başka, yarı zamanlı çalışma genellikle daha az beceri gerektirmektedir, daha az ilginçtir ve karşılığında daha az ücret alınır, çünkü emeklilik ve sigorta gibi yan getirileri yoktur. Bu yüzden çoğumuz iyi tam zamanlı işler ya da kötü yarı zamanlı işler arasında seçim yapmak durumunda kalmaktayız.
Çağdaş kiniklerin, daha kısa çalışma saatlerinin yalnızca televizyon izleyerek geçirilen daha fazla vakit yaratacağı anlamına geldiğini öngörmelerine rağmen, bunun tam tersine inanmak için pek çok sebep vardır. Birçok kişi için televizyon izlemek, yaratıcı enerjileri düşük olduğunda, daha çok hoşa giden bir şey yapamayacak kadar yorgun olduklarında yaptıkları bir şeydir. Avrupalılar, Amerikalılardan hem daha az çalışmakta, hem de daha az televizyon izlemektedirler; Japonlar ise, hem daha fazla çalışmakta, hem de daha fazla televizyon izlemektedirler. Daha önceki bir dönemde kinikler ve çalışanlar boş zamanlarını içki içerek ve kumar oynayarak harcamaktaydılar; fakat W.K. Kellogg şirketi, ABD’deki Büyük Kriz sırasında işgününü sekiz saatten altı saate indirdiğinde, toplumsal girişimler çoğalmıştır. Bu dönemle ilgili olarak çağdaş gözlemci Henry Goddard Leach şunları fark etmiştir “Bahçecilik artıyor ve toplum güzelleşiyordu… Atletik sporlar ile hobiler giderek daha çok rağbet görüyordu… Kütüphanelerin iyi müşterisi vardı… ve bu talihli işçilerin zihinsel altyapıları… zenginleşiyordu.”
Amerikalıların yüksek verimliliğin tadını çıkartmaya başlamasını sağlamakta ilk adım olarak Schor, ücretliler için zorunlu fazla mesai uygulamasına ve şirketlerin maaşlı personel üyeleri için belirtilen çalışma saatlerine sıkı sıkıya bağlı olma şartlarına yasal kısıtlamalar getirilmesini ve çalışanlara fazladan çalıştıkları tüm saatlerin telafi edilmesi için eşit miktarda ücretli izin verilmesini istemektedir. Ayrıca yarı zamanlı işin uygun hale getirilebilmesi için çalışanların çalışma saatlerine göre düzenlenmiş getirilerden yararlanmayı sağlamayı önermektedir. Son olarak da Schor, zamanla para arasındaki seçimi açıklığa kavuşturan iş yasaları yapılmasını tavsiye etmektedir.
Daha fazla para yerine daha fazla zaman için yapılan baskı, aile ve sağlıkla ilgili nedenlerle izin alma hakkı için yaklaşık 240 tane ABD işçi, kadın ve çocuk örgütünün kampanyaları gibi pek çok olayda açıkça görülmektedir. Kadınlar Yasal savunma Fonu’nun başkanlığındaki koalisyon 1991’de her iki Kongre binası aracılığıyla, daha sonra Başkan Bush tarafından veto edilen bir dilekçe göndermişlerdir. Benzer şekilde, ulusal Hizmet çalışanları gibi sendikalar yirmi yıl boyunca idarecileri çalışanların para yerine boş zaman istediklerinde çalışma saatlerini bir dereceye kadar kısabilmelerini sağlayacak gönüllü çalışma zamanını indirme programlarını uygulamaya sokmaları için sıkıştırmışlardır. Bu grup, yetmişlerde böyle bir programı Kaliforniya eyaletindeki hükümet çalışanları için geçici olarak kazanmış ve daha sonra bunu New York eyaletindeki hükümet çalışanları için daimi olarak başarmıştır.
Kaliforniya’da kurulan ve kar amacı gütmeyen Yeni çalışma Yolları kuruluşunun müdürü Barney Olmsted’e göre, daha yakın zamanlarda özellikle kariyer ile aile yaşamı arasındaki “çift gün” yüzünden zorlanan kadınlar arasında var olan iş bölümü gibi esnek çalışma düzenlemelerine yönelik ilgi artmıştır. Bugün Eastman Kodak, çalışanlarının kariyerleri içinde yarı zamanlı çalışma dönemleri planlamalarına izin veren belli başlı birkaç kuruluştan birisidir. Ancak, ne yazık ki bugüne dek esnek ya da azaltılmış iş saatleri istemek konusunda Amerikalı erkekler kadınlara katılmamıştır; çünkü Olmsted’in dediğine göre toplum, “tam zamanlı çalışmak istemeyen erkeklere kötü bir yafta yapıştırmakta”dır. Öte yandan, karoshi (fazla çalışmanın yol açtığı ölüm) yüzünden yılda yaklaşık 10 bin kişinin öldüğü Japonya’da genç çalışanlar iş arkadaşlarına belirlenmiş olan işgününün sonunda işyerini terk etmek konusunda baskı yaparak fazla mesaiye karşı yakın zamanlarda tenkitçi bir tavır sergilemeye başlamışlardır. Japon hükümeti önümüzdeki yüzyılın başlarında ülkeyi altı günlük çalışma haftasından beş günlük çalışma haftasına geçirmeyi planlamaktadır. Avrupa’da da sendikalar daha fazla izin için baskı yapmaya devam etmektedirler.
Yine de, fazla tüketim yerine boş zaman seçiminin ne kadar güçlü olduğunu kimse bilemez. Kuramsal olarak, eğer herkes fazla para yerine boş zamanı ısrarla tercih ederse, işgücü verimliliğindeki normal kazanımlar tüketici sınıfının çalışma saatlerini 2020 yılına kadar yarı yarıya azaltacaktır; bu da bize kişisel gelişme ile aile ve toplum etkinlikleri için bol bol zaman verecektir.
Dünya ekonomisi halen 1,1 milyar kişiye çok fazla eşyanın ama çok az zamanın olduğu tüketici yaşam tarzını sağlamak üzere düzenlenmektedir. Bu ekonomiyi yeniden yapılandırma beklentisi göz korkutucudur, fakat tüketimin çalışanları istihdam etmek ve mahrumiyetle mücadele etmek için vazgeçilmez olduğunu öne süren “tüket ya da kaybet” tezi dayanaksızdır. Yüksek tüketim ne tam istihdamın, ne de yoksulluğu sona erdirmenin bir önkoşuludur ve pek çok tüketici, pazarlıktan daha fazla boş zaman elde ederek çıktıkları takdirde “yeter artık” demeye hazır görünmektedir.

Ne Kadarı Yeterli?
Tüketim Toplumu ve Dünyanın Geleceği Alan Durning
Alan Durning
Çeviri: Sinem Çağlayan
ISBN: 9754031045
2. Baskı, Temmuz 1998
Tübitak
Tema

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir