UYGARLIĞIN “GLOBAL” NİTELİK ALMAYA BAŞLAMASI (MÖ 500-MS 1500)

Globalleşme, kısaca, “çeşitli insan topluluklarının global bir sistem içine alınması süreci” olarak tanımlanabilir. “Sistem”, parçaları arasında düzenli ilişkiler olan bir bütünse, çeşitli uygarlıklar arasında düzenli ve sürekli bir alışverişin, etkileşimin bulunması, bir dereceye kadar bugünkü dünyanın temel özelliğidir ve yarın büyük ölçüde böyle olacaktır.

Bilinen tarih boyunca, insan topluluklarının coğrafi kapsamlarının genişlemesine doğru bir eğilim görülmektedir. Bu eğilim, toplumsal örgütlenmenin genişleyen çerçevesini gösterir. 6000 yıl önce Mezopotamya’nın kent-devletleri arasında “büyük” bir toplum oluştuğu zaman, bu bölgenin çapı en çok 1000 km iken, 2000 yıl önce Roma İmparatorluğu Akdeniz çevresinde başat güç olduğu zaman, 3200 km.’lik bir alana yayılmıştı.

Uygarlık alanının genişlemesi, bu dönemde Çin ve Hint dünyalarında da görülmektedir. Bu süre içinde Mezopotamya, Anadolu ve Mısır kültürü Grek dünyasına, Helen kültürü Hindistan’a kadar uzanmış, Çin’de Hun İmparatorluğu Hindistan’la temasa geçmeye başlamıştı.

Ne var ki, bu karşılıklı etkileşim uzun bir süre aralıklı ve dolaylı olmuş, bugünkü ve gerçek anlamda “global” bir nitelik kazanamamıştır.

1. Grek Uygarlığı ve Helenizmin Genişlemesi
(MÖ 500-MS 500)

a. İyonya’da Modern Bilimin Temelleri

MÖ 6. yüzyılda Batı Anadolu sahillerindeki İyonya bölgesinde (kuzeyde İzmir ile güneyde Didim arasındaki kıyı şeridi ve kıyıya yakın adalar) yeni bir kavram, insanoğlunun en önemli düşüncelerinden biri doğdu: Evrenin bilinebileceği, çünkü bir iç düzene sahip olduğu, tümüyle başına buyruk ve tahmin edilemez olmadığı ve onun bile uyacağı kuralların varlığı. Ama, modern anlamıyla bilim, neden önce İyonya’da doğdu?

İyonya’nın birçok avantajı vardı. Her şeyden önce, adalar ve küçük körfezler ülkesiydi. Dış dünyadan tam olmayan bir tecrit çeşitlilik yaratır. Böylece, farklı ada ve körfezlerde, farklı siyasal sistemler oluştu. Tek bir güç merkezi, bölgenin tümünde toplumsal ve entelektüel bir tekdüzelik sağlayamamış, böylece özgür düşünce ve serbest araştırma mümkün olmuştur. Ayrıca, İyonya değişik uygarlık çevrelerinin kesişme noktasındaydı. Burada, Ortadoğu’nun Fenike alfabesi Grek diline uygulanmış, okuma-yazma yaygınlaşmış ve din adamlarının tekelinden kurtarılmıştı. Üstelik, siyasal güç tüccarların eline geçmiş ve onlar da zenginliklerinin dayanağı olan teknolojiyi etkin bir biçimde geliştirmeye çalışmışlardır. Bu da, bilimle uğraşanların desteklenmesine yol açmıştır. Bütün bunların sonucu olarak, Doğu Akdeniz’de, başta Mısır ve Mezopotamya olmak üzere, Asya, Afrika ve Avrupa uygarlıkları kaynaşmış ve bilime dayalı uygarlığın bereketli tohumu atılmıştır.

Gölgelerinden piramitlerin yüksekliğini hesaplayan Thales, ilk deneyi yapan ve yıl ile mevsimlerin uzunluğunu hesaplayan Anaksimandres, kilit ve anahtarı bulan Teodorus, tıp mesleğini kuran Hipokrat, atom sözcüğünü bugünküne yakın biçimiyle ilk kullanan Demokritus, bilimsel anlamda ilk astronom olan Anaksagoras ve dünyanın yuvarlak olduğunu ilk söyleyen Pisagor İyonyalıydılar. Gerçekten MÖ 6. yüzyıl dönemin bilinen dünyasında entelektüel ve manevi büyük bir uyanış çağıdır. Bu yüzyıl yalnız İyonyalı bilim adamlarının değil, aynı zamanda Afrika kıtasının denizden çepeçevre dolaşımını sağlamış bulunan Mısır Firavunu Necho’nun, İran’da din adamı Zerdüşt’ün, Hindistan’da Buddha’nın ve Çin’de Konfüçyüs ile Lao-Çe’nin de dönemidir.

Bu faaliyetlerin birbirinden tümüyle ayrı ve bağlantısız oldukları düşünülemez. Dolayısıyla, MÖ 5000’de Mezopotamya’da yerel nitelikte başlayan uygarlığın, MÖ 500’lere gelindiğinde, giderek global bir nitelik almaya başladığı ve merkezden çevreye doğru genişlediği görülüyor.

b. Grek Uygarlığı

MÖ 5. ve 4. yüzyıllarda İyonya üstünlüğünü Grek yarımadasına kaptırır. MÖ 12. yüzyılda Grek yarımadasına gelen davar güdücü Dorlar, eski Girit ve Miken uygarlığına karışıp Grek adı verilen uygarlığı oluşturdular. İlk Grekler, İlyada’dan anladığımız kadarıyla, ne basit göçebe ne de uygar insanlardı. Klasik Grek uygarlığı, en az onlar kadar üstün bir uygarlık yaratmış bulunan bir “eski”nin üstüne kuruldu. Kısaca, Grekler kendilerine özgü bir uygarlık kurmak yerine, bir uygarlığı yıkıp, onun külleri üzerinde ve ona büyük ölçüde bağlı bir başka uygarlık yarattılar.

MÖ 5. ve 4. yüzyıllara gelindiğinde, eski Mezopotamya uygarlığının kurulduğu topraklarda, tarımla uğraşan, edilgen, siyasete karşı kayıtsız ve yönetici aristokrasi tarafından ezilen köylülerin bulunduğu toplumsal ve siyasal bir düzen egemen olurken, Grek yarımadasının kent-devletlerinde ilk demokratik yönetimlerin kurulduğu görülüyor. Burada kırsal nüfus etkin ve yoğun bir biçimde devlet sorunlarıyla uğraşmakta ve siyasal bir canlılık hüküm sürmekteydi. Bunu iki ana nedene bağlamak mümkündür.

Greklerin askerlik alanında, sık saflarda yürüyen mızrak ve kalkanlı askerler alayını (Phalanx)4 yaratmaları, önemli siyasal ve toplumsal gelişmeleri de beraberinde getirdi. Saflardaki askerler arasında toplumsal statü ve zenginlik farklılıkları ortadan kalkmış, bunların yerine güç, cesaret ve disiplin önem kazanmıştı. Bu da, doğal olarak, kentin askerleri arasında dayanışma duygusunu artırmış ve eşitlik anlayışına yol açmıştır. İyi bir kent yurttaşının ölçütü, kendini geçindirecek büyüklükte bir toprak parçasına sahip, gerektiğinde kendisini mızrak ve kalkanla silahlandırıp savaş alanında yurttaşlık görevini yapacak bağımsız çiftçinin alçakgönüllü yaşamı haline gelmiştir. Böylece, canlı bir eşitlik ruhu ve toplumsal dayanışma duygusu, Grek kent-devletlerini, dönemin öteki uygarlıklarından ayırıcı nitelikler olmuştur.

İkinci olarak, Grek yarımadası ve Batı Anadolu’da tahıl üretimi önemli yerini korumakla birlikte, zeytinyağı ve şarap gibi iki değerli ve kolayca taşınabilir maddenin de üretilmesi, tarımın ticari bir temele oturmasını sağlamış ve çevre kavimlerle canlı bir ticaret başlamıştır. Dolayısıyla, ticari tarıma geçiş, Atina, Milet, Sparta ve Efes gibi kent-devletlere büyük avantajlar sağlayarak, demokrasi eğilimini güçlendirmiştir. Canlı ticaretin doğurduğu zenginlik, ilkel biçimiyle de olsa, demokrasinin ortaya çıkması ve bir önceki yüzyılın İyonya uygarlığı, Grek yarımadasında Perikles, Sokrat, Aristo, Plato, Tukidides ve Batı Anadolu’da Herodot gibi düşünür ve tarihçilerin yetişmesi için uygun bir ortam hazırlamıştır.

Ancak, Grek uygarlığının bu klasik döneminde toplumda hiçbir hakka sahip olmayan tutsakların bulunması, Grek demokrasisini bugünkü demokrasi anlayışından ayıran önemli bir özelliktir. Bu ve Greklerin kent-devletin ötesinde daha geniş bir siyasal örgütlenme ufkuna sahip olmamaları, klasik Grek uygarlığının ve düşüncesinin iki önemli engelini oluşturur. Greklere bu geniş ufku Makedonyalı İskender sağlayacaktır.

c. Makedonya ve Helenistik Dönem

Zamanla Grek uygarlığının siyasal ve toplumsal yapısı, giderek artan bir biçimde, daha eski Ortadoğu uygarlığının kalıpları içinde erimeye başladı. Bu süreç içinde Grek kültürünün ayırt edici özellikleri canlılığını yitirmiş ve Doğu’nun düşünce ve davranışlarını içererek genişlemiştir. Bu döneme “Helenistik Dönem” adı veriliyor. 4. yüzyılın ortalarından başlayarak, klasik Grek’in savaş taktik ve stratejilerini geliştiren Makedonyalı İskender, Grek kültürünü genişletmiştir.

MÖ 4. yüzyılda doğuda güçlenen ve Anadolu’ya doğru ilerleyip kent-devletleri tehdit etmeye başlayan Persler’e karşı Grek kent-devletleri gereken siyasal ve askeri birliği kuramayınca, bunu Makedonya Kralı Philip’in emperyalist gücü sağladı. Oğlu Büyük İskender ise, Ortadoğu’nun kaynaklarını önüne sererek Grek dünyasında büyük bir dönüşüme yol açtı. MÖ 334’te Çanakkale Boğazı’nı geçerek Asya’ya girdi. Anadolu’yu geçip Suriye ve Mısır’ı işgal etti. Sonra İran’a, Hindikuş dağlarını aşıp Buhara, Taşkent ve Keşmir’e kadar yayıldı. Bu askeri kampanyalarla Grek dünyasının ufkunu genişletti. Grekler, artık yerel bir topluluk olan kent-devletin (polis’in) değil, gittikçe genişleyen “Helen” dünyasının, bir bakıma geniş bir “kozmopolis”in üyesi olduklarının bilincine vardılar. Öte yandan, aynı İskender, özgür ve bağımsız olan ve giderek olgunlaşan Grek bölgesini yıkmış, bunun yerine geniş ve merkeziyetçi bir imparatorluk kurmuştur. Kısa bir süre içinde dağılmasına rağmen, kurduğu imparatorluk, globalleşmeye başlayan yeryüzünün ilk habercisidir.

ç. Roma İmparatorluğu

MÖ 5. ve 4. yüzyıllarda tarihin ana teması olan Helenizmin askeri, siyasal ve toplumsal genişlemesi, MÖ 200’leri izleyerek hızını yitirmeye başladı. MÖ 200 ile 146 arasında yeni bir imparatorluk gücü, yani Roma, kolaylıkla Grek yarımadası ve Makedonya’ya kadar denetimini genişletti. Roma İmparatorluğu, öteki tüm imparatorlukların aksine, büyük bir fatihin yarattığı bir imparatorluk değildi. O, küçük bir Cumhuriyet tarafından kuruldu.

Roma, bir köyler öbeğiyken, MÖ 6. yüzyılda büyüyerek, bildiğimiz anlamda bir kent-devlet oldu. MÖ 500’lerde 850 km2’lik bir alana sahip olan Roma, MÖ 260’ta 130.000, km2’lik bir bölgede etkin denetim kurdu. Nüfusu da 25.000 iken üç milyonu bulmuştu. Kartaca ile yaptığı savaşlardan sonra (MÖ 260-201) Kuzey Afrika’yı, daha sonra Makedonya, Grek yarımadası, Batı Anadolu ve Suriye’yi ele geçirdi. MÖ 130’a gelindiğinde, bugünkü Fransa ve İberik yarımadası dahil Akdeniz’e kıyısı olan tüm toprak şeridi üzerinde egemenlik kurdu. MÖ 90-89 yıllarında bütün yarımada halklarına Roma yurttaşlığı hakkının tanınmasıyla, İtalya siyasal açıdan birleşti.

Roma’nın tarihteki önemi şudur: Tarihte Roma’ya kadar hiçbir cumhuriyet bir kent-devletin küçük coğrafi sınırlarının ötesine taşamamıştı. Atina “İmparatorluğu” bile, müttefiklerini yöneten bir kent-devletti. Roma’da ise MS 212 yılında imparatorluk içindeki tüm özgür insanlar Roma yurttaşı olma hakkını kazanmışlardı. Roma, insanlık tarihinde ilk büyük cumhuriyet olup, Batılı anlamda “modern devlet”in öncüsü sayılabilir.

Ne var ki, Roma’nın Akdeniz’in her yanında artan gücü, iç ve dış gerilimlerin doğmasına da yol açtı. Zamanla, cumhuriyet anayasası, Sulla, Pompey ve Sezar gibi bir dizi askeri diktatör tarafından kaldırıldı. İmparatorluk, MS 331’de Batı ve Doğu olmak üzere ikiye bölündü ve Roma MS 5. yüzyılda Vizigotlar ve Vandallar gibi barbar istilacılarca yağma edilerek, 493’te yarımadada bir Ostrogot krallığı kuruldu. Doğuda, Doğu Roma İmparatorluğu (Bizans) Türklerin 1453’te İstanbul’u almalarına kadar ayakta kaldıysa da, Bizans Roma’nın gerçek bir devamı olmayıp, İskender’in Helen İmparatorluğu’nun bozuk bir kopyası olarak değerlendirilebilir.

Roma’nın yıkılışı, devletin birliğini sürdürememe nedeniyle açıklanabilir. Roma’nın güçlü olduğu dönemlerde yurttaşlar arasında adalet, yasalara bağlılık ve yasaların üstünlüğü geleneği vardı. Emperyalist genişlemenin yarattığı bozukluk, artan zenginlik ihtirasları ve seçim sisteminin bozulması, bu birleştirici geleneği yok etti. Roma’nın yurttaşlık bağları, dinsel olmaktan çok ahlaki bağlardı; yüce ve birleştirici bir dinsel önderlik yoktu. Bir kere yurttaşlık düşüncesi zayıflayınca, sistemin iç ve bir bakıma gerçek kimlik ve birliği kalmadı. Kısaca, Roma İmparatorluk sistemi temelde zayıf bir siyasal yapıya sahipti. Roma, en güçlü dönemlerinde bile, “dünya barışı”nı koruyan bürokratik bir yönetim olarak nitelendirilebilir. Değişen koşullara ayak uyduramadı ve görevini yapamaz duruma düştü. Roma’da özgür ve özgün düşünce kök salamadı, zenginliğe değer verilip, bilim aşağılanmıştı. Büyük ama bilgisiz ve yaratıcılıktan yoksun imparatorluk, ileriyi görüp değişen koşullara uyum gösteremedi.

Helenizmin genişlemesi konusunda buraya kadar anlatılanlardan, MS 3. yüzyıldan başlayarak bugüne kadar dünyayı etkileyecek olan üç önemli yapısal düşüncenin biçimlenmiş olduğu görülmektedir: (i) Mezopotamya, Mısır, Hint ve Çin uygarlıklarının katkılarıyla İyonya’da doğan bilimsel düşünce, (ii) Makedonya ve daha sonra Roma’da ortaya çıkan “dünya politikası” kavramı, kısaca uygarlığın global bir nitelik almaya başlaması ve (iii) evrensel tanrı anlayışı.

d. Hıristiyanlık

Dar anlamda Hıristiyanlık, MS 27-30 yılları arasında Filistin’deki Nazareth kentinde İsa’nın vaaz vermesi ve ölmesiyle başlamışsa da, öğretisi bölgede uzun süreden beri var olan Musevilik’in değişik koşullar altında bir bakıma tekrarı, bir bakıma da geliştirilmiş biçimi sayılabilir.

Yahudi dini hem tektanrılı dinsel bir genişlik, hem de dar ve katı bir ırkçılığın ilginç bir karışımıydı. İsa’nın yaşadığı döneme gelindiğinde, Yahudiler, tüm insanları doğru yola çekecek ve onları “Tanrı’nın seçtiği halk” olan Yahudilerin iyilikçi ama sıkı denetimi altına sokacak olan bir kurtarıcı ya da “Mesih” bekliyorlardı. MÖ 63 yılında dolaylı bir biçimde Roma’nın baskıcı ve bozuk yönetimine giren Yahudiler ve bölgenin çoktanrılı dinlerine inanan yoksul ve ezilmiş toplulukları, Tanrı’nın ya da tanrıların sürdürülen haksızlıklara daha uzun süre izin vermeyeceğine ve yeni bir kurtarıcı göndereceğine şimdi daha çok inanmaya başlamışlardı. İşte, İsa böyle bir kurtarıcı olarak ortaya çıktı ve öğretisi gerek Yahudiler, gerekse yoksul ve umutsuz halk arasında hızla yayıldı.

Yeni öğreti birçok bakımdan Yahudi inançlarına dayanmaktaydı: Başka inançlara karşı hoşgörüsüzlük, birbirine sıkı bağlarla bağlı bir cemaat, dış dünyanın temelde yabancı ve kötü olduğu inanışı, inananlar arasında dayanışma ve geleceğe umutla bağlanma gibi. Ama, bazı önemli noktalarda iki inanç arasında farklılıklar da vardır. Bir kere, Museviliğin aksine, İsa’nın öğretisine Tanrı’nın insanlar arasında ayırdığı “seçilmiş bir halk” yoktu; tüm insanların kardeş olduğu vurgulanmaktaydı. İkinci olarak, Yahudiler aşırı derecede aile bağlılıkları olan kişilerdi. İsa’ya göreyse, “Tanrı sevgisinin büyük seli karşısında dar ve sınırlı aile bağlarının yeri olamazdı”. Üçüncü olarak, İsa’nın öğretisi tüm özel zenginlik ve kişisel avantajlara karşıydı. Tüm insanlar, maddi ve manevi varlıklarıyla birlikte, Tanrı’nın katına aittiler.

Daha önce Hindistan’da Budizm ve Hinduizmin, şimdi de Filistin’de Hıristiyanlığın yayılması, insanoğlunun tarihinde önemli değişiklikleri başlatmıştır. Her şeyden önce, üç inanışta da var olan, bu dünyanın başka bir dünya için kısa bir başlangıç olduğu anlayışı,5 insanların her türlü güçlüğe ve felakete karşı göğüs gerebilmelerini mümkün kılmıştır. Hıristiyanlığın yayılıp güçlenmesini, büyük emperyalist devletlerin yıkılması sağlamıştır denebilir. Hiç olmazsa saf biçimiyle ilk ortaya çıktığı zaman yoksulun ve baskı altında inleyenlerin acılarını dindirdiği için, böyle zor zamanların inanışı olmuştur.

İkinci olarak, üç inanış da, şimdi gelişmekte ve genişlemekte olan kentlerde egemen olan kişisellikten uzak resmi ilişkiler bütününe ve insanların birbirlerine karşı duyarsızlığına çok uygun bir yanıt niteliğindeydi. Her an bir yabancı ile karşılaşılan, yoksul ve varsılların aynı yerde ama ayrı kültürel dünyalarda yaşadığı, günlük yaşamın önceden tahmin edilemeyecek değişiklikler gösterdiği büyük kentlerde, iç huzuru artık doğa ve devlet dinleriyle sağlanamıyordu. Dolayısıyla, Hıristiyanlık, Hinduizm ve Budizm, kent uygarlığındaki güç ve yeni yaşam biçimine başarılı bir şekilde uymuşlardır.

Üçüncü olarak, bu üç tektanrılı ve hiçbir coğrafi, kültürel ve siyasal sınır tanımayan kapsamlı din ve özellikle Hıristiyanlık ve daha sonra ortaya çıkacak olan Müslümanlık, uygarlığın global bir nitelik almaya başladığı dönemde gelişerek, bu sürecin hızlanmasında yardımcı olacaklardır.

Son olarak, Hıristiyanlığın başlangıç dönemi, bir yanda Nazarethli İsa’nın gerçek öğretisi ile öte yanda kendisini izleyen ve öğretisini yaymak isteyen ama onun kadar yetenekli olmayanların yanlış anlamaları ve abartmaları arasındaki mücadelenin öyküsüdür. Ancak, Roma İmparatorluğu’nun ekonomik koşulları bozuldukça özellikle kentlerde Hıristiyan dinini kabul edenler hızla çoğaldı. Özellikle 4. yüzyılın başlarında İmparator Konstantin yeni dini kabul edince Hıristiyanlar, bir kurum olarak Hıristiyanlık ve onun başına geçecek olan “Papa”, hesaba katılması gereken güç oldular. Bundan sonra, dünyevi monarklarla ruhani Papalık, yani Kilise ile devlet arasında yetki mücadelesi başlayacaktır. Bununla birlikte, Roma barbar istilaları karşısında çökünce, geniş mülkleri ve yaygın etkisiyle klasik geleneği koruyan ve Avrupa’yı olduğu kadar Hıristiyanlığı da yeni bir çağa götüren, Kilise oldu.

2. İslam Dünyasının Üstünlüğü
(MS 600-1000)

a. Doğuşu ve Niteliği

Uygarlığın global bir nitelik almaya başlamasında, Helenizm’in genişlemesinden sonraki ikinci aşama, MS 600 ile 1000 yılları arasında İslam dünyasının üstünlüğü ele geçirmesidir. İslamiyet’in doğuşu, Avrupa, Ortadoğu, Hindistan ve Çin uygarlıkları arasındaki dört merkezli kültürel “dengeyi” tam anlamıyla bozmamışsa da, dengenin parçaları arasındaki sınırları keskinleştirmiş ve Ortadoğu’nun göreli ağırlığını artırmıştır. Roma İmparatorluğu’nun yıkılışı ile büyük coğrafi keşiflerin başlamasına kadar dünya tarihinde İslamiyet’in doğuşundan daha önemli bir olay bulmak zordur.

MS 613 yılında Hz. Muhammed, bir ticaret kenti olan Mekke’de, kentin çoktanrılı inanışını reddedip, yeni bir tektanrılı dinin savunuculuğunu yapmaya başladı. Hz. Muhammed’in yeni dinin ana teması ile ilgili olarak söyledikleri son derece basitti: Bir tek Tanrının, Allah’ın varlığı, onun evrenin yaratıcısı ve düzenleyicisi olduğu, hüküm gününde insanlar hakkında nihai kararı vereceği, her insanın Allah’ın Peygamberi Hz. Muhammed tarafından açıklanan iradesine kesinlikle uymaları gerektiği, onun varlığına inananlara karşı son derece iyi ve bağışlayıcı olduğu…

b. İslamiyet’in Tutunması ve Nedenleri

Çok geçmeden Mekke’nin zenginleri bu tektanrılı dinden korkmaya başladılar. Çoktanrılı dinlerin alametlerinin bulunduğu Kabe’ye Arap dünyasından ziyaretler azalabilir ve hac ticareti zarara uğrayabilirdi. Hz. Muhammed baskılar sonucunda Medine’ye göç etti (622) ve burada yeni dinin taraftarları artmaya başladı. Medine, Mekke’nin aksine, bir tarım kenti olup, sakinleri tektanrılı dinlere daha yakındılar. Sekiz yıl süren savaşlardan sonra yeni din Mekke’de de egemen oldu. Bu sekiz yıl içinde İslamiyet Arap yarımadasına yayıldı ve dinin toplumsal kuralları gelişti.

İslamiyet’in, çürümekte olan Hıristiyanlık ve ırkçı Yahudiliğe karşı önemli üstünlükleri vardı ve bir ölçüde bu yüzden hızla tutundu. Her şeyden önce, günlük yaşamda nezaket, sevecenlik ve zayıf olana karşı merhamet duygusu önemli bir üstünlük sayılabilir. Ayrıca, İslamiyet hiç ödünsüz bir tektanrılılık üzerine oturmuş olup, tüm insanoğluna seslenmekteydi ve Yahudi dininin belirli bir “seçilmiş halka” dayanan sınırlılığına sahip değildi. Üstelik, ayrıntılarıyla ve titiz bir biçimde tanımlanmış bulunan ve böylece ilerde yanlış anlamalara yol açmayacak olan ibadet kuralları koymuştu. Kısaca, İslamiyet’te bu konularda yorum yapabilecek bir rahipler sınıfı yoktu.

Böyle bir dinin karşısında, Tanrı’yı belirli bir ırkın güdücüsü olarak gören Yahudi dininin ve Tanrı’ya nasıl hizmet edileceği konusunda ortalama insanın bir türlü anlayamadığı çeşitli yorumlar, doktrinler, mezhepler ortaya çıkaran ve sık sık yeni değerlendirmelere konu olan Hıristiyanlığın, Arap dünyasında pek bir şansı kalmadı. Aslında, İslamiyet tüm insanoğluna daha üstün değerler sunmaktaydı. Roma İmparatorluğu’nun kapitalist ve tutsaklığa dayanan sistemi ve Avrupa’nın edebi, kültürel ve toplumsal geleneği çürümeye başlamıştı. İşin ilginç yanı, insanoğlunun İslamiyet’in temsilcilerinin içtenliğine inancı sarsıldıktan sonra İslamiyet de zayıflamaya başlayacak ve birliği bozularak çeşitli bölüntülere ayrılacaktır.

Başlangıçta İslamiyet başka dinden olanları zorla döndüren bir din değildi. Hz. Muhammed, Yahudilik ve Hıristiyanlığı tektanrılı dinler olarak saymış, İbrahim’den İsa’ya kadar tüm peygamberleri kabul etmişti. Yahudi ve Hıristiyanlar vergi ödemekten başka bir yükümlülükleri olmaksızın, kendi inançlarını serbestçe sürdürmüşlerdi. Hz. Muhammed’in mesajının teolojik basitliği ve tartışmasız kuralları, inandırıcılık taşımaktaydı. Özellikle, göçebe yaşamı bırakıp tarım ve ticaretle uğraşmaya başlayan ve geleneksel göçebe değerleri yeni tip yaşam biçimlerinin gerekleriyle bağdaştırmada güçlük çeken Araplar arasında tutundu. Daha önce Yahudi dini ve bir dereceye kadar Hıristiyanlık, Arap toplumundaki bu rahatsızlığa yanıt vermeye çalışmıştı. Daha önce de belirtildiği gibi, bu dinler yerleşik toplumun gereksinmelerini karşılamaktaydı. Ama, Arap gururu bu yabancı sayılan dinlerin kitlesel olarak kabulüne uygun değildi. Şimdi, Hz. Muhammed, bir Arap olarak, doğrudan doğruya Araplara seslenmiş ve yerleşik kent yaşamının kurallarını koymuştu.

c. İslamiyet’in Genişlemesi

(i) Halifeler ve Emeviler Dönemi: Hz. Muhammed’in 632’de ölümünden 661 yılında Emevi hanedanlığının kurulmasına kadar olan döneme “Halifeler Dönemi” denir. Sırasıyla, Ebubekir, Ömer, Osman ve Ali, Müslüman dünyasının hem dini hem de siyasal önderleri oldular. Bu dördü İslamiyet’i Arap yarımadasında güçlendirmişler, Bizans İmparatorluğu ve İran’da Sasani devletinin Suriye, Filistin, Mısır, Irak ve İran topraklarını ellerine geçirmişlerdir.

Bu dönemde Emevi adı verilen bir aile yönetim konusundaki yetenekleriyle güçlenmekteydi. 661 yılında Ali’nin öldürülmesinden sonra, bu aile yüz yıla yakın sürecek bir hanedanlık kurarak halifeliği devraldılar. Emeviler İslam dünyasına önemli değişiklikler getirmişlerdir. Başkenti Şam’a taşıdılar, devletin sınırları içine Kuzey Afrika, İspanya ve Asya’nın bir bölümünü kattılar, yönetimi yeniden düzenlediler ve seçimle işbaşına gelen halifelik yerine ırsi bir sistem kurdular. Ayrıca, iktidarları süresince, İslam topluluğunun tümüyle Arap olan yapısı değişmeye ve başka ırkları da içermeye başladı.

(ii) Abbasiler Dönemi: Emevi yönetiminin ikinci yarısında Ortadoğu iç savaşlarla çalkalanmaya başladı. Emevi önderleri aleyhindeki çürüme ve dine aykırı hareket suçlamaları, Hz. Muhammed’in soyundan gelen Abbasilerin hilafet üzerindeki iddialarını güçlendirdi ve 750 yılında Abu al-Abbas Emevileri devirerek Abbasi hanedanlığını kurdu; başkenti Bağdat’a taşıdı. Emeviler ise bir süre İspanya’daki Endülüs Emevi devleti ile varlıklarını sürdürdüler.

Abbasi dönemi İslam uygarlığının gerçek dünya üstünlüğünü her yönüyle vurgular. Dört temel uygarlığın başarılı bir bileşimi ve belki de en üst noktası olarak değerlendirilebilir. Arapların dil, din ve hukuk; Greklerin bilim ve rasyonel düşünce; Hintilerin matematik ve astronomi; Perslerin de edebi ve yönetsel yetenekleri Bağdat “potasında” birleşmiştir. Kuruluşunu izleyen yıllarda Türklerin de yönetici olduklar bu Abbasi bileşimin sonucunda büyük bir hoşgörü ve araştırma hevesi ortaya çıkmış ve güçlü bir uygarlık doğmuştur. Kindi ve Farabi gibi filozoflar, Tabari ve İbn-i Sina gibi tıp adamları ve İbn-i Haldun gibi sosyolog, hukukçu ve bilim adamları, döneme damgalarını vuran İslam büyükleri arasındadır.

Abbasilerin bu başarılarının yanındaki önemi, İslam dünyasında Arap ve Arap olmayan Müslümanlar arasındaki ayrımı etkili bir biçimde ortadan kaldırmalarıdır. Bu koşullar altında, Arapların kabile bağlılıkları yavaş yavaş gücünü yitirmiştir. Yalnız Arabistan çöllerinde eski göçebe Arap kültürü (Bedevi) hemen hemen hiç değişmeden bugüne kadar gelecektir.

Abbasi Halifeliği, 10. yüzyılın ortalarında zayıflamaya başlamış ve topraklarının çoğunu Selçuklu Türklerine kaptırdıktan sonra 1258’de Moğolların Bağdat’ı ele geçirmelerine kadar kör topal yaşamıştır. Devletin Kuzey Afrika topraklarında daha önce kurulmuş bulunan Fatimilerin elinde bulunan Mısır’da, Türk asıllı Memluklar 1260’ta yönetimi ellerine geçirdiler ve 1517’de Osmanlı Türklerine yenilene kadar eski İslam-Arap kültürünü bölgede yaşattılar. Bu tarihten sonra hemen hemen 400 yıl (yani I. Dünya Savaşı’na kadar) Arap toprakları Osmanlılar tarafından yönetilecek ve “Arabizm” derin bir uyku dönemine girecektir.

Orta Asya steplerinden gelen Türk kavimlerinin batıya doğru göçleri sırasında, 10. yüzyıldan başlayarak İslam dünyasının sınırları içine girmeleri, İslamiyet’e yeni ve askeri bir canlılık vermiştir. Bu canlılık, İslam dünyasını batıda Hıristiyan ve doğuda Hindistan’dan ayıran sınırlarda açıkça kendini gösterecektir. Böylece, 1000’li yılların başlamasıyla birlikte İslamiyet, kültürel, dinsel, askeri ve siyasal açılardan Türklerle yeni bir gelişme dönemine girecektir.

Dünya tarihinin bu önemli dönüm noktasında dünyanın bilinen topraklarının siyasal haritasına bir göz atmakta yarar var. Atlantik kıyılarından doğuya doğru tüm Kuzey Afrika, Doğu Anadolu ve Kafkaslar da dahil tüm Ortadoğu (Hindistan ve Tibet sınırına kadar) Abbasilerin egemenliği altındayken, bu toprakların büyük bir bölümünde Türk yöneticilerin başta bulunduğu ya da çoğunluğu oluşturduğu devletler kurulmaktadır. Rize ile Tarsus’u birleştiren çizginin batısındaki Anadolu ve Balkan yarımadasının büyük bir bölümünde, şimdi içten içe çürümeye başlayan Bizans hüküm sürmektedir. Tuna vadisinde geniş bir Bulgar, Karadeniz’in kuzeyinden neredeyse Baltık denizine kadar olan bölgede Türk kökenli Hazar İmparatorlukları vardır. Bugünkü Almanya dahil Fransa’nın tümünde Frank (Karolenj) İmparatorluğu hükümrandır. Hindistan ve Tibet’in kuzey ve kuzeybatısındaki bölgede Türk yöneticilerinin kurduğu Gazneliler, hemen hemen bugünkü Çin Halk Cumhuriyeti’nin topraklarında büyük Çin İmparatorluğu, onun kuzeyinde Doğu Türkleri ve Tibet’in kuzeyinde Batı Türkleri egemendir.

3. Steplerin Egemenliği: Moğollar ve Türkler
(1000-1500)

Siyasi tarihin ana konusu olan “modern devlet” ve çağdaş uygarlık, birbirine zıt gibi görünen iki düşüncenin bileşimi ile oluşmuştur. Yerleşik toplulukların yarattığı inanç ve itaate dayanan düşünceyle göçebe toplulukların yarattığı kendi kendine yeterli ve bireysel çabaya dayanan, irade düşüncesi. Şurası açıktır ki, sürekli yer değiştiren ve savaşan bir toplumda, birey kendi kendine yeterli ve disiplinli olmak zorundadır. Böyle toplulukların önderleri de zorlayan değil, izlenecek şefler olmak zorundadırlar. Önder genellikle seçimle işbaşına gelir. Yerleşik topluluklardaysa, önderlerin tanrısallıkları vardır ve doğuştan gelen doğal bir hak olarak yönetirler. Bu koşullar altında, göçebe halklar, yerleşik topluluklara dönem dönem yeni yönetici ve aristokrasi sağlamışlardır. Bu, tarihin eski dönemlerinin en önemli olgusu ya da “ritmi”dir.

Göçebe fethinin yarattığı yenileme ve canlılık yeni bir uygarlık çıkarmış, bu uygarlık bir süre sonra çürüyüp yıkılmaya yüz tutunca, yeni bir göçebe fethinin doğurduğu canlılık, binlerce yıllık dönemsel değişikliğin ana temasını oluşturmuştur. Bu dönemsel değişiklik, modern toplumun ve çağdaş tarihin temelidir. 1000 ile 1500 yılları arasında 500 yıllık dönem, stepten başlayan ve Ortadoğu ve Avrupa’ya kadar uzanan istilalar, bu çerçeve içinde değerlendirilmelidir.

Söz konusu dönemde, dört-merkezli dünya kültürel dengesi, iki önemli olaydan köklü bir biçimde etkilendi. Biri, 13. yüzyılda Cengiz Han ve ardıllarının istilasıyla en büyük noktasına varan, Türk ve Moğol kavimlerinin Avrasya steplerinden çevreye doğru yayılmaları; ötekiyse Batı Avrupa’da güçlü ve canlı bir uygarlığın yükselmeye başlamasıdır. Bu iki önemli olay, aynı sırayla incelenecektir.

1000 ile 1500 yılları arasında “steplerin egemenliği” olarak adlandırılan dönemi, olayların genel akışı dikkate alındığında, üç ayrı başlık altında incelemek mümkündür:

(i) Türkler’in siyasal egemenliği dönemi (1000-1200)

(ii) İslamiyet’in genişlemesinin Moğol istilalarının etkisiyle duraklaması (1200-1300)

(iii) Türklerin egemenliklerini yeniden sağlamaları (Osmanlı Devleti) ve Avrupa’ya doğru genişleme (1300-1500)

a. Türklerin Siyasal Egemenliği (1000-1200)

1000’li yıllara gelindiğinde (13. ya da 14. yüzyıl) Avrasya steplerinde canlı bir yaşam hüküm sürmekteydi. Bu tarihte, kavim üstüne kavim, daha iyi otlaklar bulmak amacıyla batı yönünde hareketlendiler. Önce Hint-Avrupalılar, sonra Türkler ve en sonunda Moğollar batıya göç ettiler. 10. yüzyılda Türklerin Orta Asya’dan güney ve batıya doğru genişlemeleri sonucu, yerleşik tarımcılarla göçebeler arasındaki dengede bir kayma oldu.

İran’dan başlayarak Ortadoğu’ya giden Türkler, Türk dilinin Aral gölü ile Hazar denizinin güneyine kadar yayılmasını sağladılar. Bu Türkler İslam dinini kabul edip, onun bazı davranış kalıplarını benimsemekle birlikte, İslam dünyasında benliklerini yitirmediler. Askeri yeteneklerinin gururuna dayalı bir üstünlük duygusu, Türklerin İslam toplumunda erimelerini engellemiş, dil ve savaşkan değerlerini korumuşlardır.

İki unsur daha, Türklerin Ortadoğu’ya uyumlu bir biçimde sızmalarını ve ilerideki askeri ve siyasal başarılarını kolaylaştırmıştır. Bir kere, Ortadoğu’ya geldiklerinde bölgede Şii yöneticiler çoğunluktaydı ve Türkler hiç olmazsa manevi alanda bağımsızlıklarını vurgulamak için Sünniliği seçmişlerdir. Sünnilikse, Halifelik döneminin görkemli günlerinin inanışıydı ve halkın büyük çoğunluğu tarafından benimsenmişti. Böylece, Türk yönetimini kabul ederek, hem dinde bir sapmanın ortadan kalkmasını, hem de eskinin mutlu ve güçlü olunan günlerine dönülmesini beklemeye başladılar. Gerçekten de Türkler, İslamiyet’in ilk doğduğu günlerdeki saf dini coşku ile doluydular. Bölgede yeni bir hevesin uyanmasına yol açarak, İslam dünyasının dikkatini bir kere daha Hıristiyanlığa karşı “kutsal savaşa” doğru çevirmeyi bilmişlerdir.

İkincisi, İslamiyette “gaziler” tarafından verilen “kutsal cihat” kavramıydı. İslamiyet’in sınırlarının ötesinde Hıristiyanlara karşı savaşa girişmek, savaşçı geleneğe sahip Türkler’e İslam dünyasında büyük bir prestij sağlamış ve batıda Hıristiyan, doğuda Hindistan’a karşı mücadelede sürekli destek bulmuşlardır.

Bu coğrafi, dini ve kültürel koşullar, Türklerin kitle halinde İslam toplumuna girmelerini kolaylaştırmıştır. İslam yöneticilerinin ve askerlerinin çoğunu 11. yüzyıldan sonra Türkler sağlamış ve gerek Hıristiyanlığa, gerekse Hindistan’a doğru genişlemenin etkili kılıcı olmuşlardır. Ancak, bunlara rağmen, 11. ve 12. yüzyıllarda İslam dünyasında kurulan Türk devletleri kısa ömürlü olmuştur. En istikrarlısı sayılan Selçuklular, birliklerini ancak elli yıl kadar sürdürebilmişler (1037-1092) ve sonunda çeşitli beyliklere bölünmüşlerdir.

Selçuklular ve ardılları halife değil sultan unvanını taşıyorlar ve ülkeyi Abbasi halifeleri adına yönetiyorlardı. Evrensel yönetim iddiasında değillerdi ama sınırlı ülkelerinde, nüfusun yavaş yavaş İslamiyet’i kabulünden varlık bulan dengeli ve uluslararası bir İslam toplumu düzeni geçerliydi. Bu düzeni, ortak bir din ve yasa, bunların ifade edildiği Arapça ve Akdeniz, Karadeniz, Hint Okyanusu boyunca uzanan deniz yollarıyla Asya karayollarında sürdürülen yaygın ticaret ayakta tutuyordu. Bu ticaretin örgütlenmesinde Bağdat kentinin hâlâ önemli bir rolü vardı.

İslam dünyasında kurulan devletlerden daha uzun ömürlü olanı, Birinci Haçlı Seferi’nde (1097-1099) Hıristiyan başarılarına karşı Müslüman tepkisinden yararlanan Selahattin-i Eyyubi’nin Mısır, Suriye ve Irak’ta sağladığı birliktir. Kurduğu Eyyubi devletinin sınırları Nil’den Dicle’ye kadar uzanmış ve 1187’de Kudüs’ü Haçlı kuvvetlerinin elinden geri alarak, bunların Filistin’deki topraklarını çok küçültmüştür. Eyyubi soyundan gelen yöneticilerden sonuncusu 1250’de ölünce, daha önce de değinildiği gibi, Türk tutsak askerleri Mısır’da iktidarı ele geçirmişler ve 1517’ye kadar sürecek ilginç bir oligarşik rejim kurmuşlardır. Bu sıralarda İslam dünyasının öteki ucunda, bir Türk tutsak askerinin oğlu olan Gazneli Mahmut, bugünkü Afganistan’daki merkezinden Pencap ve Yukarı Ganj vadisine akınlar yapmış (998-1030) ve başarılı Kuzey Hindistan’ın Müslümanlarca istilasına yol açmıştır. Ama, 1206 yılına kadar burada kurulan devletler istikrarlı olamamış, bu tarihten sonra yine Türk yöneticiler Delhi’de, ilerde Memlukların Mısır’da kuracaklarına benzer bir rejim kurarak, istikrarı sağlamışlardır.

b. Moğol İstilaları (1200-1300)

13. yüzyılda İslam toplumunun dengesi, askerlerinin çoğunluğu Türklerden oluşan Moğolların istila dalgalarıyla altüst oldu. Bağdat 1258’de alınarak Abbasi Halifeliği tümüyle sona erdirildi. İstilacılar çok geçmeden İslamiyet’i kabul ederek, İslam toplumunun içinde eridiler. Doğuda önce Moğollar, sonra Timur tarafından kurulan benzer kökenli bir hanedanlık hüküm sürdü.

Moğollar tarihe, Çin’in kuzeyinde Hun ve Türklerin çıktıkları yer olan bölgede, 12. yüzyılın sonunda birdenbire çıkmışlardır. Göçebe halklar tarafından kurulan her imparatorluk gibi, başlangıçta tam anlamıyla askeri bir imparatorluk, yani merkezi bir devletten çok, çeşitli kavimlerin içinde yaşadığı bir “çerçeve” niteliğindeydi. Önderlerinin en ünlüsü olan Cengiz Han (1206-1227) büyük bir kavimler konfederasyonu kurmuş ve askerleri üzerinde sıkı bir disiplin sağlamıştır. Üstün bir askeri yönetim, ordularının ve bugün genelkurmay denen yüksek planlama, Moğollara, karşılaştıkları düşmanlar üzerinde mutlak üstünlük kazandırmıştır. Cengiz Han’ın ölümünde, Volga’dan Amur’a kadar tüm Avrasya step bölgesi geniş bir askeri konfederasyon içinde birleşmiş oldu. Cengiz’in ardılları, bu konfederasyona Doğu Avrupa, İran, Irak, Anadolu’nun bir bölümü ve 1279’da Çin’in tümünü katmışlardır.

Moğolların dünya tarihine etkisi çok büyüktür. Asya ve Avrupa’nın büyük bir bölümünde siyasal yapı değişmiş, kavimler birçok bölgenin etnik özelliklerini temelinden değiştirecek biçimde, yerinden edilmiş ve dağıtılmıştır. Büyük İskender bile Moğol topraklarının genişliğine ulaşabilmiş değildir. Moğolların, yeni şeyler öğrenmeye çok meraklı insanlar olarak, Avrupalıların düşüncelerini geliştirme ve düş güçlerini harekete geçirmedeki etkileri de büyük olmuştur. Moğol istilaları sonucu, İslamiyet ve Hıristiyanlık arasındaki dinsel düşmanlığın Asya ile Avrupa arasına koyduğu engeller azalmıştır. Tarihte, Moğolların istila ve katliamları hakkında çok şey okumamıza rağmen, onların Asya ile Avrupa arasında deneyim ve bilgi taşıyıcıları olarak iki kıtayı, kısa bir süre için de olsa, birleştirdikleri ve böylece Avrupa’nın ortasından Pasifik Okyanusu’na kadar uygarlığın global nitelik alması yolundaki katkılarına pek yer ayrılmamaktadır. Ayrıca, eski tarihin genel ritmi içinde, Moğolların göçebe fethi, çürümekte olan Avrupa uygarlıklarına yenilenme ve canlanma olanağı sağlamıştır. 15. yüzyıldan sonra Avrupa’nın yükselmesinde Moğolların istilalarının etkisi çok önemlidir.

Etnik bakımdan Moğol istilalarının en çarpıcı sonucu, Türk kavimlerinin Batı Asya’ya geniş çapta yayılması oldu. Kıraç ülkeleri büyük bir nüfusu beslemeye elverişli olmadığı için Moğollar kalabalık bir kavim değildiler. Bu yüzden Cengiz Han, ordularını bağlılıklarına güvenebileceği Türk boylarıyla güçlendirmekte bir sakınca görmemişti. Ne var ki, sonunda Moğol ordularındaki Türklerin sayısı, yerli Moğolları bir hayli aştı. Böylece, Türk dili Moğol ordularıyla birlikte Asya boyunca ilerledi. Moğolca konuşan azınlık, Türk kitlesi içinde eridi ve Moğolca yalnız Moğol anayurdunda varlığını sürdürdü.

c. Türklerin Üstünlüğü Yeniden Sağlamaları:
Osmanlı Devleti (1300-1500)

Osmanlı Türklerinin 14. yüzyılın başında kurdukları devlet, 16. yüzyılın sonuna gelindiğinde tüm Ortadoğu ile Kuzey Afrika, Anadolu, Balkanlar ve Doğu Avrupa’nın büyük bir bölümünü egemenliği altına alacak boyutlara ulaşmıştı. Varlığını 600 yıl sürdüren, Türk devletlerinin en uzun ömürlüsü olan Osmanlıların öyküsü, belki de o dönem tarihinin en önemli konusu sayılabilir.

Her şeyden önce, Osmanlı Devleti, gazi uç beylerinin yarıbağımsız açık topluluklarından, merkezileşmiş bir hanedanlık devletinin toplumsal, ekonomik ve siyasal yapısına geçişin büyük hünerini göstermektedir. İkinci olarak, Osmanlı Devleti, İskender ve Sezar’ın Makedonya ve Roma imparatorluklarının gerçekleştirdiklerinin çok ötesinde, Doğu ile Batı’yı, Hıristiyanlık ile Müslümanlığı, eski ile yeniyi, göçebeliğin irade, savaşkanlık ve disiplini ile yerleşikliğin itaat ve toplumsal düzenlilik ve uyumunu aynı siyasal sınırlar içinde birleştirmeyi, aynı pota içinde eritmeyi denemiş ve belirli bir süre başarılı da olmuştur. Dolayısıyla, Osmanlı Devleti, yeryüzünün global bir nitelik almaya başladığı bir dönemde, bu sürece katkısı olan en önemli siyasal birimlerden biri olmuştur.

Osmanlıların bir başka özelliği, Hıristiyan Avrupa’ya giren ilk ve tek Müslüman gücü olarak burada kazandığı başarının gizinde yatar. O kadar ki, bir ara Müslümanlığın genişlemesiyle birlikte çatışmaya başlayan ve çatıştıkları bölgelerde uygarlıklar arasına yüksek engeller koyan bu iki dinin arasındaki engellerin azaltılması bile söz konusu olabilmiştir.

(i) Osmanlı Devleti’nin Kuruluş Üstünlükleri: Osmanlı Türkleri, Batı Türkistan’ın Cengiz Han tarafından işgalinden sonra güneybatı yönünde göç eden bir kabiledir.6 Orta Asya’dan çöller, dağlar geçip, yabancı diyarlardan yol bulup, yerleşebilecekleri topraklar aradılar. Sonunda, Selçuklu Türkleri arasında ve Anadolu platosunda yerleşim alanı buldular. O âna gelindiğinde Anadolu dil açısından Türk, din açısından Müslüman olmuştu bile. Ayrıca, burada damarlarında Hitit, İyon, Frig, Truva, Lidya, Galat ve Bergamalı kanı dolaşan Anadolu insanı da vardı. Ama, bunlar ata bağlarını çoktan unutmuşlardı. Zamanla, Osmanlılar bölgede önem kazandılar ve Selçukluların yıkılmasından sonra kurulan Anadolu beylikleri arasında başat öğe oldular; “Rum” ülkesinde büyümeye başladılar. Ama, irili ufaklı bir sürü beylik arasında neden Osmanlılar?

Bunu, Osmanlıların kuruluş üstünlükleriyle açıklamak yanlış olmayacaktır. Selçuklular Batı Anadolu’ya “Roma Ülkesi” diyorlardı. “Rum” ve “Rumeli” (Roma ili) sözcükleri buradan gelmektedir. Daha sonra Batı Anadolu’da kalan ve Grekçe konuşanlara “Rum” denmeye başlanmıştır. Osmanlı Devleti’nin kuruluş üstünlükleri coğrafi, siyasal ve toplumsal olmak üzere üç başlık altında incelenebilir. Osmanlı Devleti antik Bitinya bölgesinin Söğüt kasabasında kurulduğu için Bizans İmparatorluğu, yani Hıristiyan dünyası ile sınırdaştı.

Böylece, “kafir”e karşı Müslüman davasını yürüten bir “Gazi Cemaati” olarak, İslam dünyasında prestiji çok büyük oldu. Bu dünyanın dört köşesinden gönüllü savaşçılar çekti. Ayrıca Osmanlılar, kuruluş yıllarının dinamizmi içinde göçebe değerlerini sürdürmekteydiler ve savaşkan yetenekleriyle Hıristiyanlığa karşı önemli bir davanın en başta gelen savunucusu oldular. Üstelik coğrafi bir avantaj olarak, siyasal istikrarsızlıklarla çalkalanan Trakya’nın hemen yanı başında kurulmuşlardı.

Osmanlıların kuruluşta belki de en önemli üstünlükleri, askeri fetihlerin meyvelerini etkin bir siyasal yapı biçimine dönüştürmekteki başarılarıydı. İlk önderleri olan Osman, Orhan ve Murat gibi sultanlar, iyi asker oldukları kadar iyi de yöneticiydiler. İnanmış Müslümanlar olarak, ilk Müslüman önderlerinin saf dinsel hevesiyle doluydular. Taraftarları kendilerine çok bağlı olup, bölünmemiş kişisel hükümdarlıkları, sürükleyicilikleri vardı. Hemen batıdaki Bizans ve doğularındaki Selçuklu beyliklerindeki hanedanlık çatışmalarından uzak, birleşik bir beylik olarak kuruldular. Devlet, kuruluşunu izleyen ilk yüzyıl içinde iktidar mücadelesine sahne olmadı. Siyasal birlik sağlamdı.

Osmanlıların bir başka üstünlüğü, daha önceki Müslüman Arap fetihlerinin yaratmış olduğu imajın aksine, düşmanlarına dinsel bağnazlıktan uzak bir biçimde bakmalarıdır. Bu son Roma İmparatorluğu’nu yakından inceleyip, yönetimsel yeteneklerinden yararlanmayı bilmişlerdir. Devletin sınırları içine giren Hıristiyanların zorla dönüştürülmesine başvurulmamış, dinlerini ve kültürel benliklerini sürdürmelerine, büyük bir hoşgörü ile izin verilmiştir. Ayrıca, Bizans’ın merkezi otoritesi bozulunca, güvenlikleri kalmayan ve ağır bir vergi yükü altında ezilen Trakya’nın Hıristiyan köylüleri, Osmanlıları kurtarıcı gibi görmüşler, direnme göstermemişlerdir.

Özetlemek gerekirse, Osmanlılar kurulup geliştikleri dönemde Asya ile Avrupa, Doğu ile Batı ve göçebelikle yerleşiklik değerlerini bir araya getirerek, dünya görüşünde pragmatik, daha doğudaki Türk beyliklerinin kültürel ve toplumsal sınırlamalarından uzak bir devlet oluşturdular. Yani Osmanlılar, ömrünü tamamlamakta olan Bizans’ı dönüştürebilecek tek toplumdu.

Bizans İmparatorluğu, batısında Roma İmparatorluğu’nun yıkılmasından doğan boşluk üzerine kurulmuştu. Selçuklular ise doğudaki Arap imparatorluklarının bıraktıkları boşluktan yararlanarak, Türk-İslam karışımı bir uygarlık kurmuşlardı. Şimdi, Osmanlı Devleti batısında Bizans, doğusunda Selçukluların bıraktıkları geniş boşluğun tam ortasında kurulmuştu ve bunu doldurmaya kararlıydı. Yani, Roma İmparatorluğu’nun Avrupa’nın ortasındaki topraklarından, Arap imparatorluklarının Asya ve Afrika’daki sınırlarına kadar, merkezi Akdeniz olan geniş bölgede siyasal birliğin bu genç ve dirik devlet tarafından kurulacağı bir bakıma önceden belliydi. Avrasya steplerinin güneyini kuşatan bu dünyanın en eski uygarlık alanında, belki de yeni bir senteze varacak devletin bereketli tohumu atılmıştı. Bu durum, şimdiye kadar sürekli belirtildiği gibi, uygarlığın merkezden çevreye doğru genişlemesi ve bağımsız küçük siyasal birimlerden güçlü, kapsamlı ve merkezi devletlere doğru gelişme yönündeki dünya tarihinin temel eğilimlerinin canlı bir göstergesi ve önemli bir aşaması olarak değerlendirilebilir.

(ii) Osmanlı Devleti’nin Avrupa’da Genişlemesi: Şimdiye kadarki açıklamalardan anlaşılacağı gibi, burada Osmanlıların ayrıntılı tarihine girmek, çizilmeye çalışan genel çerçevenin dışında kalmaktadır. Bu bakımdan, siyasi tarih açısından önemli bazı değerlendirmelerle yetinmek gerekiyor.

Osmanlıların ilk üç kurucu sultanından Osman Gazi, küçük bir kavmin başındayken, dirayetiyle ve hoşgörülü yönetimiyle çevresindeki aşiretleri denetimi altına almış ve Osmanlı tarihine, çevresine halk toplayan bir kavim şefi olarak geçmiştir. Orhan Gazi, babasının çevresine topladığı bu halkı devlet biçiminde örgütlemiş ve Avrupa’ya yerleşmek için ilk adımı atmıştır. Devlet kurucu olarak Osmanlıların ilk “devlet başkanı” sayılabilir. İlk geniş zaferlere girişen I. Murat, babasından devraldığı devleti, bir imparatorluk biçimine sokan sultandır. Döneminde devletin sınırları Grek yarımadası hariç hemen hemen tüm Balkan yarımadasını içine alacak biçimde genişlemiş ve burada 5 yüz yıl sürecek bir egemenliğin ilk tohumları atılmıştır. Bu egemenlik, birbirinden çok farklı din, dil ve ırk unsurlarını aynı potada bir araya getiren yeni Osmanlı uygarlığının doğuşunu simgelemektedir.

Osmanlıların Balkanlar’da ilerlemeye başlaması, Batı’da çöküşle aynı zamana rastladı. Esnek olmayan ve dirim gücünü yitiren Avrupa toplumu çöküşünün en alt noktasındaydı. Köylüler toprak ağalarına, işçiler tüccarlara başkaldırıyorlardı. Kara ölüm (veba) Batı Avrupa ve Akdeniz’i mahvetmişti. Coğrafi keşifler, Avrupa’nın geriye kalan enerjisini Atlantik Okyanusu’nun ötesine götürmüştü. Bu durum, ancak Osmanlıların işine geliyordu. Osmanlıların Balkanlar’daki ilerlemesine karşı Papa Urban bir Hıristiyan birliği sağlamak istediyse de, Katolik ve Ortodoks kiliseleri arasındaki düşmanlık bunu engelledi: “Osmanlılar yalnızca düşmandırlar, ama hizipçi Yunanlılar düşmandan da beterdir” sözü o zamana aittir. Osmanlılar bu ayrılıktan yararlandılar ve Katolikliğe karşı Ortodoks Kilisesi’ni himayeleri altına aldılar.

I. Murat, Balkanların himaye altındaki devletlerinin Hıristiyanlarına belirli bir hoşgörü göstererek, olası bir tepkiyi önledi. Ortodoks Patriği 1385’te Papa’ya yazdığı mektupta, Sultan’ın kilisesini tam bir serbesti içinde bıraktığını söylemektedir. I. Murat ayrıca Balkanlardaki askeri sınıfın üyelerini Osmanlı hizmetine geçirdi. Böylece, hâlâ kendi prenslerinin komutası altında savaşan binlerce savaşkanı çok akıllı bir biçimde kullanmaya başladı. Buna karşılık onlara vergiden bağışıklık ve belirlenen devlet topraklarından yararlanma hakkı sağladı. Devletin askeri gücünü daha da artırmak amacıyla babası tarafından koruma birliği olarak kurulan “yeniçeri” birliğini tam bir milis gücü biçimine dönüştürdü. Böylesine bir özümleme süreciyle uzun yıllar sağlıklı bir biçimde işleyecek olan çok ırklı, çok dinli ve çok dilli bir imparatorluğun tohumlarını atmış oldu.

Osmanlıların bu genişlemesinin nedenlerini yalnız askeri yeteneklerine bağlamak çok eksik olur. Devletin, üzerinde egemenlik kurduğu halkların din ve toplumsal yaşamlarına karışmaması, “cizye” adı altında az bir vergi alınması, keyfi muamelenin olmaması ve Bizans’ın bozuk yönetimine karşı can ve mal güvenliğinin tam olarak sağlanması, bu başarılı genişlemeyi etkilemiştir. Özellikle Ortodoks halk, Osmanlı yönetimini, Katolik baskısına karşı bir kurtuluş olarak görmüştür. Bir başka kolaylaştırıcı öğeyse, Balkanlara yüzyıllar önce gelip Hıristiyan olan ama Türklerle aynı ırktan gelen kavimlerin (Peçenekler, Gagavuzlar, Kumanlar, Vardar Türkleri gibi ve bazıları hâlâ Türkçe konuşan kavimler) özümleme sürecine yardımcı olmalarıdır.

Dolayısıyla, bu kuruluş ve genişleme dönemlerinde Osmanlı yönetimine karşı, Haçlı Seferlerinde bile, bir halk ayaklanmasına tanık olmuyoruz. Osmanlıların genişlemesinin maceracı ve çapul bir istila olmadığı, tarihteki öteki Doğu istilalarının aksine, belirli bir program içinde bilinçli bir yayılma olduğu anlaşılmaktadır. Osmanlı genişleme politikasının başarısının en güzel göstergesi, I. Murat’tan sonra iktidara geçen I. Bayezıt’ın (Yıldırım) yenilgisinden sonra devletin ayakta kalmasıdır.

Atalarının özümleme politikasını Anadolu’da uygulamayan, gazi geleneğinin çok ötesinde, yeterli kaynaklara sahip olmadan devletin yeteneklerini zorlayan Bayezıt, 15. yüzyılın başında Timur kuvvetlerine Ankara yakınlarında yenilince, Anadolu topraklarında yalnız ordusu değil, devleti de parçalandı. Anadolu’da daha önce Selçukluların Moğol istilasıyla yıkılmaları gibi, bu önemli yenilgi de Osmanlıları kısa ömürlü bir devlet yapabilir, tarihin bölgedeki kaderi aynen tekrarlanabilirdi. Ama, devlet Anadolu’da belirli bir süre dağıldıysa da Balkanlar’da dimdik ayakta kaldı ve I. Mehmet devleti yeniden toparlamak olanağına sahip oldu. Bu yenilginin ortaya çıkardığı önemli gerçek, bozgunun Balkanlar’daki Hıristiyan tebaa üzerinde hiçbir tepki yaratmaması ve düzenin sürerek Osmanlı yönetimine bağlı kalınmasıdır. Anadolu’da parçalanan “zorba” bir Müslüman gücüne karşı, üzerlerinde “zorla” egemenlik kurulan ve dolayısıyla “ezilen” Hıristiyan unsurların fırsattan yararlanarak ayaklanmaları işten bile değildi. Tek başına bu bile Balkanlar’daki Osmanlı yönetiminin, öteki devletlerinkinden daha adil, yumuşak, bilinçli, kısaca daha iyi olduğunu göstermektedir. Ne var ki, bu basit gerçeğe Batılı tarih kitaplarında çok az yer verilmekte, bunun yerine basmakalıp suçlamalar doldurulmaktadır.

(iii) Osmanlı Devleti’nin Yükselmesi: Uygarlık kuşağının en geniş bölgesindeki siyasal ve kültürel boşluk üzerinde, böylesine güçlü ve akıllı bir biçimde kurulmuş bulunan bir devletin dünyanın başat güçlerinden biri haline gelmesi, tarihin belki de en az şaşırtıcı olaylarından biridir.

I. Mehmet’ten sonra gelen sultanlar, güçlü mirası akılcı bir biçimde kullanarak dönemin en büyük imparatorluğunu oluşturmuşlardır. II. Murat’ın sınırlarını daha da genişlettiği devlet, II. Mehmet’in (Fatih) saltanatı sırasında Bizans’ın ünlü başkenti İstanbul’u ele geçirmiştir. 1453 tarihi, tarihin genel akışı içinde, ortaçağ ile Modern Çağ arasında dönüm noktası olarak geçer. Bu, simgesel açıdan doğrudur. Gerçekte, İstanbul’un fethi, tarihin değişiklik getiren, sürekliliği bozan unsurları arasında bir tanesidir. 1453 Doğu Roma İmparatorluğu’nun sonunu vurgular. Bizans’ın bıraktığı boşluk, tedrici olarak ve 150 yıllık bir süre içinde, Osmanlı kabile devletinin gazi serhat savaşçılarının oluşturdukları yeni bir çağdaş imparatorluk tarafından doldurulmuştur. Olayın en önemli anlamı budur.

II. Mehmet döneminin en çarpıcı ve siyasi tarih açısından önemli özelliği “milletler sistemi”dir. İstanbul’un fethiyle birlikte Ortodoks Kilisesi ve Avrupa’daki baskıdan kaçıp Osmanlılara sığınan çok sayıda Yahudi, bir Müslüman devletin hükümranlığı altına girmişti. Bu bağlılık karşılığında Hıristiyan ve öteki dinsel topluluklar ibadet serbestliği ve geleneklerini sürdürme ayrıcalığı kazandılar. Çeşitli Hıristiyan ve öteki dinlerden topluluklar, halkının yönetiminden ve iyi davranışından merkezi otoriteye karşı sorumlu olan kendi önderlerinin yönetiminde, kendi yasaları ve yaşam biçimlerini koruyan “milletler” biçiminde örgütlendiler. Belki, fethedilmiş halk olarak birinci sınıf yurttaş olma hakları ve siyasal özgürlükleri yoktu, ama bu sınırlamalar içinde barış ve benliklerini geliştirme olanaklarından yararlandılar. Zamanla Türklerin pek itibar etmedikleri ticaret alanına el atarak zenginliklerini artırdılar. Böyle bir yönetim, o dönem Avrupasının çokuluslu devletlerinde görülmemektedir.

II. Mehmet’in yerine geçen II. Bayezıt, babasının aksine, barışsever eğilimlere sahipti. Buna rağmen, Avrupa diplomasisinin manevraları içine, istemeyerek de olsa, çekilmiştir. Bu dönemde Osmanlı Devleti yalnız karada değil, denizde de hesaba katılması gereken bir güç olmuştur. II. Bayezıt Haçlı Seferlerine bir son vermek amacıyla babasının başlattığı deniz gücü kurma çabasını hızlandırmış ve Akdeniz’de deniz üstünlüğünü eline geçirmek istemiştir. İşte, bu faaliyetler üzerine, özellikle İtalya’daki kent-devletler birbirlerine karşı bir koz olarak Osmanlı desteğini sağlama tehdidini kullanmaya başlayacaklardır. Venedik’le girişilen savaşlarda Akdeniz’deki Venedik deniz üstünlüğü sona erdirilmiştir. Bundan sonra Osmanlılar yalnız Doğu Akdeniz’de değil, Batı Akdeniz’de de deniz seferlerine girişeceklerdir. Buralarda Osmanlılar, İspanya ve Kuzey Afrika’daki Müslümanlarca “deniz gazileri” olarak karşılanmışlardır. Bu da, Osmanlıların Akdeniz’de deniz üstünlüğünü ele geçirmelerinde yardımcı olmuştur. Bundan başka, II. Bayezıt imparatorluğun ticari ve ekonomik genişlemesini de teşvik etmiş ve İtalyan kent-devletleriyle kârlı ticari ilişkilere girmiştir. Ayrıca, 15. yüzyılın sonundan başlayarak, İspanya’dan sürülen Yahudileri Osmanlı topraklarına kabul etmiştir.

I. Selim (Yavuz) döneminde devletin doğuya doğru genişlediği görülüyor. Selim tahta çıktığı zaman, babasının döneminde Anadolu’da başlayan ve devletin bütünlüğünü tehdit eden Sünni-Şii çatışması sürüyordu. Bu iç huzursuzluğa son vermek isteyen Selim, Anadolu’daki Şiileri destekleyen İran Şahı İsmail’in üzerine yürüdü ve onu Çaldıran’da yendi (1514). Böylece, devletin içteki birliği sağlanmış oldu. Ama, Çaldıran zaferinin en önemli ve uzun süreli sonucu, devletin Doğu Anadolu yüksek bölgesinin tümünü içerecek biçimde genişlemesi ve böylece doğudan gelebilecek bir saldırıya karşı (Timur’un saldırısı gibi) doğal ve kolaylıkla savunabilecek sınırlara kavuşmasıdır. Böylece, 16. yüzyılın başında Asya’daki güç dengesi Osmanlılar lehine bozulmuş olmaktaydı.

Çaldıran zaferini izleyen Mısır seferi ve burada Memluk yönetimine son verilmesi (1517) Halifeliğin Osmanlı sülalesine geçmesini sağlamıştır. Kutsal emanetlerin İstanbul’a getirilmesi, Mekke ve Medine gibi kutsal kentlerin ve Hicaz hac yollarının denetimi, Osmanlı Devleti’nin artık tüm İslam dünyasının koruyucusu olduğunu simgelemekteydi. Memluk sultanları gibi, artık I. Selim de İslam dünyasının tartışmasız başı olduğunu iddia edebilirdi.

I. Süleyman’ın (Kanuni) tahta çıktığı tarih (1520) Avrupa uygarlık tarihinin dönüm noktasına rastlar. Feodal kurumlarıyla birlikte geç ortaçağların karanlığı, yerini Rönesans’ın altın ışığına bırakmaktaydı. 1500’ler, Habsburg İmparatorluğu’nda Şarlken’in, Fransa’da I. Fransuva’nın, İngiltere’de VIII. Henri’nin, bir Leonardo da Vinci ve Mikelanj’ın ve de Makyavel’in dünyasıydı. Şimdi bu güçlü monarkların karşısında ve Rönesans’ı yaratanların arasında 26 yaşındaki Süleyman vardı.

İstanbul’un fethinden sonra Avrupa devletleri artık Türkleri ciddiye almak durumundaydılar. Önemli bir tehdit olan bu ilerlemeyi yalnız askeri değil, aynı zamanda diplomatik manevralarla da karşılamaya çalıştılar. Bir Osmanlı müdahalesi tehdidi, bir gizli Osmanlı bağlaşması, Avrupa devletleri arasında yararlı bir diplomatik silah olmuştu.

Sultan Süleyman, düş gücünü pratik yetenekleriyle birleştiren, eylemle kültür ve zarafeti bir arada yürüten, kısaca, içine doğduğu Rönesans havasına tam uyan bir hükümdar olmuştur. İçten bir mümin olarak merhamet ve hoşgörü ile doluydu. “Müminlerin komutanı” olduğunu hiç unutmayarak ve atalarının “gazi geleneğini” sürdürerek, Hıristiyan dünyasına karşı askeri gücünü kanıtlamış ve kutsal bir savaşçı olmuştur. Ufukları doğudan çok batıya yöneliktir. Amacı, tıpkı İskender gibi, Doğu ile Batı’nın toprak ve insanlarını birleştirmekti. Bu amaçla, Doğu Avrupa’daki mevcut Osmanlı sınırlarının ötesine, Fatih’in bile ufkunun çok ötesindeki Orta Avrupa’nın emperyal kalbine, yani Viyana ile birlikte Avusturya ve Macaristan topraklarına yöneldi. Bunu gerçekleştirmek için, Şarlken’le boy ölçüşmesi, onu yenip topraklarını ele geçirmesi gerekiyordu. Dönemin askeri ve siyasi tarihinin tüm öyküsü, bu Osmanlı-Avusturya çatışmasıdır. Her ne kadar Viyana kuşatmasında başarısız olmuşsa da (1529) devletin sınırlarını en geniş boyutuna çıkardı.

Sultan Süleyman akıllı ve yetenekli bir komutan olarak şunu anladı ki, Orta Avrupa’da, onun ötesine geçilmesi yarardan çok zarar getirecek bir nokta vardır. Bu bakımdan, o zamanın askeri olanakları ve stratejisi açısından Viyana, İstanbul’daki herhangi bir sultanın erişebileceği noktanın ötesinde bulunmaktadır. Bu nedenle Viyana’yı bir daha kuşatmadı. Ardıllarından IV. Mehmet ve onun komutanı Kara Mustafa Paşa 1683’te bu önemli dersi unutacaklardır.

Süleyman döneminin uzun sefer yıllarından sonra Avrupalıların Türk tehlikesi karşısındaki korkuları arttı ve gücüne saygı duyulmaya başlandı. Karşılarında Asya steplerinden geçen “barbar sürüler” değil, Batının o zamana kadar karşılaşmadığı kadar modern bir biçimde örgütlenmiş ordular vardı. Osmanlı Devleti artık Avrupa sorunlarında mutlaka hesaba katılması gereken bir güç olmuştu. Sultan Süleyman, Osmanlı Devleti’ni ilerde “Avrupa Uyumu” diye adlandırılacak olan sistemin kalıcı bir unsuru biçimine dönüştürmüştü.

Sultan Süleyman’ın “Kanuni” sıfatıyla anılmasının nedeni, içerde hukuki düzenlemelere gitmiş olmasıdır. Sultanın gerçekte Tanrı tarafından konan ve Peygamber tarafından iletilen kutsal yasa olan Şeriat’ın ilkelerini değiştirme ya da görmemezlikten gelme yetkisi yoktu. Böylece Şeriat, sultanın hükümran otoritesini sınırlandırmaktaydı. Aslında, Sultan Süleyman’ın, iyi bir Müslüman olarak, bunu yapmaya niyeti de yoktu. Ama, halkının hızla değişen bir dünyada iyi bir Müslüman toplum olarak kalabilmesi için, yasaların uygulanmasında değişiklikler yapılması gerektiğini de görmemezlikten gelememiştir. Yüzyılın başında fethedilmiş bulunan topraklardaki nüfusun çoğunluğu Hıristiyanken, Asya’da yapılan fütuhat sonucu, eski Hilafet merkezleri olan Mekke, Medine, Şam, Bağdat ve Kahire kentleri ele geçmişti. 20 ayrı ırktan ve 21 ayrı hükümet altında yaşayan 15 milyonluk nüfusun 4/5’ü şimdi Asyalı nüfustu. Kısaca, Süleyman’ın yönetimi altında Osmanlı Devleti daha Müslüman bir nitelik kazanmış ve bu durum da yeni bir yasal düzenlemeyi gerektirmiştir. Bu yüzden, Sultan Süleyman, Halepli Molla İbrahim’i bu işle görevlendirmiş ve ortaya çıkan yasaya “Mülteka-ul-utber” (Denizlerin Kavşağı) adı verilmiştir. Bu düzenleme, 19. yüzyılın reformlarına kadar yürürlükte kalacaktır.

Sultan Süleyman’ın ölümünde (1566) devletin sınırları Avrupa’da Buda’dan Arap yarımadasının ucundaki Aden’e, Kuzey Afrika’da Fas’tan Asya’da Hazar denizine kadar iki diyagonal çizginin uçlarını birleştiren alanı kapsamaktaydı.

Bu bölümü şöyle özetleyebiliriz: 13. yüzyılın başından 15. yüzyılın sonuna kadar geçen üç yüz yıl içinde Hıristiyanlığın gerilediği görülür. Bu yüzyıllar daha çok Moğol ve Türk halklarının yüzyıllarıdır. Orta Asya’dan gelen göçebelik, bilinen dünyaya egemen olmuştur. Bu dönemde İran’da, Hindistan’da, Çin’de, Mısır’da, Kuzey Afrika’da, Balkanlar’da, Macaristan ve Rusya’da, Moğol ve Türk yöneticiler ve geleneği egemendir. Osmanlılar denize de çıkmışlar ve Akdeniz, Kızıldeniz ve Hint Okyanusu’nun bir bölümüne hâkim olmuşlardır. Viyana kuşatılmış ve Türkler savunanlardan çok havaya yenilmişlerdir. 1571’de İnebahtı’ya kadar bu üstünlük sürer.

Şimdi, ileride yeniden geri dönmek üzere Osmanlı Devleti’ni ve steplerin üstünlüğünü bırakıp, 1500’lerde başlayan ve bugüne kadar süren “Batı Egemenliği” dönemi üzerindeki açıklamalara geçebiliriz.

Oral Sander
Siyasi Tarih / İlkçağlardan 1918’e
İmge Kitabevi Yayınları