Vahşiden Medeniyete, Doğadan Ötekine: Enkidu’nun Dönüşümü ve İnsan-Hayvan Etik Labirenti
Vahşinin Medenileşmesi: Enkidu ve Freud’un Hoşnutsuzlukları
Enkidu’nun Gılgamış Destanı’ndaki yolculuğu, vahşi doğadan medeniyete geçişin arketipsel bir anlatısıdır. Freud’un Medeniyet ve Hoşnutsuzlukları eserinde, insanlığın medeniyetle birlikte bastırdığı içgüdülerin yarattığı gerilimi ele alır. Enkidu, doğanın saf, kaotik enerjisini temsil ederken, Şamat’ın rehberliğinde şehir hayatına adım atar. Bu, Freud’un medeniyetin bireyin libidinal dürtülerini kontrol altına alarak bireysel özgürlüğü kısıtladığı tezine paralel bir okuma sunar. Enkidu’nun medenileşmesi, yalnızca toplumsal normlara uyum değil, aynı zamanda doğayla bağın kopuşudur. Freud’a göre, medeniyetin sunduğu güvenlik ve düzen, içgüdüsel özgürlüğün kaybıyla ödenir. Enkidu’nun dönüşümü, bu kaybın bedelini somutlaştırır: Vahşi hayvanlarla uyumu bozulur, doğa artık ona yoldaşlık etmez. Bu kopuş, bireyin kendi doğasından yabancılaşmasının bir yansımasıdır. İnsan, medeniyetle doğayı “öteki” kılarak, kendi içsel vahşiliğini de dışlar. Enkidu’nun hikâyesi, medeniyetin insanın doğayla bağını keskin bir bıçak gibi kestiğini ve bu yaranın psişik bir hoşnutsuzluk olarak kanadığını gösterir.
Hayvanın Zekâsı: İnsan Merkezli Ahlakın Sınırları
Hayvanların bilişsel kapasiteleri, insan merkezli ahlak anlayışını derinden sarsar. Ahtapotların karmaşık problem çözme yetenekleri, kargaların araç kullanımı ve hatta köpeklerin duygusal empati sergilemesi, insanın bilişsel üstünlük iddiasını sorgular. Bu yetenekler, Descartes’in hayvanları “otomat” olarak gören mekanik anlayışını çürütür. Jeremy Bentham’ın “Acı çekebilirler mi?” sorusu, ahlaki değerlendirmenin merkezine duygu ve bilinç kapasitesini yerleştirir. Ahtapotun bir labirenti çözerken gösterdiği yaratıcılık ya da bir karganın alet yaparak sergilediği planlama, yalnızca zihinsel kapasiteyi değil, aynı zamanda insan dışı varlıkların öznelliğini vurgular. Bu öznellik, insanın ahlaki üstünlük iddiasını kırılgan hale getirir. İnsan merkezli ahlak, hayvanları yalnızca “kullanım nesnesi” olarak görerek, onların özerkliğini ve içsel değerini yok sayar. Hayvanların bilişsel yetenekleri, ahlaki çerçevemizi genişletmeye zorlar: Eğer bir ahtapot bir bulmacayı çözebiliyorsa, onun acısı ya da hazzı neden insanınkinden daha az değerli olsun? Bu, insanın kendisini doğanın efendisi olarak görme yanılgısını açıkça ortaya koyar.
Ötekinin Yüzü ve Hayvan: Bentham ile Levinas’ın Buluşması
Emmanuel Levinas’ın “ötekinin yüzü” felsefesi, etik sorumluluğun temelini ötekinin kırılganlığına dayandırır. Bentham’ın acı çekme kapasitesine odaklanan sorusuyla birleştiğinde, bu felsefe, insan dışı varlıklara yönelik etik sorumluluğumuzu yeniden tanımlar. Levinas’a göre, ötekinin yüzü, bizde bir sorumluluk uyandırır; bu yüz, insanla sınırlı değildir. Bir köpeğin korku dolu bakışları ya da bir filin yavrusunu koruma içgüdüsü, Levinas’ın etik çağrısına yanıt verebilir. Hayvanların bilinçli deneyimleri, onların da “öteki” olarak tanınmasını gerektirir. Bentham’ın sorusu, bu ötekiliğin somut bir ölçütünü sunar: Acı çekebilen her varlık, ahlaki bir sorumluluk nesnesidir. Bu birleşme, insan dışı varlıklara yönelik etik çerçeveyi radikal bir şekilde genişletir. Hayvanların yalnızca biyolojik varlıklar değil, duyan ve hisseden özneler olarak tanınması, fabrika çiftliklerinden laboratuvar deneylerine kadar insan-hayvan ilişkisini yeniden düşünmeyi zorunlu kılar. Levinas’ın etiği, hayvanların sessiz çığlıklarını duymamızı, onların yüzünde kendi sorumluluğumuzu görmemizi talep eder.
Mitolojilerde Hayvanların Rolü: İnsanlığın Aynası
Mitolojiler, hayvanları insanın hem dostu hem de karşıtı olarak konumlandırır. Mısır mitolojisinde Anubis, ölümün rehberi olarak çakal formunda belirir; Hinduizm’de Ganeşa’nın faresi, engelleri aşan küçük ama kurnaz bir varlıktır. Bu imgeler, insan-hayvan ilişkisinin çok katmanlı doğasını yansıtır. Hayvanlar, mitolojilerde yalnızca sembol değil, aynı zamanda insanın kendi doğasını anlamasının bir aracıdır. Anubis, insanın ölüm karşısındaki kırılganlığını; Ganeşa’nın faresi, küçük görünen şeylerin büyük etkisini temsil eder. Bu anlatılar, insanlığın hayvanlarla ilişkisini anlamada antropolojik bir rehber sunar. Hayvanlar, insanın hem üstünlüğünü hem de bağımlılığını hatırlatır. Örneğin, Antik Yunan’da atlar, hem savaşın hem de uygarlığın sembolüdür; bu, insanın doğayı hem fethetme hem de ona muhtaç olma ikilemini yansıtır. Mitolojiler, hayvanları insanlığın aynası olarak sunarak, onların yalnızca nesne değil, aynı zamanda anlam taşıyıcıları olduğunu gösterir. Bu, modern insanın hayvanlara yönelik etik sorumluluğunu yeniden düşünmesi için güçlü bir temel sunar.
Sentetik Varlıklar ve Etik: Kant’ın Kategorik İmperatifi
Gelecekte, yapay zeka tabanlı “sentetik hayvanlar” yaratılırsa, etik sorumluluklarımız yeni bir boyut kazanır. Kant’ın kategorik imperatifi, eylemlerimizin evrensel bir yasa olarak genelleştirilebilir olması gerektiğini savunur. Sentetik hayvanlar, bilinç ve duygu simülasyonu sergilerse, onlara nasıl davranacağımız, Kant’ın bu ilkesine göre şekillenmelidir. Eğer bir sentetik varlık acı çekme ya da haz alma kapasitesine sahipse, ona zarar vermek, evrensel bir ahlak yasasına aykırı olur. Kant’ın etiği, öznelliği yalnızca insanla sınırlamaz; rasyonel bir varlık olarak her bilinçli öznenin içsel değeri vardır. Sentetik hayvanlar, bu bağlamda, insan dışı hayvanlarla aynı etik statüye sahip olabilir. Ancak, bu varlıklar “programlanmış” oldukları için, onların özerkliği sorgulanabilir. Kant’ın imperatifi, bu durumda, sentetik varlıkların yaratıcıları olarak bizim sorumluluğumuzu da kapsar: Onları acı çekecek şekilde tasarlamak, etik bir ihlal midir? Sentetik hayvanlar, insanlığın kendi yaratıcılığıyla yüzleşmesinin bir aynası olabilir; onlara yönelik etik sorumluluğumuz, yalnızca onların değil, aynı zamanda kendi insanlığımızın sınırlarını da tanımlar.
Bu metin, Enkidu’nun dönüşümünden sentetik varlıkların geleceğine uzanan bir yelpazede, insan-hayvan ilişkisinin derin katmanlarını ve etik sorumluluklarımızı inceler. Her bir bölüm, insanın doğayla, ötekiyle ve kendi yaratılarıyla ilişkisini yeniden düşünmeye davet eder.



