Yabancıl özlemler yeterince gerçektirler, ama bunlar savaşların nedenleri değil sonuçlarıdır.
Maring’ler gibi dağınık ilkel kabileler tarafından açılan savaşlar insansal yaşam biçimlerinin temelindeki sağduyu konusunda kuşkular yaratmaktadır. Çağdaş ulus-devletler savaşa gittiklerinde çoğu kez olayın gerçek nedeni üzerinde epey kafa yorarız, ama içinden seçim yapacağımız makul alternatif açıklamaların eksikliğini çekmemiz seyrek olur.
Tarih kitapları savaşçıların tecim yolları, doğal kaynaklar, ucuz işgücü, ya da kitlesel pazarlar üzerinde egemenlik kurmak için yürüttükleri savaşların ayrıntılarıyla tıklım tıklım doludur. Modem devletlerin savaşları yürekler acısıdır, ama sırrına erilmez değildir. Günümüzdeki nükleer yumuşamanın temelinde yatan bu ayrım, savaşların kazanç ve kayıplardan oluşan bir çeşit ussal dengeyi içerdiği varsayımına dayanır. Eğer Amerika Birleşik Devletleri ve Sovyetler Birliği bir nükleer saldırıyla sağlayabilecekleri olası kazançtan daha çoğunu açıkça yitireceklerse, o zaman hiç biri sorunlarının çözümü amacıyla bir savaşı başlatmayacaktır. Ama bu sistemin bir nükleer savaşı önlemesi ancak eğer savaşlar genellikle pratik ve dünyasal koşullara bağlanmışlarsa beklenebilir. Eğer savaşlar usdışı ve akıl sır ermez nedenlerle yapılırsa o zaman kendi kendini yoketme olasılığı savaşı önlemeye yetmeyecektir. Eğer savaşların belli başlı nedeni, bazılarının sandıkları gibi, insanın “savaşçı”, içgüdüsel olarak “saldırgan” olması, şaka için, şan için, öç almak için, ya da sırf kandan ve yeğin heyecandan çok hoşlandığı için öldüren bir hayvan olması ise, o zaman şu füzeleri fırlatın gitsin.
Günümüzün ilkel savaşla ilgili açıklamalarında usdışı ve gizemli etkenler ağır basar. Savaşın, savaşa katılanlar için hazırladığı ölümcül sonuçlar nedeniyle, savaşçıların neden savaştıklarını bildiklerinden kuşkuya düşmek biraz kendini bilmezlik olur. Ama inekler, domuzlar, savaşlar, ya da cadılar, bizim bilmecelerimizin yanıtları savaşa katılanların bilinç alanına uzanmaz. Savaşçıların kendileri savaşlarının dizgeyi etkileyen neden ve sonuçlarını nadiren kavrarlar. Onlar savaşı düşmanlıkların patlak vermesinden hemen önce yaşanan kişisel duygu ve güdüleri betimleyerek açıklama eğilimine girerler. Bir kelle avcılığı seferine çıkmak üzere olan bir Jivaro düşmanın ruhunu ele geçirme fırsatını memnunlukla karşılar; Crow savaşçısı korkusuzluğunu kanıtlamak için düşmanın ölü bedenine dokunmaya can atar; öteki savaşçılar öç alma düşüncesinden, daha başkaları insan eti yeme olasılığından esinlenirler.
Bu yabancıl özlemler yeterince gerçektirler, ama bunlar savaşların nedenleri değil sonuçlarıdır. Bunlar şiddet için insan gizilgücünü seferber ederler ve savaşçı davranışın örgütlenmesine yardımcı olurlar. İlkel savaşın, inek sevgisi ya da domuz tiksintisi gibi, pratik bir temeli vardır. İlkel topluluklar savaşa giderler çünkü onlar belli sorunlara ilişkin alternatif çözümlerden çekilen acıların ve erken gelen ölümlerin azalmasını içeren alternatif çözümlerden, yoksundurlar.
Öteki bir çok ilkel gruplar gibi, Maring’ler de savaşa gitmelerini şiddet eylemlerin öcünü alma gereğiyle açıklarlar. Rappaport tarafından saptanan her örnek olayda, önceleri dost olan klanlar özel şiddet eylemlerinin ardından birbirleriyle savaşa başlamışlardır. En sık saptanan kışkırtmalar kadınların kaçırılması, ırza geçme, bir bahçede bir domuzun vurulması, ürünlerin çalınması, izinsiz avlanma, ve büyücülüğün neden olduğu ölüm ya da hastalıktır.
Bir keresinde iki Maring klanının girişmiş bulunduğu savaşta ölümler olmuş ve taraflar düşmanlıkları sürdürme güdüsünün eksikliğini hiç duymamışlardı. Savaş alanındaki her ölü üzerinde kurbanın akrabaları kara kara düşünüp durmuşlar ve düşmandan bir kişiyi öldürmek suretiyle skoru eşitleyinceye değin asla tatmin olmamışlardır. Savaşın her raundu daha sonraki için yeterli güdüyü sağlamış, ve Maring savaşçıları çoğu kez düşman grubun belirli üyelerini, örneğin, on yıl önce bir babanın ya da bir erkek kardeşin ölümünden sorumlu bulunanları, öldürmek için savaşa ateşli bir istekle gitmişlerdir.
Maringler’in savaşa nasıl hazırlandıklarına ilişkin öykünün bir bölümünü artık anlatmış bulunuyorum. Kutsal rumbim fidanlarını söktükten sonra, savaşçı klanlar büyük domuz şenliklerini düzenleyerek orada yeni bağlaşıklar kazanma girişiminde bulunurlar ve daha önceki dost gruplarla ilişkileri sağlamlaştırırlar. Kaiko gürültülü bir iştir, çeşitli aşamaları aylarca sürer, bu nedenle sinsi bir saldırı yapılması olanağı yoktur. Gerçekte, Maringler kaiko’larının zenginliğiyle düşmanlarının morallerini bozacaklarını umarlar. Her iki yan ilk çatışmaların çok öncesinden savaş hazırlığı yaparlar. Aracılar yoluyla, savaşanlar arasındaki bir sınır bölgesinde bulunan ormansız bir alan elverişli bir savaş yeri olarak kabul edilir. Her iki yan, sırayla, bu alanın çalılıklardan temizlenmesi işine katılır, ve üzerinde anlaşmaya vardan bir günde çatışma başlar.
Savaş alanına gitmeden önce, savaşçılar ateşin yanında diz çöküp oturan, hıçkırıklarla ağlayarak atalarla konuşan savaş büyücülerinin çevresinde bir daire biçiminde toplanırlar. Büyücüler alevlerin içine uzun yeşil bambuları yerleştirirler. Yüksek ısı bambuları yakıp patlatınca savaşçılar ayaklarını yere vurarak Ooooooo diye haykırırlar, ve tek sıra halinde savaş alanına doğru devinirler, yol boyunca hoplayıp şarkı söylerler. Karşıt güçler birbirlerinin ok menzili içinde alanın karşıt uçlarında dizilirler. Adam boyundaki ağaç kalkanlarını yere dikerler, siper alırlar, ve düşmana tehdit ve hakaretler savururlar. Ara sıra bir savaşçı düşmanlarını alaya almak için kalkanının ardından öne atılır, sonra kendisine sağanak gibi oklar yağınca birden geri çekilir. Çatışmanın bu aşamasında kayıplar azdır, ve her iki kamptaki bağlaşıklar ağır bir yaralanma olur olmaz savaşı durdurmaya çalışırlar. Eğer her iki yan da öç almayı sürdürmekte direnirse, savaş tırmanır. Savaşçılar alana baltalar ve sivri uçlu mızraklar getirirler, ve karşıt saflar birbirlerine daha da yaklaşırlar. Artık iki yandan her biri ölümcül sonuçlar verecek kararlı bir tutumla ötekine saldırabilir.
Birisi ölür ölmez ateşkes yapılır. Bütün savaşçılar, cenaze ayinlerini yürütmek ya da atalarını yüceltmek üzere birkaç gün evde kalırlar. Ama her iki yan eğer eşit güçte kalmışlarsa, çok geçmeden savaş alanına dönerler. Çatışma uzayıp gittikçe, bağlaşıklar bundan usanırlar ve kendi köylerine geri dönmeye can atarlar. Eğer bir grupta geri çekilenler ötekindekinden daha çok olursa, daha güçlü olan yan daha zayıf olana saldırmaya ve onu savaş alanından sürüp atmaya girişebilir. Daha güçsüz olan klan taşınır mallarını toplayıp bağlaşıklarının köylerine doğru kaçar. Daha güçlü olan klanlar, utkuyu öngörerek, geceleyin düşman köyüne çullanmak, onu ateşe verip bulabildikleri herkesi öldürmek suretiyle eldeki avantajı iyice kullanmayı düşünebilirler.
Bir bozgun meydana geldiğinde, fatihler düşmanın peşine düşmezler ama bunun yerine çabalarını geride kalan düşmanları öldürmekte, binaları yakmakta, ürünleri yok etmekte, ve domuzları kaçırmakta yoğunlaştırırlar. Maring’ler arasında yapıldığı bilinen yirmi dokuz savaşın on dokuzu bir grubun ötekini bozguna uğratmasıyla sonuçlanmıştır. Bir bozgunun hemen ardından, zafer kazanan grup kendi köyüne döner, kalan domuzlarını kurban eder, ve yeni rumbim fidanlarını diker, böylece ateşkes dönemini başlatır. Düşmanın topraklarını hemen işgal etmez.
Bir çok insanın öldürüldüğü kesin bir bozgun, yenilen bir grubun eski toprağına hiç dönmemesine yol açabilir. Savaşı yitirenlerin soyundan gelenler bağlaşıklarının ve kendilerini kabul edenlerin soyundan olanlarla birleşirlerken, grubun toprakları da fatihler ve onların bağlaşıkları tarafından ele geçirilir. Ara sıra da, yenilen grup sınır topraklarını kendilerinden sığınma dilediği bağlaşıklarına bırakır. Bismarck Sıradağları bölgesinde savaşların sonucunu araştırmış olan Profesör Andrew Vayda’ya göre, yenilmiş olan bir grup kesin bir bozguna uğratılmış olsun ya da olmasın, yeni yerleşimini düşman sınırlarının çok daha uzağında kurması olasıdır.
Maring’ler arasındaki çatışma ve topraksal ayarlamaların kabaca “nüfus baskısı” denilen olayın sonucu olup olmadığı sorusu büyük ilgi toplamaktadır. Eğer biz “nüfus baskısı” ile bir grubun en az kalori gereksinmelerini karşılamaktaki mutlak yetersizliğini kastediyorsak, o zaman Maring’lerde nüfus baskısının varlığından söz edemeyiz. Tsembaga’lar 1963’te kendi domuz şenliklerini düzenlediklerinde insan nüfusu 200, domuz nüfusu da 169 idi. Rappaport’un yaptığı hesaba göre Tsembaga’lar kendi bölgelerinde orman örtüsüne kalıcı bir zarar vermeksizin ve doğal yaşam alanlarının değerini azaltmaksızın ek olarak 84 kişiyi (ya da 84 yetişkin domuzu) beslemeye yetecek miktarda kullanılmamış ormanlık araziye sahip bulunuyorlardı. Ama ben nüfus baskısının gerçek beslensel yetersizliklerin görülmeye başlanması ya da çevreye verilen onarılmaz zararların gerçek bir başlangıcı olarak tanımlanmasına karşıyım. Bence, nüfus baskısı bir topluluk kalori ya da protein yetersizliği noktasına doğru gitmeye başlar başlamaz, ya da çevresinin yaşamı besleyen olanaklarını er geç mutlaka azaltıp yokedecek bir hızla çoğalıp tüketmeye başlar başlamaz belirir.
Beslenme düzeyinde yetersizliklerin ve bozulmanın ortaya çıkmaya başladığı durumdaki nüfus boyutu çevrecilerin doğal ortamın “taşıma gücü” diye niteledikleri üst sınırdır. Maring’ler gibi, ilkel toplumların büyük çoğunluğu nüfus artışını durduran ve anılan taşıma gücünün bir hayli altına düşüren kurumsal düzeneklere sahiptir. Bu buluş büyük bir şaşkınlığa yol açmış bulunmaktadır. Belli insan gruplarının, taşıma gücünün aşılmasından dolayı ayrımsanabilecek kadar olumsuz sonuçların ortaya çıkmasından önce, nüfusu, üretimi, ve tüketimi azaltmaları nedeniyle, bazı uzmanlar nüfus baskısının bu azaltmaların nedeni olamayacağı savındadırlar. Ama biz kazandaki güvenlik supabının doğal olarak kazanın kendisini yok etmesini önlemek üzere oraya konduğuna hükmetmek için supap bozulunca kazanın patladığını görmek zorunda değiliz.
Termostatların, güvenlik supaplarının, ve şalterlerin kültürel eşdeğerleri olan bu korunma yollarının kabile yaşamının bir parçası haline nasıl geldikleri konusunda da öyle büyük bir gizem yoktur. Öteki evrimsel yeniliklere uyarlanmada olduğu gibi, çoğalmayı durduran kurumlan bulan ya da kabul eden gruplar toprağın taşıma gücünün sınırını körcesine zorlayan gruplardan daha bağdaşık olarak ayakta kalırlar. İlkel savaş ne kapristen doğar ne de içgüdüseldir; o sadece insan toplulukları doğal yaşam ortamına göre çevresel bir denge durumunda tutmayı destekleyen düzeneklerden biridir.
Çoğumuz savaşı bir savunma aracı olarak değil ama sağlıklı çevresel ilişkilere önüne geçilemez ve usdışı davranışlardan gelen bir tehdit olarak görmeyi yeğleriz. Benim çoğu arkadaşlarım savaş her türlü sorunu çözen ussal bir araçtır demenin günah olduğunu düşünürler. Oysa kanımca benim ilkel savaşın çevresel bir uyarlanma olduğu yolundaki açıklamam çağcıl savaşı sona erdirme umutlarına ilişkin bir iyimserlik için günümüzde geçerli olan saldırgan içgüdü kuramlarından daha tutarlı gerekçeler sağlamaktadır. Daha önce de dediğim gibi, eğer savaşlar insan doğasının öldürücü içgüdülerinden kaynaklanıyorsa, onları önleme konusunda bizim yapabileceğimiz fazla bir şey yoktur. Öte yandan, eğer savaşlar pratik koşullar ve ilişkilerden kaynaklanıyorsa, o zaman biz o koşul ve ilişkinleri değiştirerek savaş tehdidini azaltabiliriz.
Ben savaş yanlısı olarak yaftalanmak istemem, o nedenle aşağıdaki yadsımayı yapmama izin verin: Ben çağcıl savaşların çevresel uyarlanmayı sağladığını değil, savaşın ilkel topluluklar arasında çevresel uyarlanmayı sağlayan bir yaşam biçimi olduğunu söylüyorum. Eldeki nükleer silahlarla, savaş artık karşılıklı toptan yoketme noktasına değin tırmanabilir. Böylece biz türümüzün evriminde öyle bir aşamaya varmış bulunuyoruz ki artık uyarlanmadaki gelecek büyük ilerleme ya nükleer silahların ortadan kaldırılması ya da savaşın kendisinin ortadan kaldırılması olmalıdır.
Maring savaşının dizgeyi düzenleyen ya da dizgeyi sürdüren işlevleri değişik birkaç kanıt dizisinden anlaşılabilir. Her şeyden önce, biz şunu biliyoruz ki savaş üretimin ve tüketimin çok arttığı, domuz ve insan nüfuslarının önceki savaşın sonunda düştüğü düzeyden çıkıp yeniden yükseldiği bir noktada baş göstermektedir. Domuz kesme şenliği ve onu izleyen çatışmalar her çevrimde çakışmazlar. Bazı klan grupları düşman komşuların çok hızlı gelişmesinin bir sonucu olarak önceki en üst düzeylerin altındaki düzeylerde toprak savlarını geçerli kılmaya çalışırlar. Başka klanlar yerel topraklarının taşıma gücü eşiğini gerçekten aşıncaya değin domuz şenliklerini erteleyebilirler. Ancak, önemli olan husus, savaşın şu ya da bu klanın nüfusu üzerindeki düzenleyici etkileri değil, ama bir bütün olarak Maring bölgesinin nüfusu üzerindeki etkileridir.
İlkel savaş düzenleyici etkilerini öncelikle savaştaki ölümler yoluyla gerçekleştirmez. Öldürmenin sanayileştirilmiş biçimlerini uygulayan uluslarda bile, savaş ölümleri nüfus artış oranını büyük ölçüde etkilemez. Yirminci yüzyılda on milyonları bulan savaş yitikleri yukarı doğru amansız bir çıkış yapan nüfus artış eğrisinde önemsiz bir duraksama olarak ortaya çıkıyor. Rusya örneğini alalım: Birinci Dünya Savaşı ile Bolşevik Devrimi sırasındaki çatışmaların ve genel açlığın en yoğun olduğu dönemde, öngörülen barış zamanı nüfusu ile savaş zamanının gerçek nüfusu arasındaki bağlılaşımda (korelasyon) yanılma oranı yalnızca yüzde birkaç puandan ibarettir. Çatışmaların sona ermesinden bir on yıl sonra, Rus nüfusu kayıplarını tam olarak kapatmış ve eğer savaş ve devrim hiç olmamış olsaydı nüfus artış eğrisinde nerede yer alacak idiyse yine aynı yere varmıştır. Bir başka örnek: Vietnam’da, kara ve hava savaşlarının olağanüstü yoğunluğuna karşın, nüfus 1960’lı yıllar boyunca düzenli biçimde artmıştır.
Michigan Üniversitesinden Frank Livingstone İkinci Dünya Savaşı gibi yıkımlara gönderide bulunarak gayet açıkça şöyle demektedir: “Biz bu toplu öldürmelerin bir kuşak içinde yaklaşık bir kez baş gösterdiğini düşünürsek bunların nüfus artışı ya da boyutu üzerinde hiç etkili olmayacağı sonucuna varılması kaçınılmaz görünmektedir. “Bunun bir nedeni, ortalama kadının son derece doğurgan olması ve çocuk doğurabileceği yirmi beş ila otuz beş yıl içinde kolaylıkla sekiz ya da dokuz çocuk doğurabilmesidir. İkinci Dünya Savaşı’nda, savaştan kaynaklanan ölümlerin sayısı nüfusun yüzde 10’unun altında kalmış, ve her kadın başına düşen doğumların sayısındaki küçük bir artış bu açığı birkaç yıl içinde kolayca kapatabilmiştir. (Çocuk ölüm oranlarındaki bir düşme ve ölüm oranındaki genel bir düşme de buna destek olmuştur.)
Maring’ler arasındaki savaş ölümlerinin gerçek oranlarını ben size söyleyemem. Ama Yanomamo’lar arasında, Brezilya ve Venezuela arasındaki sınırda yerleşik olan ve dünyanın en sasvaşçı ilkel gruplarından biri olmakla ün salmış bulunan bir kabile içinde, yetişkinlerin yaklaşık yüzde 15’i bir savaş sonucu ölmektedirler. Yanomamo’lar hakkında gelecek bölümde söyleyeceğim daha bir çok şey var.
Nüfus kontrolünün bir aracı olarak savaşın etki payını düşüren en önemli neden dünyanın her yerinde asıl savaşçıları ve savaş alanlarındaki çatışmaların başlıca kurbanlarını erkeklerin oluşturmasıdır. Örneğin, Yanomamo’lar arasında, çarpışmalarda ölen yetişkin kadınların oranı ancak yüzde 7 iken, bu oran yetişkin erkekler için yüzde 33’tür. Andrew Vayda’ya göre, Maring’lerin uğradığı en kanlı bozgunun sonucundaki yitiklerin sayısı yenilgiye uğramış bir klanın üç yüz kişilik bir nüfusu içinde on dört erkek, altı kadın, ve üç çocuktur. Çarpışmalardaki erkek ölümlerinin Tsembaga’lar gibi grupların üreme gizilgüçleri üzerindeki etkisi hemen hemen yok sayılabilir. Tek bir büyük çarpışmada yetişkin erkeklerin yüzde 75’i bile öldürülmüş olsa, yaşamda kalan kadınlar bu açığı bir tek kuşak içinde kolaylıkla kapatabilirler.
İlkel toplumların büyük çoğunluğu gibi, Maring’ler ve Yanomamo’lar da çok karılı toplumlardır, yani bir çok erkeklerin birkaç karıları vardır. Bütün kadınlar çocuk doğurabilecek duruma gelir gelmez evlenirler ve yaşamlarının üretkenliği süresince evli kalırlar. Herhangi normal bir erkek insan genellikle doğurgan dört ya da beş kadını gebe bırakabilir. Bir Maring erkeği ölünce, dul kadını kendi aile çevrelerine eklemeyi bekleyen bir çok erkek kardeşler ve yeğenler vardır. Geçim sorunu açısından bile, erkeklerin büyük çoğunluğu tamamıyla gereksizdir, ve savaşta ölmeleri onların dul eşleri ve çocukları için hiç de öyle aşılmaz güçlükler yaratmaz. Önceki bölümde belirttiğim gibi, Maring’ler arasında asıl bahçıvanlık ve domuz yetiştiriciliği işlerini yapanlar zaten kadınlardır. Bu durum bütün dünyadaki ‘kes ve yak’ geçim dizgeleri için de geçerlidir. Erkekler orman örtüsünü yakmak suretiyle bahçeciliğe katkıda bulunurlar, ama kadınlar bu ağır işi kendi başlarına yetkin biçimde başaracak güçtedirler. İlkel toplumların büyük çoğunluğunda, her ne zaman ağır yükler taşınacak olsa – yakılacak odun ve tatlı patatesle dolu sepetler gibi – kendilerine elverişli “yük hayvanları” olarak bakılanlar, erkekler değil, kadınlardır. Maring erkeklerinin geçime yaptıkları katkının en düşük düzeyde kaldığı dikkate alınırsa, nüfusun kadın yüzdesi ne denli yüksek olursa, besin üretimindeki genel verimlilik de o denli yüksek olur. Besin söz konusu olunca, Maring erkekleri domuzlara benzerler: Onlar ürettiklerinden çok daha fazlasını tüketirler. Eğer kadınlar ve çocuklar çabalarını erkekler üzerinde değil de domuz yetiştirme işinde yoğunlaştırsalardı daha iyi beslenirlerdi.
O halde Maring savaşının çevreye uyarlanma açısından önemi savaş ölümlerinin nüfus artışı üzerindeki kaba etkisinden ibaret olamaz. Tersine, sanırım savaş Maring ekosistemini oldukça dolaylı ve az bilinen iki sonucuyla korumaktadır. Bunlardan biri savaşın bir sonucu olarak, bazı yerel grupların en verimli bahçe alanlarını besleme güçlerinin altındaki bir noktada terk etmeye zorlanmalarıdır. İkincisi, savaş kız çocuğu ölüm oranını arttırır, ve böylece savaştaki erkek ölümlerinin demografik açıdan önemsiz olmasına karşın, savaş bölgesel nüfus artışını düzenlemekte etkili bir rol oynar.
Önce, en verimli bahçe alanlarının terk edilmesini açıklamak isterim. Bir savaş bozgunundan sonra yıllar boyunca, ne yenenler ne de yenilgiye uğrayanlar, yenik grubun en iyi, orta yükseltili, yedek ormanlıklarından ibaret olan en önemli bahçelik arazileri kullanmazlar. Bu terk etme olayı, geçici de olsa, bölgenin taşıma gücünü sürdürmesine destek olur. Kundegai’ler Tsembaga’ları yendiklerinde bahçeleri harap ettiler, meyve ağacı korularını yok ettiler, mezarlıkları ve domuz fırınlarını kirlettiler, evleri yaktılar, bulabildikleri yetişkin domuzların hepsini kestiler, ve bütün domuz yavrularını kendi köylerine götürdüler. Rappaport’un dediği gibi, yapılan talanlar ganimet elde etmekten çok, Tsembaga’ların kendi topraklarına dönmelerini güçleştirme amacına yönelikti. Kundegai’ler Tsembaga’nın ata ruhlarının öç almasından korktukları için, kendi topraklarına döndüler. Onlar orada bazı sihirli savaş taşlarını kutsal bir sığınağa file torbalar içinde astılar. Kundegai’ler gelecek domuz şenliğinde kendi atalarına şükranlarını sunabilinceye kadar bu taşları aşağı indirmediler. Taşlar yukarıda kaldıkları sürece, Kundegai’ler Tsembaga’ların ata ruhlarından korkmaktaydılar ve Tsembaga toprakları üzerinde bahçeler kurmaktan ve avlanmaktan kaçındılar. Durum öyle oldu ki, sonunda terk edilmiş toprakları Tsembaga’ların kendileri yeniden işgal ettiler. Dediğim gibi, başka savaşlarda yenenler ya da onların bağlaşıkları en sonunda bozgunlarla geçici olarak boş bırakılan toprakları kullanmışlardır. Ama ne olursa olsun, bir bozgunun hemen görülen etkisi yoğun olarak” işlenmiş orman bölümlerinin nadasa bırakılması ve önceden kullanılmamış olan toprakların – savaşı yitirenin arazisinin sınır topraklarının – ekime açılmasıdır.
Yeni Gine’nin dağlık yörelerinde, öteki bütün tropikal orman bölgelerinde olduğu gibi, aynı alanın ardı ardına yakılıp kesilmesi ormanın kendini yenileme güçlerini tehlikeye sokar. Birbirini izleyen yakmalar arasındaki zaman aralığı eğer çok kısa olursa, toprak kuruyup sertleşir ve ağaçlar kendi kendilerini tohumlayıp yeniden gelişemezler. Bahçe alanlarını çayırlar kaplar, ve doğal yaşam ortamının zengin ve birincil ormanı bütünüyle adım adım yarıntılarla parçalanmış ve aşınmış otlaklara dönüşür ki buraları artık geleneksel türdeki tarım için kullanılamaz. Dünyanın her yanındaki milyonlarca acre’lık otlakların bu zincirleme oluşumun ürünü oldukları bilinmektedir. Maring’ler arasında, ormanın yokedilmesi görece küçük çapta olmuştur. 1953’de Tsembaga’ları bozguna uğratan grup olan Kundegai’ler gibi geniş ve saldırgan grupların bölgelerinde yer yer bazı otlaklar ve değeri azalmış ikincil orman parçaları bulunur. Ama ormanı kaldırabileceğinden daha fazla sayıda domuz ve insanı beslemeye zorlayan çabaların yaşamı yok eden sonuçlan, Yeni Gine’nin dağlık yörelerinin yakınındaki bir çok bölgede açıkça görülür. Örneğin, Ulusal Sağlık Enstitüleri’nden Dr. Arthur Sorenson tarafından yakınlarda Güney Fore hakkında yapılan bir araştırma göstermiştir ki Foreliler Central Range’in dört yüz mil karelik bir alanı üzerindeki büyük ormanlarına geniş çaplı onarılmaz zararlar vermişlerdir. Bakir ormanların daha derinliklerinde yerleşme deviniminin ardından, bahçe ve küçük köy alanlarının yerini Kunai’nin sık otları almıştır. Parçalanmış ormanın genel durumu, yıllar boyu bahçecilik yapılmış olan bölgelerde görülebilir. Sanırım ayinlerle zamanlanmış savaş çevrimi rumbim barışı, ve domuz kesimi Maring’lerin doğal yaşam ortamını benzer bir yıkıma karşı korumakta yardımcı olmuştur.
Törensel çevrim sırasında meydana gelen bütün o acayip olaylar arasında rumbim fidanlarının dikilmesi, domuz kesimi, sihirli savaş taşlarının bir yere asılması, ve savaşın kendisi -yalın bir zamanlama konusu üzerimde her şeyden daha şaşırtıcı bir etki yapmıştır. Maring bölgesinde, bahçelerin otlağa dönüşme tehlikesi olmadan yakılıp yeniden ekilebilir duruma gelmelerinden önce en az on ila on iki yıl aralıksız olarak nadasa bırakılmaları gerekir. Domuz şenlikleri de bir kuşak içinde yaklaşık iki kez – ya da her on ila on iki yılda bir yapılır. Bu sırf bir rastlantı olamaz. O halde sanırım sonunda artık şu soruyu yanıtlayabiliriz “Maring’ler atalarına şükranlarını sunmak için yeter sayıda domuza ne zaman sahip olurlar?” Yanıt: “Onlar bozguna uğramış olan grubun eski bahçe alanlarında yeniden orman yetiştiği zaman yeter sayıda domuza sahip olurlar.”
Maring’ler, ‘kes ve yak’ yolunu izleyen öteki insanlar gibi, “ormanı yiyerek” — ağaçları yakıp küllerine ekin ekmek suretiyle – yaşarlar. Ayinsel çevrim ve törenselleşmiş savaş onları çok fazla ormanı çok hızlı yemekten alıkoyar. Bozguna uğrayan grup bahçeler için en uygun fiziksel özelliklere sahip topraklardan çekilir. Bu durum anılan insanların ve domuzlarının ürünleri çok fazla sömürdükleri için tehlikeli duruma düşürdükleri topraklarda orman örtüsünün yeniden gelişmesine olanak sağlar. Bozguna uğramış bulunanlar, bağlaşıkları arasındaki geçici barınmaları sırasında topraklarının bazı bölümlerini, ama düşmanlarından uzakta büyük ormanda verimsizleşmemiş alanlardaki bazı topraklan kullanmak üzere geri dönebilirler. Eğer, bağlaşıklarının yardımıyla, çok fazla domuz yetiştirmeyi ve eski güçlerini kazanmayı başarırlarsa, kendi topraklarını yeniden ele geçirmeye ve oraları bir kez daha tam üretim sürecine katmaya çalışırlar. Savaş ve barış, güçlülük ve güçsüzlük, çok domuz ve az domuz, merkez bahçeleri ve çevre bahçeleri biçimindeki düzünsel (ritmik) oluşum, komşu klanların hepsinde- ki benzer devinimleri akla getirir. Her ne kadar kazananlar düşmanın topraklarını hemen işgal etmeyi pek düşünmezlerse de, bozguna uğramış düşmanın sınırına savaştan öncekine göre daha yakın olan bahçeleri ekerler. En önemlisi, onların domuz nüfusunda çok ciddi bir azalma olmuş, böylece toprağın taşıma gücünün eşiğine doğru yaklaşan ilerlemenin hızında hiç olmazsa bir yavaşlama sağlanmıştır. Domuz nüfusu maksimuma yaklaştığı zaman, kazananlar sihirli savaş taslarını aşağı indirirler, rumbim fidanlarını sökerler, ve işgal edilmemiş ve yeniden geliştirilmiş olan toprağa girmek için hazırlık yaparlar- eğer eski düşmanları hala çatışamayacak kadar zayıfsa bunu barışçı yollarla, yok eğer eski düşmanları kendi yerlerine dönmüşlerse bunu hınçla yaparlar.
İnsanların, domuzların, bahçelerin, ve ormanların birleşik düzünsel (ritmik) yaşamlarında domuzların dünyanın başka yerlerindeki domuzlukla bağdaşmaz nitelikte görülen törensel bir kutsallığa neden sahip olduklarını pekala anlayabiliriz. Yetişkin bir domuz yetişkin bir insan kadar orman yediği için, birbirini izleyen her düzünsel olgunun doruğunda domuz kesimi insan kesimini azaltır. Ataların domuz özlemi çekmelerinde şaşılacak bir şey yoktur; aksi takdirde onlar kendi oğullarını ve kızlarını “yemek” zorunda kalacaklardı!
Bir sorun daha var. Tsembaga’lar 1953 bozgununda topraklarından olunca,yedi değişik yerel topluluğa sığınmak istediler. Bazı durumlarda, onların birlikte yaşamak için yanlarına gittikleri klanlar Tsembaga’ların yenilgisinden önce ve sonraki savaşlardan dolayı gelen yeni “sığınmacılar”ı da kabul etmiş bulunuyorlardı. Bu nedenle, görünen odur ki, bozgun gruplarının topraklarına yönelik çevresel tehlike sadece bir yerden başka bir yere kaymış, ve çok geçmeden sığınmacılar ev sahiplerinin ormanlarını yiyip bitirmeye başlamışlardır. O halde insanların sırf yerlerinden edilmeleri nüfusun çevreyi bozmasını önlemeye yeterli değildir. Nüfustaki gerçek artışı sınırlamanın da bir yolu olmalıdır. Bu durum bizi az önce belirttiğim ilkel savaşın ikinci sonucuna götürür.
İlkel toplumların büyük çoğunluğunda, savaş nüfus kontrolünün etkili bir aracıdır çünkü gruplar arasında sık sık baş- gösteren çetin çatışmalar kız çocukların değil erkek çocukların yetiştirilmesini özendirir. Yetişkin erkeklerin sayısı ne denli çok olursa, el silahlarına bağımlı bir grubun çatışma alanına sürebileceği askersel güç de o denli güçlü olur ve grubun komşularından gelen baskıya karşı toprağını koruma olasılığı da o denli artar. Amerikan Doğa Tarihi Müzesi’nden William T. Divale tarafından 600’ü aşkın ilkel topluluk üzerinde yapılan demografik bir araştırmaya göre, (yaklaşık 15 yaşına kadar olan) gençlik ve çocukluk döneminde erkek çocukların kız çocuklar üzerinde sayıca olağanüstü dengesizlik gösteren tutarlı bir üstünlüğü vardır. Erkek çocukların kız çocuklara oranı ortalama 150:100’dür, ama bazı gruplarda erkeklerin sayısı kızların iki katına bile çıkmaktadır. Tsembaga’larda erkek çocukların kızlara oram 150:100 ortalamasına yakındır. Ama, Divale’in araştırmasında yetişkin çağ gruplarına baktığımızda erkeklerle kadınlar arasındaki ortalama oran bire yaklaşır ki bu durum olgun erkeklerin, ölüm oranının olgun kadınlarınkinden daha yüksek olduğunu gösterir.
Savaş kayıpları yetişkin erkekler arasındaki ölüm oranının daha yüksek olmasının en geçerli nedenidir. Maring’ler arasında, erkek savaş kayıpları kadın kayıplarını 10:1 oranında aşmaktadır. Ama genç ve çocuk yaş kategorilerindeki bu ters yönlü durumu nasıl açıklamalı?
Divale’in yanıtı şöyle: Bir çok ilkel gruplar açıkça kız çocuklarını öldürme yolunu izliyorlar. Kız çocuklarını ya bozuyorlar ya da kolayından çalılıklar arasına atıp ilgisiz kalıyorlar. Ama çocuk öldürmenin daha sıklıkla yapılanı gizli olandır, ve genellikle insanlar bunu yaptıklarını yadsırlar – tıpkı Hindu çiftçilerin kendi ineklerini öldürdüklerini yadsımaları gibi. Hindistan’da sığırlar arasındaki dengesiz eşey (cinsiyet) oranı gibi, insanlarda kız ve erkek çocuk ölümü oranları arasındaki ayrım genellikle bebeğin yaşamına yapılan dolaysız saldırının değil, ama savsama yoluyla onun bakımsız bırakılmasının sonucudur. Çocuklarının beslenme ya da korunma amacıyla ağlamalarına bir ananın gösterdiği duyarlılıkdaki küçük bir ayrım bile insanların eşey oranlarındaki bütün dengesizliği toplam olarak açıklayabilir.
Kız çocuklarının öldürülmesi adetinin ve erkek çocuklara gösterilen ayrıcalı davranışın açıklanması ancak son derece güçlü bir kültürel erkler dizgesiyle sağlanabilir. Kesin bir biyolojik anlayışla bakılırsa, kadınlar erkeklerden daha değerlidirler. Erkeklerin büyük çoğunluğu üreme açısından gereksizdirler, çünkü bir erkek yüzlerce kadını gebe bırakabilmektedir. Yalnızca kadınlar çocuk doğurabilirler ve (biberonları ve ana sütü yerine sütümsü yapay mamaları bulunmayan toplumlarda) bebekleri yalnızca kadınlar emzirebilirler. Eğer bebeklere karşı herhangi bir cinsel ayrımcılık söz konusu olacaksa, insan burada erkek bebeklerin kurban edilmelerini öngörür. Ama bunun tersi olmuştur. Eğer biz kadınların fiziksel ve zihinsel yönden erkeklerin herhangi bir yardımı olmadan üretimin ve geçimin bütün temel görevlerini yürütebilecek güçte olduklarını kabul edersek anılan paradoksun anlaşılması daha da güçleşir. Kadınlar erkeklerin yapabilecekleri her işi yapabilirler, ne var ki kaba gücün gerekli olduğu yerlerde belki bunu biraz verim düşüklüğü ile başarırlar. Onlar eğer kendilerine öğretilir ya da öğrenmelerine izin verilirse, yaylar ve oklarla avlanabilirler, balık tutabilirler, tuzak kurabilirler, ve ağaç kesebilirler. Dünyanın her yanında onlar bahçelerde ve tarlalarda ağır yükler taşıyabilirler ve taşırlar, tarım çalışması yapabilirler ve yaparlar. Maring’ler gibi ‘kes ve yak’ yöntemiyle çalışan bahçe tarımcıları arasında, asıl besin üreticileri kadınlardır. Buşmanlar gibi avcı grupları” arasında bile, grubun beslenme gereksinimlerinin üçte ikisinden fazlası kadın işgücü tarafından sağlanır. Aybaşı hali ve gebeliğe bağlı sıkıntılara gelince, kadınların kurtuluşunun çağcıl önderleri işlerin ve üretim etkinliklerinin büyük bölümünde çalışma programlarında yapılacak küçük değişikliklerle bu “sorunlar”ın kolaylıkla ortadan kaldırılabileceğini belirtirlerken çok doğru söylüyorlar. Cinsel bir işbölümü için ileri sürülen biyolojik temel çok saçmadır. Bir grup içindeki bütün kadınlar aynı zamanda aynı gebelik aşamasında bulunmadıkları sürece -avlanma ya da sürü gütme gibi – erkeklerin doğal ayrıcalığı olarak düşünülen ekonomik işlevler yalnızca kadınlar tarafından pek güzel yürütülebilir.
Eşeyin kendisinden başka, erkek özelliğini çok zorunlu kınlan bir insan etkinliği el silahlarını gerektiren silahlı çatışmadır. Ortalama olarak, erkekler kadınlardan daha uzun boylu, daha cüsseli, ve daha adalelidirler. Erkekler ayrıca mızrağı daha uzağa fırlatırlar, yayı daha bir güçlü çekerler, daha büyük’ bir sopa kullanırlar. Erkekler – saldırıda düşmana doğru ve yenilgide ondan uzaklaşırken – daha hızlı koşarlar. Bazı kadın özgürlüğü önderlerinin düşündükleri gibi kadınların da el silahlarıyla çarpışmak üzere eğitilebileceklerinin vurguyla belirtilmesi gerçeği değiştirmez. Eğer her hangi bir ilkel grup asker uzmanlar olarak erkekleri değil de kadınları eğitmeye kalkmışsa büyük bir yanlış yapmıştır. Böyle bir grup kesinlikle intihar etmiş olur çünkü bu konuda dünyanın hiç bir köşesinden inanılır tek bir örnek olay duyulmuş değildir.
Savaş bir topluluğun yaşamı sürdürme beklentisine erkekler ve kadınların yaptıkları katkının göreli değerini tersine çevirir. Savaşa hazır yetişkin erkek sayısını en çok artırmayı özendirmek suretiyle, savaş ilkel toplumları kadınların yetiştirilmesini sınırlamaya zorlar. İşte çatışmanın kendisi değil ama bu olgu savaşı nüfus artışım denetlemenin etkili bir aracı haline getirir. Her Maring’in bildiği gibi, çatışma alanına çok sayıda erkek göndererek onları orada tutmak suretiyle kendi kendilerine en çok yardım edenlere atalar da yardım ederler. Bu nedenle benim eğilimim daha çok şu görüşten yanadır ki ormanı korumak üzere, Maring’leri kadınlar yerine domuzlar ve erkekler yetiştirmeye yönlendirmesi ataların akıllı bir “oyun”udur.
İlkel savaşa yol açan pratik koşulları araştırmayı sürdürürken, benim hala göğüslemek zorunda olduğum soru, yerel grubun nüfusunu toprağın taşıma gücünün altında tutmak için neden daha az yeğin araçların kullanılmadığı sorusudur. Örneğin, eğer Tsembaga’lar sadece bir doğum kontrol tekniğiyle nüfuslarını sınırlamış olsalardı bu onlar için ve aynı biçimde çevre ortamları için daha iyi olmaz mıydı? Yanıt olumsuzdur, çünkü prezervatifin onsekizinci yüzyılda bulunmasından önce gebeliği önlemekte güvenli, görece zevk veren, ve etkili aletler hiç bir yerde kullanılmıyordu. Önceleri, çocuk öldürmenin dışında, nüfusu sınırlamanın en etkili “barışçıl” aracı çocuk düşürmeydi. Bir çok ilkel topluluklar zehirli karışımlar içmek suretiyle çocuk düşürme yollarını bilirler. Başka bazı topluluklar gebe anneye karnının çevresini kumaştan bir kemerle sıkıca sarmasını öğretirler. Yapılan başka her şey eğer sonuç vermezse, sırtüstü yatan bir annenin kamı üzerine onun bir arkadaşı bütün gücüyle atlar. Bu yöntemler bir hayli etkilidirler, ama bunların oğulcuğu öldürme sıklığına çok yakın bir oranda anne olacak kadını öldürme gibi sevimsiz bir yan etkisi vardır.
Gebeliği önlemenin ya da düşük yapmanın güvenli ve etkili araçlarından yoksun olmalarından dolayı, ilkel topluluklar kurumsallaşmış bulunan nüfus kontrol araçlarını henüz yaşamakta olan bireyler üzerinde odaklaştırmak zorunda kalırlar. Bu çabaların matıksal kurbanları çocuklardır – bunlar ne denli küçük olurlarsa o denli iyi olur – çünkü bir kez, direnemezler; İkincisi, onlara yapılan toplumsal ve özdeksel yatırım daha azdır; ve üçüncüsü, bebeklerle olan duygusal bağlan kesmek yetişkinler arasındakileri kesmekten daha kolaydır.
Benim bu uslamlamamı ahlaka aykırı ya da “uygarlık dışı” bulan herkes on sekizinci yüzyıl İngiltere’si üzerine yazılanları okumalıdır. Cinle sarhoş olmuş on binlerce anne bebeklerini düzenli olarak Thames ırmağına attılar ya da onları çiçek hastalığı kurbanı olanların giysileriyle sarmaladılar, çöp varillerinin içine bıraktılar, sarhoşluğun şaşkınlıkları içinde onları çiğneyip ezdiler, ve başka biçimlerde bebeklerinin yaşamlarını dolaysız ya da dolaylı araçlarla kısaltmanın bir yolunu buldular. Kendi zamanımıza gelince, ancak kendi erdemliliğimize keçi inadıyla bağlanmamızın inanılmaz bir kerteye varmasıdır ki, doğan her 1000 bebeğin ilk yıl içindeki ölüm oranının 250 olmasının yaygın olduğu azgelişmiş uluslarda çocuk öldürme suçlarının hala evrensel bir boyutta işlendiğini kabul etmekten bizi alıkoymaktadır.
Maring’ler kötü bir durumdan – gebeliği etkili biçimde önlemenin ve güvenli biçimde erken düşük yapmanın geliştirilmesinden önce insanlığın çektiği evrensel boyutlu sıkıntıdan sıyrılmak için elden geleni yaparlar. Erkek çocuğu ölümlerine •göre kız çocuğu ölümlerinin, daha yüksek oranda’• olmasını ya özendirirler ya da hoş görürler. Eğer kız bebeklere karşı ayrımcılık yapılmasaydı, bir çok erkek bebekler nüfus kontrolü gereksinmesi nedeniyle kurban edilirlerdi. Erkeklerin en çok sayıda yetiştirilmesini özendiren savaş, erkek çocukların yaşamı .sürdürme oranının kız çocuklarınkinden daha yüksek olmasının nedenidir. Ya da özet olarak, savaş ilkel toplumların kız evlatlar yetiştirmeyi göze alamadıkları zaman erkek evlatlar yetiştirmek için ödedikleri bedeldir.
İlkel savaşın incelenmesiyle varılan sonuca göre savaş, özel teknolojik, demografik, ve çevresel koşullarla bağlantıları içinde grubun duruma uyarlanma stratejisinin bir parçası olmaktadır. İnsanlık tarihinde silahlı çatışmanın neden böylesine yaygın olduğunu anlamak için öldürücü imgesel içgüdülerden ya da sırrına erilmez veya kaprisli güçlerden yardım dilemek zorunda değiliz. Durum böyle olunca, insanlık savaştan sağlayabileceği olası kazançtan daha çoğunu yitireceği için, bizim gruplararası çatışmaları çözmekte savaşın yerini başka bir aracın alacağı yolundaki umudumuz çok güçlüdür.
Marvin Harris,
İnekler Domuzlar Savaşlar ve Cadılar,
Kültür Bilmeceleri
Çeviren: M.Fatih Gümüş
İmge Yayınları