Yabancılaşmanın Çöldeki Yüzü: Hakkâri’de Bir Mevsim ve Yabancı Üzerine Bir Karşılaştırma
Ferit Edgü’nün Hakkâri’de Bir Mevsim’i ile Albert Camus’nün Yabancı’sı, insan varoluşunun kıyılarında gezinen iki eserdir. Her ikisi de bireyin kendi benliğiyle, toplumla ve evrenle yüzleşme serüvenini, farklı coğrafyalarda ve bağlamlarda ele alır. Hakkâri’de Bir Mevsim’deki adsız anlatıcı, uzak bir köyde sürgünlüğün ve yabancılığın ağır yükü altında ezilirken, Camus’nün Meursault’su absürt bir dünyanın soğuk kayıtsızlığı içinde varoluşunu sorgular. Bu metin, iki eserin ortak ve ayrışan noktalarını, bireysel kriz ile toplumsal dışlanmanın kesişiminde derinlemesine inceler ve Hakkâri’de Bir Mevsim’in politik bir distopya mı, yoksa bireysel bir varoluş krizi mi olarak daha iyi anlaşılabileceğini değerlendirir.
Sürgünün ve Kayıtsızlığın Ortak Dili
Hakkâri’de Bir Mevsim’de adsız anlatıcı, bir kaza ya da belirsiz bir olay sonucu kendini Hakkâri’nin Pirkanis köyünde bulur. Bu köy, onun için bir sürgün mekânıdır; dilini bilmediği, kültürünü anlamadığı, fiziksel ve manevi olarak yabancı olduğu bir dünyadır. Anlatıcı, köyün yoksulluğu, karla kaplı izolasyonu ve iletişim zorluklarıyla mücadele ederken, kendi benliğini tanıyamaz hale gelir. Camus’nün Meursault’su ise, Cezayir’in güneşle kavrulan sokaklarında, toplumsal normlara kayıtsız bir yaşam sürer. Annesinin ölümü, sevgilisiyle ilişkisi ya da bir cinayet işleyişi, onun için anlamdan yoksun olaylardır. Her iki karakter de, içinde bulundukları dünyayla bağ kuramamanın sancısını taşır. Ancak Meursault’nün kayıtsızlığı, absürt felsefenin bir yansıması olarak bilinçli bir kopuşken, Edgü’nün anlatıcısı, sürgünün zoraki yabancılığı içinde debelenir. Meursault’nün dünyası, evrenin anlamsızlığına teslim olmuş bir sükûnet taşırken, anlatıcı, köyün çetin koşullarında hayatta kalmak için mücadele eder. Bu karşıtlık, iki eserin varoluşsal krizlere yaklaşımındaki farklı tonları ortaya koyar: biri evrensel bir absürtlüğü kucaklarken, diğeri yerel bir yabancılığın pençesinde çırpınır.
Toplumun Dışlayıcı Bakışı
Meursault, toplumun ahlaki normlarına uymadığı için yargılanır. Annesinin cenazesinde gözyaşı dökmemesi, sevgilisi Marie ile hemen ertesi gün denize gitmesi, onun “yabancı” olarak damgalanmasına yol açar. Toplum, onun kayıtsızlığını bir suç olarak görür ve cinayet davasında, işlediği fiilden çok bu kayıtsızlığı cezalandırılır. Hakkâri’de Bir Mevsim’de ise anlatıcı, köy halkıyla dil ve kültür bariyerleri nedeniyle bağ kuramaz. Tercüman Halit aracılığıyla iletişim kurmaya çalışsa da, köyün bilge muhtarı ve diğer sakinler, onu bir “misafir” ya da “kazazede” olarak algılar. Anlatıcı, ne köyün bir parçası olabilir ne de kendi kimliğini tam anlamıyla koruyabilir. Her iki eserde de toplum, bireyi dışlayan bir ayna işlevi görür. Meursault’nün kayıtsızlığı, toplumun ahlaki beklentilerine bir başkaldırı olarak okunabilirken, Edgü’nün anlatıcısı, toplumun değil, coğrafyanın ve koşulların dayattığı bir yabancılığa mahkûmdur. Bu noktada, Yabancı’nın absürt bireyciliği, bireyin topluma karşı özgür ama trajik duruşunu yüceltirken, Hakkâri’de Bir Mevsim, bireyin toplumsal ve coğrafi bir sürgünle ezilişini resmeder.
Varoluşun Sınırlarında: Anlam Arayışı
Meursault’nün absürt dünyası, evrenin anlamsızlığına dair bir farkındalığı yansıtır. Camus’nün felsefesine göre, insan, evrenin kaotik doğasına anlam yüklemeye çalıştıkça absürtlükle yüzleşir. Meursault, bu yüzleşmeyi kabullenir; cinayetten sonraki mahkeme sürecinde bile, hayatın anlamsızlığını bir özgürlük olarak kucaklar. Öte yandan, Hakkâri’de Bir Mevsim’deki anlatıcı, anlam arayışında daha karmaşık bir yolda yürür. Köydeki çocuklara okuma-yazma öğretme çabası, salgın hastalıklara karşı mücadele, ve isimsiz mektuplar yoluyla yazma telkini, onun varoluşsal bir çabadaki ısrarını gösterir. Ancak bu çaba, köyün sert koşulları ve anlatıcının kendi içsel bulanıklığı karşısında sık sık kesintiye uğrar. Meursault’nün aksine, anlatıcı, absürtlüğü kucaklamaktan çok, ona karşı bir direnç geliştirir. Bu direnç, onun varoluşunu anlamlandırma çabası olarak okunabilir; ancak köyün izolasyonu ve kendi yabancılığı, bu çabayı bir sis perdesiyle örter. Camus’nün absürt felsefesi, bireyin anlamsızlıkla barışmasını önerirken, Edgü’nün anlatıcısı, bu barışa ulaşamadan, varoluşsal bir sıkışmışlık içinde salınır.
Sürgün ve Distopya: Bağlamsal Bir Ayrım
Hakkâri’de Bir Mevsim’in politik bir distopya mı, yoksa bireysel bir varoluş krizi mi olduğu sorusu, eserin çok katmanlı yapısını anlamak için kilit önemdedir. Eser, yüzeyde, bir öğretmenin uzak bir köydeki yalnızlığını ve yabancılığını anlatır; ancak bu anlatı, politik ve toplumsal bir eleştiri barındırır. Anlatıcının köydeki varlığı, devlet otoritesinin kenar bölgelerdeki ihmalkârlığını, bürokratik vurdumduymazlığı ve merkez-çevre arasındaki uçurumu gözler önüne serer. İl Milli Eğitim Müdürlüğü’nün duyarsızlığı, sağlık hizmetlerinin yetersizliği ve anlatıcının isimsiz mektuplarla karşılaştığı belirsizlik, devletin birey üzerindeki baskıcı ve ihmalci yüzünü yansıtır. Bu bağlamda, eser, bir distopya olarak okunabilir: bireyin devlet ve toplum tarafından yalnız bırakıldığı, adeta unutulduğu bir dünya. Ancak anlatıcının iç dünyasındaki çalkantılar, yazma eylemine teşvik edilmesi ve kendi kimliğini sorgulaması, eseri bireysel bir varoluş krizine de yaklaştırır. Meursault’nün aksine, Edgü’nün anlatıcısı, bu krizi çözmek için bir çıkış yolu arar; ancak bu arayış, köyün fiziksel ve manevi zorlukları karşısında çoğu zaman sonuçsuz kalır.
İki Eserin Felsefi Mirası
Camus’nün Yabancı’sı, absürt felsefenin bir manifestosu olarak, bireyin evrenin anlamsızlığına karşı duruşunu kutlar. Meursault, toplumun dayattığı anlamları reddederek, kendi varoluşsal özgürlüğünü bulur. Bu özgürlük, trajik bir bedel ödese de, bireyin kendi gerçeğiyle barışmasını simgeler. Hakkâri’de Bir Mevsim ise, bireyin özgürlüğünü değil, onun sıkışmışlığını vurgular. Anlatıcı, ne köyün bir parçası olabilir ne de kendi kimliğini yeniden inşa edebilir. Bu sıkışmışlık, hem bireysel bir krizin hem de toplumsal bir dışlanmanın ürünüdür. Eser, politik bir distopya olarak, devletin ve toplumun birey üzerindeki tahakkümünü eleştirirken, aynı zamanda bireyin kendi varoluşunu anlamlandırma çabasını merkeze alır. Bu nedenle, Hakkâri’de Bir Mevsim, salt bir distopya ya da salt bir varoluş krizi olarak değil, bu ikisinin kesişiminde bir eser olarak daha iyi anlaşılır. Anlatıcının sürgünü, hem fiziksel bir coğrafyada hem de kendi benliğinin koridorlarında gerçekleşir; bu da eseri, Camus’nün absürt dünyasından farklı bir varoluşsal zemine yerleştirir.
Yabancılaşmanın İki Yüzü
Hakkâri’de Bir Mevsim ve Yabancı, yabancılaşmanın farklı yüzlerini resmeder. Meursault’nün absürt dünyası, bireyin evrenle ve toplumla bağını kopararak özgürleşmesini önerirken, Edgü’nün anlatıcısı, sürgünün ve yabancılığın ağırlığı altında bir anlam arayışına sürüklenir. Hakkâri’de Bir Mevsim, politik bir distopya ile bireysel bir varoluş krizinin iç içe geçtiği bir anlatı sunar. Eser, devletin ve toplumun birey üzerindeki baskısını eleştirirken, aynı zamanda bireyin kendi benliğiyle yüzleşme çabasına odaklanır. Bu nedenle, eseri tek bir kategoriyle sınırlamak yerine, her iki boyutu da kucaklayan bir yapıt olarak okumak, onun derinliğini daha iyi anlamayı sağlar.


