Georg Lukacs’ta Gerçekçilik – Korkut Köseoğlu

?Edebiyatta gerçekçilik, yüzyıllar boyunca, git gide gelişmiştir. Fakat gerçekçilik düşüncesi ve kavramın kendisi 19.yy ortasında oluşmuştur.? Önce Puşkin(1799?1837), daha sonra da Belinski (1811?1848) geçmişte yaşamış kimi yazarlarda ortak bir niteliğe değinmişlerdi. Bu ortak nitelik gerçekçilikti.
Önceleri bu ortak yön sanat eserindeki karakterlerin çok yönlülüğüyle ortaya çıkmıştı. Çok yönlülük, olaylar, koşullar ve değişik durumlarda karakterlerin nasıl davrandıklarıyla kendisini gösteriyordu. Eğer yazar yarattığı kahramanların eylem, ilişki ve yaşantılarını oluştururken, onların toplumsal karakterinin gerçeklikteki iç yasallıklarından hareket ederse, o eser için gerçekçi denirdi. Bunun aksine, yazar, karakterlerine gerçeklikteki yasallıklardan bağımsız kendi düşüncelerini yaptırırsa, ona gerçekçi olmayan eser denirdi.

19.yy ın Rus eleştirmenleri Belinski, Çernişevski(1828?1889) ve Dobrulyubov(1836?1861), sanatsal karakterin nesnel toplumsal-tarihsel koşullara ve durumlara bağlı bulunduğu düşüncesini temellendirmeye çalıştılar. Bu ilke aslında nedenselliği de beraberinde getiriyordu. Sanatsal karakterin eylemlerinin toplumsal-tarihsel durum ve koşullara bağlılığı, eylemlerinin nedenselliği içinde olmasını sağlıyordu. Karaktere biçimi veren ?durum ve koşullar? dendikte, yalnızca dışsal olaylar değil, kişileri belirleyecek toplumsal olaylar olarak kavranıyordu. Bu durumda o dönemin eleştirmenleri, bir esere gerçekçi diyebilmek için yazarın yarattığı karakterlerde, çağın toplumsal durum ve koşullarını kavrayıp kavramadığına bakıyorlardı. Eserde bu durum yeterince açık olarak ortaya çıkıyorsa bu esere gerçekçi diyorlardı.
Gerçekçi edebiyattaki karakter ile toplumsal durumun doğru açıklanabilmesi, ancak insanın özünün toplumsal ilişkilerde olduğunu açıklayan bir kuramla olabilirdi. Ancak, bu kez de sanatçının öznel düşüncesiyle, yaşamın gerçekliği arasında çelişkiler çıktı. Rus eleştirmenleri, yaşamın gerçekliğinin yansımasını eleştirilerine temel aldılar. Sanatçının edimlerine kaynaklık eden, sanatçının soyut düşünceleri değil, sanatçının dünyaya bakışı olmaktadır. İlginç olan şey, sanatçının dünyaya bakışıyla düşünceleri birbirlerine karşıt olabiliyordu. Çelişkili dünya görüşünü incelemenin anahtarını Lenin veriyor: ?Bilincindeydiler ama doğru kavrayamamışlardı.? Yani, bu tip yazarlar, toplumdaki değişimi, dönüşümü görüyorlar; ama bu durumu tarihsel-toplumsal kaynaklarını kavrayamıyorlardı.

G.Lukacs?ın Yaşamı
19.yy ın sonlarından 20.yy ın başlarına gelinceye kadar Plehanov, Lunaçarski, E.Bloch, A.Gramsci gibi gerçekçiliği inceleyen yazarlar olmuştu. G.Lukacs(1885-1971) da bu gelenekten gelen, gerçekten çok değerli bir edebiyatçıydı. Lukacs, hem edebiyatta hem de politikada etkin bir kişiydi. 1918?de Macaristan Komünist Partisi?ne girdi. 1919?da Bela Kun önderliğindeki Macar Sovyet Cumhuriyeti?nde Kültür ve Eğitim Komiserliği yaptı. 1923-33 arası Berlin?de yaşadı. 1924?te ?sol sapma? olarak, 1928?de ?sağ sapma? (Blumm Tezleri) olarak suçlandı. 1956?da ki ayaklanma çıktığında Macaristan Halk Cumhuriyeti?nde Kültür bakanıydı. Ayaklanma sırasında tutuklandı ve Romanya?ya sürüldü. 1957?de sıradan bir yurttaş olarak yaşama koşuluyla ülkesine döndü. 1971?deki ölümüne dek otuz kitap ve birçok deneme notları bırakmıştır.

Lukacs?ın Gerçekçiliğinin Temeli
Lukacs, yaşadığı dönemde emperyalist tehlikeye dikkat çekmişti. Üçüncü bir büyük savaş, nükleer savaş gibi tehlikeleri görmüş, buna karşı ?Barış Hareketi? içinde olmuştu. Lukacs?a göre, gerek emek kesimi, gerek burjuvazi kendi içinde bölünmüştür. Barış Hareketi?nin amacı ideolojik ayrılıkları bırakarak, emperyalizme cephe oluşturmaktı. Hegel?in deyimiyle ? özdeş olmama özdeşliği? aranmalıydı. Bir başka deyişle, belli bir amaç için birbirlerinden farklı düşünen kişilerin bir araya gelmesi olarak söyleyebiliriz. Lukacs, ?belli amaç? için şöyle söyler: ? Toplumun akla dayanan süreçlere oturtulabileceğine ve gerek tek tek, gerek yığın halindeki insan çabasının tarihsel olayları etkileyebileceğine yürekten inanmayan hiç kimse barış için çalışamaz.? İşte böylece ortak payda ortaya konmuş oluyordu. Edebiyatta gerçekçilik karşıtı bir akım olan yenilikçi akımla, gerçekçi edebiyatın incelenmesini bu bağlamda ele alacağız.

Yenilikçi Akım
Yenilikçi edebiyat eleştirmenlerinin ilk dikkati çeken özelliği, 19.yy yazarlarına ?geleneksel? diyerek, kendi benimsedikleri biçimsel ölçüler, üslup, teknik gibi sorunlara aşırı önem vermeleridir. Kendilerince yarattıkları üslup farklılıklarına dayanan sahte bir kutuplaşmayı temel tartışma olarak ortaya koymaktadırlar. Oysa, diyalektik göz ardı edilmiştir. Söz gelimi, iç monolog veya bilinç akışı yöntemi. Bunlar yenilikçi akımda bir anlatım tekniği değil de, romanı oluşturan temel öğe olduğunu görüyoruz. Thomas Mann?da iç monolog, bir durumu anlatmak için araç olarak kullanılırken, J.Joyce?da bilinç akışının kendisi amaç durumuna getirilmiştir. Böylece, roman, bilinç akımı için yazılmış bir eser olmuştur.
Aslında, burada açıkça görülen şey, temel dünya görüşü farklılığıdır. Bir yanda dinamik, gelişmeye açık görüş; öbür yanda ise, duyulara ve belleğe dayanan, amaçsız dünya görüşü vardır. Üslup açısından bakıldığında, yenilikçi akımda, sanki üslup ve öz(içerik) birbirlerinden ayrı şeylermiş gibi ele alınır. Oysa, bir sanat eserinde temel olan şey sanatçının dünya görüşüdür. Biçim, içerik buna göre belirlenir. Yani, biçim özün parçasıdır. ?Teknik? bir sorun değildir. Gerçekçi edebiyatın insan anlayışını Aristoteles?ten alır Lukacs : ?İnsan zoon politikondur.? Yani, insan toplumsal hayvandır. İnsan, toplumdan ayırt edilerek değerlendirilemez. Gerçekçi akımın bu anlayışının tersine, yenilikçilerde ise, insan doğuştan yalnız, toplum dışı, başka insanlarla ilişki kurmayı başaramayan tarih dışı bir varlıktır. Tarihin yadsınışı iki türlü ortaya çıkıyor. Birincisinde, söz gelimi roman kahramanı kendi yaşantısının sınırları içine hapsedilmiştir. Onu etkileyen, ya da onun etkilendiği herhangi bir şey yoktur. İkincisinde ise, kişinin kendi tarihi yoktur. Dünyaya atılmış biridir. Neyse odur, değişmez, değiştiremez.
Lukacs?ın ele aldığı bir başka kategori gizilliktir. Yani, bireyin içindeki olabilirlik, potansiyel anlamında kullanıyor. Gizillik, olanakları barındırdığı için gerçek dünyadan daha zengindir. Lukacs, gizilliği iki ayrı türde ele alır: soyut ve somut gizillik. İkisinin arasındaki farkı şöyle açıklar: ?Soyut gizillik tümüyle öznellik alanının bir parçasıdır; somut gizillik ise bireyin öznelliği ile nesnel gerçeklik arasındaki diyalektiğin parçasıdır.?(s.26) Bir kişinin çevresiyle ilişkisinden çıkar somut gizillik. Soyut gizillikle ayrıldığı nokta burasıdır. Buradan, soyut gizilliğin öne çıkarılmasının, somut dünyayla bağlantısız olduğu için, insanının gizilliğini yoksullaştırdığı sonucunu çıkarabiliriz. İnsanın aslı soyut bir öznellikle özdeş görülürse, insan kişiliği ister istemez parçalanmak zorunda kalır. Soyut ve somut gizilliğin özdeş sayılması, nesnel dünyanın açıklanamayacağı düşüncesinden çıkar. Lukacs, R.Musil, G.Benn, T.S.Elliot gibi yazarların bu duruma düştüklerini söyler. Lukacs, Yenilikçi edebiyatçılardan R.Musil?in açıklamasını aktarır: ?Şunu iyice belirtmem gerekir ki, tarihsel bir roman yazmış değilim. Gerçek olaylar beni ilgilendirmez. Olaylar, nasıl olsa, birbirlerinin yerini alabilirler. Beni ilgilendiren benzeri olmayan şeyler, gerçekliğin ?hortlaksı? denebilecek yanıdır.?
Yenilikçi akımın bir başka yanı da, okurlarını bir perspektiften (bakış açısından) yoksun bırakmasıdır. Lukacs bakış açısının önemini şöyle vurgular: ?Perspektif sanat eserinin yönünü ve özünü belirler: anlatımın değişik düşünce dizilerini sıraya kor; sanatçının önemliyle önemsiz, can alıcıyla geçici öğeler arasında bir seçim yapmasını sağlar. Kişilerin gelişme doğrultusunu da, yalnız gelişmede önemli olan özelliklerin betimlenmesini sağlayarak, perspektif duygusunu belirler.? Yenilikçi akım ise, bakış açısı yerine insanlık yazgısını koyar. Bu görüş beraberinde boğuntuyu getiriyor. Lukacs, boğuntu edebiyatının en önemli temsilcilerinden F.Kafka?nın Dava adlı romanından alıntı yapar. Roman kahramanı Joseph K. İdam edilmeye götürülüyordur, Kafka onun hakkında şöyle söyler: ? Sinekleri, sinek kâğıdından kurtulmaya çabalarken kopan küçücük ayaklarını düşünüyordu.? İnsanı sürekli bir çaresizlik havasına sokarak bunalttıkları açıkça görülüyor. Ancak, bu duruma geçici olarak heveslenenler için Lukacs şöyle uyarıyor: ?Çağın acımasızlığı karşısında umutsuzca kendi içine kapanan birey bu kimsesiz durumun büyüsüne kapılarak kendisinden geçebilir. Ama bunun arkasından yeni bir yılgı çıkagelir. Eğer gerçeklik anlaşılamıyorsa (ya da anlaşılması için herhangi bir çaba gösterilmiyorsa), kişinin öznelliği, ? evrendeki tek başına, yalnız kendisini yansıtması- aynı ölçüde anlaşılmaz ve ürkütücü bir nitelik kazanır.?
Yenilikçi edebiyatta Lukacs?ın incelediği bir başka kategori alegori*dir. ?Alegori, insanın nesnel gerçeklikten yabancılaşmasını betimlemeye en elverişli olan bir estetik anlatım yoludur.? Benzetmelerle, simgelerle anlatma içinde aşkınlığı barındırır. Bu aşkınlık, Lukacs?a göre, dünyanın ya da insan yaşayışının içkin bir anlamı olabileceğinin yadsınması demektir. Lukacs bu konuyu iki ayrı alanda ele alır. Birincisi plastik sanatlardaki alegoridir. Bu konuda araştırmalar yapmış yenilikçi eleştirmen Walter Benjamin?in Alman barok tiyatrosuyla ilgili yaptığı çalışmayla ortaya konduğunu görüyoruz. Yenilikçi akımın estetik sonuçları, barokla modern sanat arasındaki karşılaştırmadan ortaya çıkıyor. Lukacs, W.Benjamin?den aktarıyor: ?Alegoride tarihin ölü yüzü, donmuş bir eski zaman manzarası görünüşündedir. Tarih, içerdiği bütün acı başarısızlıkla bu insan yüzünde dile gelir. Ne anlatım özgürlüğü ne klasik uyum ne de insan duygusu vardır bu çizgilerde; ölümlülüğün bu en somut belirtisinde simgeleşen yalnız genel olarak insan varoluşunun değil, tek tek her insanın alınyazısıdır. Tarihi dünyanın çilesi olarak gören barok anlayışın, alegorik görüşün özü budur; tarihin ancak soysuzlaşma evrelerinde anlamı vardır. Anlam ölümlüğün bir işlevidir- çünkü soysuzlaşabilirlikten anlamlılığa geçişi belirleyen ölümdür.(?) Sonunda alegorinin eli boş kalmıştır. Derinliklerinde gizlenen kötülük güçleri varlıklarını bile alegoriye borçlu bulurlar. Kötülük, alegorinin temsil etmek istediği şeyin yokluğundan başka bir şey değildir.?
Alegoriyi ikinci olarak edebiyatta ele alabiliriz. Burada da karşımıza F.Kafka çıkıyor. Kafka?nın eserlerinde ortak tema, günümüz burjuva insanının umutsuzluğu ve mutlak anlamsızlığıdır. Eserlerinden, Dava?daki yargıçlar, Şato?daki yöneticiler Kafka?nın alegorilerindeki hiçliğin aşkınlığını temsil ederler. Eserlerinin en basit bölümlerinde bile bir karabasan havası vardır. İnanılmaz bir gözlemcidir Kafka. Romanlarındaki ayrıntılar boğuntulu, umutsuz bakışına hizmet ederler. Lukacs, bütün bunlardan sonra yenilikçi akımla ilgili görüşlerini şöyle özetler: ?Görürüz ki, yenilikçi akım yalnız geleneksel edebiyatın biçimlerini değil, doğrudan doğruya edebiyatın kendisini de yok etmektedir.?
Kafka?daki ayrıntılar öylesine canlı verilir ki, gerçek gibi görünür. İnsanın yaşadığı karabasan ancak böylesi bir ayrıntı canlılığıyla etkili bir şekilde anlatılabilirdi. Gerçekçi ayrıntı anlamsızlık duygusu iletmenin ön koşuludur. Aslında, ayrıntı gerçekçiliği kendi başına gerçekçilik karşıtlığı değildir; ama, gerçekliği kendi boğuntulu bakışı olarak ortaya koyması, ayrıntıların yalnızca bu boğuntuyu canlandırma işlevi vermesi sonucunu ortaya koyar. Bu duruma karşı-gerçekçilik diyebiliriz. Gerçekçi yazarlarla Kafka arasında ayrıntıyı kullanma bakımından ortaya çıkan teknik benzerliğin dünya görüşü benzerliği getirmediğini görüyoruz. Burada dünya görüşü sorununa geri dönersek, yazarın önemli olanla önemsiz olanı ayırması sanat için temeldir. Bu ayrımı yapan yazarın kişiliği gündeme gelebilir. Ancak, kişilik toplumdan ve çevre koşullarından bağımsız mutlak bir şey olmadığına göre, kişinin içinde bulunduğu ortam ve ilişkileri dünya görüşünü belirleyecektir.
Dünya görüşüyle edebiyattaki görüş arasındaki ilişkiye gelince, edebi eserde yaratılan tipin çağının durumunu doğru yansıtması beklenir. Ancak bu beklenti, siyasi olarak dünyanın durumuna ait beklentiyle uyuşması beklenmez. Sözgelimi, Balzac?ın siyasi beklentisi İngiltere?de olan siyasi dönüşümün Fransa?da da olması gerektiğiydi. Bu gerçekleşmedi. Ama bu durum Balzac?ı gerçekçi olmaktan uzaklaştırmaz. Çünkü, eserlerinde yarattığı tipler gerçekçi, çağının durumunu doğru yansıtıyordu.
Lukacs, gerçekçiliği incelerken yazarın dünya görüşünün toplumcu (sosyalist) gerçekçi olmasını zorunlu görmez. Onun için temel sorun, burjuva edebiyatı içinde o toplum düzenine eleştirel bakanlarla bakmayanlar arasındadır. Burjuva edebiyatı içinde gerçekçi eserleri olan insanlar sosyalist değildirler, olmak zorunda değildirler. Ancak onlar kendilerini sosyalizme kapamamışlardır.
19.yy da birçok önemli burjuva yazarı gerçekçi eserler vermişlerdir. Sözgelimi, Tolstoy siyasi olarak ilk Hıristiyanlık dönemine dönüşün insanlığın esenliğini sağlayacağını düşünmüştür. Eserleri gerçekçiliğin ender örneklerindendir. Lukacs?a göre önemli olan, yazarın dışa vurduğu görüşlerin hiççiliğe ve faşizme göz yumup yummadığıdır. Lukacs, eleştirel burjuva edebiyatıyla yenilikçi burjuva edebiyatı arasındaki farkı şöyle ortaya koyar: ?Yenilikçi edebiyat geleceğe dönük bir perspektiften (bakış açısından) yoksun aydının gözünde aslında ona bir karabasanı hatırlatacak olan olayları, oldukça incelmiş bir ustalıkla yüceltir. Eleştirel gerçekçiliğin burjuva hayatındaki olumlu ve olumsuz öğeleri ?tipik? durumlara dönüştürüp onları oldukları gibi göstermesine karşılık, yenilikçi anlayış burjuva yaşayışının bayağılığını ve boşluğunu bir takım estetik ustalıklarla yüceltmekten başka bir şey düşünmez. Bu eğilim doğalcılıkla başlamış, o günden beri de, gerek özün gitgide önemini yitirmesi, gerekse teknik inceliğin gitgide artmasıyla iyice yaygınlaşmıştır.?
Lukacs, A.Çehov?un ?Bir yazarın sadece sorduğu sorunun akla uygun olması gerekir. Birçok örneklerde, hatta Tolstoy?da bile, cevaplar akla uygun değildir. Fakat bu, sözkonusu eser akla uygun soruya dayanıyorsa, o eserin değerini düşürmez.? Sözleriyle aynı görüştedir. ?Akla uygun soru?yla, sosyalizmi reddetmeden oluşturulmuş bir dünya görüşü paraleldir.
Çağdaş gerçekçiliğin konusu insanın hem kendi içindeki, hem de öbür insanlarla arasındaki gerilim ve çelişkileri anlatmalıdır Lukacs?a göre. Zaten kapitalizm böylesi bir ortam için elverişlidir. Yazar, bu çelişkilerdeki düğüm noktalarını, toplumsal hayatla bireysel hayatın kesişme noktalarını bulup, uygun bir dille anlatmalıdır.
Gerçekçi yazarlara örnek olarak Thomas Mann?ı gösterir Lukacs. Mann?ın eserlerinde aşkınlık yoktur. Yer, zaman ve ayrıntılar belli bir tarihsel ve toplumsal duruma bağlıdır. Mann?ın anlattığı dünya bizim dünyamızdır. Yaşadığımız dünyanın karmaşıklığını derinlemesine ele alır, bu karmaşıklığın içindeki karanlık yanları, toplum içindeki köklerini araştırarak ortaya koymaya çalışır.
Lukacs, buraya kadar burjuva edebiyatının iki önemli tarafını ele aldı. Birinci kümede, karmaşık dünyayı çözümleyememiş, kendi boğuntulu durumunu insanlığın genel durumu gibi gösteren yazarlar. İkinci kümede ise, toplumu gerçeğe uygun yansıtan, Çehov?un ?akla uygun soru?sunu soran, insanlığın geleceğine olan iyimser inancını yitirmemiş yazarlar. Birinci kümenin örneği F.Kafka, ikincisinin T.Mann?dır.
Lukacs, yaşadığı dönemde faşizmin dünya için büyük tehlike olduğunu görmüş, bu bağlamda burjuva edebiyatındaki eleştirel gerçekçi yazarları önemsemişti. Kapitalizmi eleştiren, onu aşılamaz görmeyen yazar, savaşımında yalnız değildir. Toplumcu (sosyalist) gerçekçi yazarlarla aynı saftadırlar. Şimdi eleştirel gerçekçilikle sosyalist gerçekçilik arasındaki ilişkiyi ele alabiliriz.

Eleştirel Gerçekçilik Ve Sosyalist Gerçekçilik
Burada da ilk önce bakış açısı (perspektif) sorununu ele alarak başlar Lukacs. Sosyalist gerçekçi bir yazar için sorun, sosyalist bir toplum kurmadır. Böyle bir yazar, aynı zamanda, sosyalist gerçekçi eserleri bir sosyalist gözüyle, içerden değerlendirir. Bu aynı zamanda, eleştirel gerçekçi yazarlarla sosyalist gerçekçi yazarlar arasındaki farktır.
İçten bakışla dıştan bakış arasında şöyle bir fark vardır: İçten bakışta yazar, toplumsal çelişkilerin odağını bulur, sonra tipolojisini bu çelişkilerin çözümlenmesine yoğunlaştırır. Dıştan bakışta ise, yazar bireye bakarak çelişkilerini ortaya koyar. Bir tipoloji oluşturur. Sonra buna toplumsal anlam vermeye çalışır. Gerçekçi yazarlar her iki yöntemi de kullanırlar.
Eleştirel gerçekçi yazarlarla toplumcu (sosyalist) gerçekçi yazarlar arasında bir başka farkı şöyle açıklar Lukacs. Eleştirel gerçekçi yazarlar geçmişi ve bugünü kolayca anlayabilirler. Ancak, sosyalist gerçekçi yazarlar kadar geleceği doğru değerlendiremezler. Sosyalist gerçekçi yazarlarda hedeflenen ve toplumun önüne konmuş bir gelecek tasarımı vardır. Eleştirel gerçekçi yazarlar ise, kapitalizmi eleştirirler ama ona seçenek oluşturacak toplumsal tasarımdan uzaktırlar. Ancak, sosyalist bir dünya hedefi, kapitalizmle savaşta, eleştirel gerçekçilerin kullanabildiği bir araçtır.
Lukacs, özellikle sosyalist toplumların geçiş döneminde, eleştirel gerçekçi eleştirilerin toplumun gelişmesi yönünde olumlu katkı yapacağını söyler. Sosyalist toplumun ilerlemesiyle, eleştirel gerçekçi yazarların sosyalizme yakınlaşacağını umar. Toplumcu gerçekçi biçemin gelişmesindeki engelleri şöyle ele alır Lukacs. Toplumcu gerçekçiliğin yeni bir biçem olduğunu düşünürsek, yeniliğe olan direnç, geleneksel olana bağlılık gibi etmenler, bu yeni biçemin gelişmesinde engel olabilir. Ancak, Lukacs için en önemli engel toplumcu bakış açısının abartılmasıdır. Özellikle Sovyetler Birliği?nde yetkin, sorunların hemen çözüldüğü, neredeyse sorunsuz bir toplum görüntüsü veren eserler özellikle Stalin döneminde görülmüştü. 1936 yılında sınıfsız bir topluma geçildiğini söyleyen Stalin?in, edebiyatta da bu yönde eserler beklediği, cesaretlendirdiği bilinir. Lukacs bütün bunları toplumsal gerçekçiliğin önünde engel olarak görür. Böylesi bir yaklaşımın edebiyatı yoksullaştırması olağandır. Bu tür eserler genellikle şematik bir iyimserlikle biter. Oysa iyimserliğin tarihsel olarak ortaya konması beklenir. Aynı şekilde romanın içinde açıklayıcı kişilerin bulunması, kuramsal görüşü aktarma amaçlı olarak konmuş, olayların akışıyla ilgisi olmayan yamanmış varlıklardır. Bu tip romanlar da estetik değeri olmayan şeylerdir. Ayrıca, eleştirel gerçekçi yazarları sosyalizmden uzaklaştırır. Söz gelimi, bir köydeki vurguncunun anlatıldığı eserde, vurguncu hemen cezalandırılır; ya da, bir kadına çalışmalarından ötürü armağan olarak kuzu verilmek istenir, kadın toplumsal mülkiyeti özel mülkiyetten değerli bulduğu için kuzuyu almaz. Bütün bunlar toplumun yanlış değerlendirilmesi sonucu tipik olanın ortaya konamamasına neden olur. Lukacs, bir hikâye kahramanı için şöyle der: ?Bir hikâye kahramanı ancak öz benliği toplumdaki nesnel güçlerce belirlendiği zaman teknik anlamda tipik bir kahramandır.? Demek ki, böyle yazarlar, kendileri öznel olarak görmek istedikleri toplumu gerçek sandılar, öyle görmek istediler.
Bunların yanında, Lukacs kimi değerli sosyalist gerçekçi yazarlardan da söz eder. Gorki, Şolohov, Makarenko, A.Tolstoy, Trenov, Fedin, Anna Seghers, Tibor Dery bu yazarlardan birkaçıdır. Lukacs, sosyalist gerçekçiliğin önünde uzun bir yol olduğunu kavramıştır. Sanat alanında bir arada barış içinde yaşamanın, karşılıklı iyi niyet ve düşünce alış verişine dayanması gerektiğine inanır. Yenilikçi akım kuramcıları ve onların arkasındaki kapitalist odaklar, her fırsatta sosyalizme saldırmaktadır.
Lukacs, reel sosyalizmi değerlendirirken gerçekçidir. Olmasını istediğini gerçek gibi göstermemiştir. Gerçekçi edebiyattan beklediğini şöyle dile getirir: ?Halkın hayatıyla ilişkiyi kesmemek, halkın yaşam deneyimlerinin ilerici bir yönde gelişmesine katkıda bulunmak, edebiyatın üstlenmesi gereken en büyük ödev budur, bu olmalıdır.? Gerçekçi sanatçı için ise şöyle söyler: ? Her önemli gerçekçi sanatçı yaşam deneyimlerinden elde ettiği materyale kendince bir biçim ve üslup kazandırır ve bunu yapmak için de diğer birçok şeyin yanı sıra, soyutlama tekniklerinden yararlanır. Fakat amacı nesnel realiteyi yöneten yasalara nüfuz edip bunların gerçeğini kavramak, dolayımsız olarak algılanabilenle yetinmeyip, derinde olanı, saklı olanı, dolayımlı olarak algılanabilen toplumu oluşturan ilişkiler ağını ortaya çıkarmak ve bunu anlaşılır, görülür kılmaktır.?

Korkut Köseoğlu

Yazar Hakkında Bilgi
Korkut Köseoğlu, 1967 İstanbul doğumludur. Uludağ Üniversitesi İİBF mezunu, kurulduğundan beri İnsancıl Atölyesi katılımcısıdır. İnsancıl dergisinde ve Radikal gazetesinde edebiyat, estetik konularında makale ve denemeleri yayınlanmıştır.

Bir yorum

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir