Keder Perileri – Remziye Arslan

(*) On iki tane öykü. Göç öyküleri. Öykülerde kimler yok ki? Gözleri altı aydır kapanmayan, göç ettiği topraklarda ölmeyi bekleyen İhtiyar Sisê. Hatıra defterini bize sunan genç kızlığa adımı yeni atan Berivan. İstanbul’a yeni gelen Bingöllü bir adamın saçlarının içine girip O’nun midye satma hayallerine şahit olan bir poyraz. Yüzü değiştirilen, eski yüzü ile yeni yüzü arasında sıkışıp kalmış bir itirafçı. Karlı bir kış günü köylerini boşaltma emri alan, kara karşı yol açmaya çalışan köyün erkekleri. Kertik kokusunun peşine düşmüş, Mersin’den Bitlis’e gideceği günün hayali ile yaşayan Seyran Hanım. Uzun saçlarını savurarak, kendini almaya gelen özel arabaların ön koltuğunda oturan Gülistan. Hakkari’den gelip çöp toplayan, çöp arabasını zabıta Hamza’ya kaptıran Merdan. Yaylalarda otlarken Diyarbakır’da bir apartmanın bodrum katına kapatılan bir inek. Mardin’den gelip tek bir kelime Türkçe bilmeyen beş numaralı dairede oturan yaşlı kadın…

‘Keder Perileri’ Remziye Arslan’ın 2008 Nisan ayında Ütopya Yayınevi’nden yayınlanmış öykü kitabıdır. Sizler için Remziye Arslan ile kitabı üzerine söyleşi yaptık.

‘Keder Perileri’nin oluşumu öyküsünü bizimle paylaşır mısınız?

Bildiğiniz gibi Keder Perileri, göç öykülerinden oluşan bir kitap. Neden göç diye sorarsanız, size derim ki: aldığım sosyoloji eğitiminin, konunun edebi duyarlılığımı kışkırtmasında payı olmuştur mutlaka ama; en önemlisi, göçün insan hayatında dramatik etkiler yaratan bir toplumsal olay/olgu olmasıdır herhalde. Yalnızca insan hayatını değil, hayvanların hayatını da kapsayan bir durumdur bu. İşte bu nedenle, kitaptaki ‘Bodrum Katı’ öyküsü, bir ineğin, göçle alt üst olan hayatını anlatmaktadır. Kitaptaki öykülerde konu edilen göç, zorunlu göçtür; yani, en travmatik boyutlarda yaşanan göçtür söz konusu olan. Türkiye’nin son yirmi beş yılında özellikle Kürt nüfusun maruz kaldığı bir toplumsal yıkımın, bireylerin hayatında ne tür yaralanmalara sebep olduğunu anlatmak için en elverişli dil, elbette edebiyatın diliydi; çünkü edebiyat, sosyal bilimlerdeki istatistiksel dilin yerine, bireylerin ve toplulukların anlam dünyalarının dilini kullanır. Yüreğin, ruhun, hayatı hücre hücre kuran küçük şeylerin dilini kullanır edebiyat.

Öykülerde kullandığınız dil ilgi çekici. Cümleler kısa. Ve o cümlelerin içinden tek bir kelime oynatmanın imkanı yok gibi. Günlük dilde kullanmayı unuttuğumuz, ama yazılan öykünün geçtiği zamana özgü kelimeler. Bu kelimelere nasıl ulaştınız?

Öykülerde ekonomik bir dil kullanmamın sebebi, tür olarak öykünün böyle bir dili gerektiriyor olmasıdır. Öykü, en az sözle anlam kurmak isteyen bir tür. Fazla laf yükünü kaldırmaz. Bu hususu dikkate alarak yazmaya çalıştım. ‘Üç Mektup’ öyküsünde, mektupların tarihi 1927’yi gösteriyor. Metnin sahiciliği açısından, dönemin konuşma diline mümkün olan en yakın mesafeden yazmaya çalıştım. Umarım becerebilmişimdir.

İleriye dönük çalışmalarınız var mı?
Şimdilerde bir roman için ön çalışma yapmakla meşgulüm.

Teşekkürler…
(*) Elif Dumanlı ‘nın 11.02.2010 tarihinde Günlük Gazetesi’nde yayınlanan tanıtım yazısı ve yazarla söyleşisi

Tanıtım Yazısı
Altı ay önce bir çarşamba günü, Melek Tavus’un yaratılmış olduğu o kutsal çarşamba günlerin birinde, Sisé’nin gözleri kapanmayı unuttu. Ev halkı, bunu mutlu bir ölümün işareti saydı. Sisé’nin ruhunun, onu uzun bir uykuya terk ederek, geri dönülmesi yasak olan köylerinin mezarlığında, menengiç ağaçlarının arasında, güneşli bir kabir yeri aramaya çıktığına inandılar. Bu inançla oğlu Halef, ruhunun geri döneceği güne kadar, zamanı huzurlu bir bekleyiş içinde geçirsin diye annesini, salonun uzak bir köşesinde, üç tarafı camla çevrili bir cibinliğe taşıdı. İhtiyar kadın, doğuya ve batıya bakan iki pencereli odada, Melek Tavus tasvirinin altında, uykuyla uyanıklık arasında, sayıklayarak, ruhunun geri döneceği günü beklemeye başladı.

Handan Çağlayan’ın 30 Ağustos 2008 Tarihinde http://bianet.org ‘da Yayınlanan “Sosyoloji Kökenli Bir Öykücüden Zorunlu Göç Hikayeleri: Keder Perileri” Adlı Yazısı
?Mezarlığa doğru uzayan patikada, tozlu devedikenlerinin arasında yürüyordum. Tepeden tırnağa tere batmış ve yorgundum. Gözlerim, tanıdık bir şeyler arıyordu; ama hiçbir şey eski yerinde değildi: ne küçük, şirin evleri süsleyen bahçeler ne iri yaprakların arasında mor salkımları saklayan üzüm bağları ne avlulardaki salıncaklar ne de sokaklarda çınlayan çocuk sesleri? Hiçbir şey bildiğim yerinde değildi; Deli Zekiye?nin geçtiği yere yapışan yoksulluk kokusu bile.?

Remziye Arslan?ın on iki öyküden oluşan Keder Perileri kitabına adını veren öyküsü böyle başlıyor.

Ütopya yayınlarından çıkan kitapta yer alan diğer öyküler gibi bu öykü de göç üzerine.

Öykünün ilk cümlesinin mezarlığa doğru uzanan bir patika ile başlaması, tesadüf olmasa gerek. Zira her göç biraz ölümü anımsatır, hele de bir sürgünle başlıyorsa, mecburiyse?

Göç, Türkiye için yeni bir olgu değil kuşkusuz. Kapitalizmin ve makineleşmenin kırsala girdiği 1950?li yıllardan bu yana, ülke nüfusu kırdan kentlere ve bir ölçüde de yurt dışına doğru akıp duruyor.

1950?lerde nüfusun yarısından fazlası kırda yaşıyorken bugün kır/kent nüfus oranını tersine çevirmiş olan bu sosyolojik olgu, sadece akademik entelektüel dünyanın değil, sanat-edebiyat dünyasının da ilgi odağı olmuş, öykülere, romanlara, filmlere, resimlere esin vermiştir.

Göç deyince aklımıza edebiyat ve sanat dünyasından Bekir Yıldız?dan Nuri İyem?e değin onlarca isim gelebilir.
“Olağanüstü Kürt göçü”

Yine de Arslan?ın öykülerinin bir ilk olduğu söylenebilir. Çünkü onun öykülerinin temasını yukarıda sözünü ettiğimiz genel anlamdaki göç değil, 1990?lı yıllar boyunca yaşanan ?olağanüstü Kürt göçü? oluşturuyor.

Göçün bu yanının edebiyat dünyasındaki izdüşümleri henüz yok denecek kadar az. Keder Perileri bu nedenle önemli bir ilk olma özelliği taşıyor.

Toplum örgütlerinin kullandığı haliyle ?zorunlu göç? olgusu, bir çok açıdan 1950?lerden bu yana yaşanagelen olağan göçten farklı özellikler taşıyor. Göçün nedeni ve göç süreci ilkinden hayli farklı.

Bölgede yaşanan şiddetin ve onun yol açtığı ekonomik çöküntünün etkisiyle hız kazanan ama esas olarak köylerin ?güvenlik? gerekçesiyle boşaltılmasıyla dramatik boyutlara ulaşan zorunlu göçün en temel özelliği, ani ve kitlesel olmasıydı.

Göçe mecbur edilen insanlar, hiçbir hazırlık yapma fırsatı bulamadan ve maddi olanaklarının büyük bölümünü arkalarında bırakarak yaşadıkları köylerden, mezralardan bir gecede kopmuşlardı.

Kendileri böylesi bir göçe hazırlıklı olmadıkları gibi geldikleri kentler de onları karşılamaya hazırlıksız yakalanmış, yeni gelenlere yerleşme, barınma, istihdam gibi olanakları sunamamıştı.

Zorunlu göç uzunca bir süre resmen kabul edilmediğinden, bu felaketi yaşayanlar kendi kaderine terk edilmişti.

Bu sosyal yaranın boyutları, ancak hükümetin 2002 yılında zorunlu göç olgusunu kabul etmesi ve BM?den yardım istemesinin ardından ortaya çıkmaya başladı.

Önceki yıllarda insan hakları örgütleri konuyu gündeme getirmeye yönelik çeşitli araştırmalar gerçekleştirmişlerdi.

Resmen tanınmanın ardından devlet kurumlarınca da çalışmalar yapıldı ve tüm bu çalışmalar, sorunun ekonomik, sosyolojik, yasal ve demografik boyutlarına ilişkin belirli bir bilginin birikmesine katkı sundu.

Fakat kabul etmek gerekir ki, bu bilgi birikiminin, sıradan insanların, zorunlu göçten nasıl etkilendiğini bütün yönleriyle anlamamızı sağlaması beklenemez.
Araştırmalar, rakamlar dışında göçü anlamak

Böyle bir şeyin gerçekleşmesi için, işin içine sanatın-edebiyatın girmesi; olup bitenlerin, merkezinde insanın bulunacağı şekilde sanatın imbiğinden geçirilmesi ve böylece yeniden yaratılması gerekiyor.

İşte Arslan?ın, Keder Perileri?yle yaptığı da tam olarak böyle bir şey. Keder Perileri, araştırmalarda birer rakama indirgenen sıradan insanların dünyasını açıyor bize.

Hiçbir rakam bir insanın zorunlu olarak geride bıraktığı kasabasına bir gün geri dönüp de hiçbir şeyi yerli yerinde bulamayınca neler hissedebileceğini anlatamaz.

Oysa abartılardan arınmış son derece sade bir dille yazılmış kısacık bir öyküyle, bu insanın ruh dünyasına girmek mümkün olabiliyor.

Kitapta yer alan öykülerin en önemli özelliği, zorunlu göçe ilişkin resmi ya da gayri resmi anlatıların dışına çıkarak, tümüyle sıradan insanların son derece insani hallerine odaklanmış olması.

?Kertik? isimli öykü, köyünün geniş düzlüklerinden kopup Mersin?de daracık bir apartman dairesine hapsolan Seyran Hanım?ın, köyündeki bir bitkiye olan özlemini anlatır örneğin.

Seyran Hanım, günün birinde, köyünün yaylarına özgü kertik bitkisinin kokusunu duyumsamaya başlar ve sıkışıp kaldığı apartman dairesinin içinde, hayalle gerçek arasında bu kokunun peşine düşer.

?Berivan?ın Hatıra Defteri?nden? öyküsüyse aynı kaderi yaşayan bir kız çocuğunun kendi zihninin girdaplarında yitip gitmesini anlatır.

Öykülerin kahramanları çoğunlukla kadın ama tümümün değil. ?Şahit?, işsizliğini ailesinden saklamaya çalışan bir erkeğin öyküsüdür örneğin.

Sabahın erken saatlerinde evden çıkıp geç saatlere değin uzak semtlerde dolaşarak işsizliğini gizlemeye çalışan adamın iç burkan yalanının bir tanığı vardır oysa.
Arslan’ın edebiyatı sosyoloji kökeninden başarıyla besleniyor

Öykülerin tümüne bakıldığında, sosyoloji kökenli bir edebiyatçı olan Arslan?ın, zorunlu göçe ilişkin gözlem ve araştırmalarını edebiyat yeteneğiyle ustaca harmanladığını ve rakamların dilini, edebiyatın temel evrensel unsuruna, insana tercüme etmeyi başardığını belirtmek mümkün.

Öyküler, ?üç bin yerleşim yeri, üç milyon insan? ile özetlenen bir trajedinin, her insanın payına nasıl bir acıyla, imkansızlıkla, özlemle, kaybolup gitmeyle düşebileceğini yansıtıyor.

Yazarın tüm bunları yaparken, işlediği temanın özelliklerinden kaynaklı kolayca düşülebilecek tuzaklardan kaçınmayı başardığını da belirtmek gerekir:

Ne politik söylemin edebiyatı sömürgeleştirmesine izin vermiş, ne de anlattığı olayları dramatize etmeye kalkmış. Öykülerde sorunun politik kaynaklarına ya da nasıl çözüleceğine dair didaktik pasajlar bulunmadığı gibi romantik iyimserlikler de yer almıyor.

Yazarın bu tür kolaylıkların hiç birine itibar etmemesi, sonuç olarak okurun metinle ilişkisini de etkiliyor.

Öyküler, okurun karşısında kendini konumlandırmakta zorlandığı, tekinsiz, alt üst edici bir etkiye yol açıyor. Böylece zorunlu göçün, insan hayatı üzerindeki onulmaz izdüşümleri, daha derinden hissedilebiliyor.

Kitabın Künyesi
Keder Perileri,
Remziye Arslan,
Ütopya Yayınevi / Öykü Dizisi,
Baskı Tarihi: Nisan 2008
80 sayfa

(*) “PENCERE” ADLI ÖYKÜ – REMZİYE ARSLAN
Gözler, ürkek ama keskin bir dikkatle izliyorlardı etrafı. Oysa sokak boştu, erken saatlerin telaşı bitmişti. Otobüsler, işçileri ve öğrencileri alıp gittikten sonra, zaman uyuşuk bir öğleye doğru ilerliyordu…
Kuşların sabah sevincini içeri almak için, usulca açıldı pencere. Ardından beyaz tülbentli bir baş göründü. Tülbendin kenarlarından sarkan renkli boncuklar, kırışık, kederli bir alnı süslüyordu. Tülbentli baş dışarı doğru yavaşça uzandı ve bir çift yaşlı göz, önce sağa sonra sola çevrildi; yuvasından başını korkuyla çıkarıp çabucak geri çeken gugu kuşları gibi. İri kemikli eller arasında gizlenen tülbentli baş, gizlenen herhangi bir şey kadar belirsizdi. Gözler, ürkek ama keskin bir dikkatle izliyorlardı etrafı. Oysa sokak boştu, erken saatlerin telaşı bitmişti. Otobüsler, işçileri ve öğrencileri alıp gittikten sonra, zaman uyuşuk bir öğleye doğru ilerliyordu. Yine de olduğu yerde kalmaya devam etti tülbentli baş, boşlukta kıpırtısızca bekleyip durdu. Fakat gözler giderek kısıldı, bakışlar, alıp başlarını uzun bir yolculuğa çıktılar; uzakta, çok uzaka bir yerde, yeşil bahçeler ve kızıl-kahverengi karlarla kaplı bir ovayı seyreden eski manastır Deyrul Zafaran?ın huzurlu sessizliğinde oyalandılar bir süre. Yaşlı kulaklar bir içimle çınladı sonra: ?Fariza!? dedi bir ses, irkildi penceredeki, ne çok zaman geçmişti bu sesi duymayalı. Başını sağa çevirdi; yan blokta yarı beline kadar pencereden sarkmış sarı, kabarık saçlı kadını gördü. Kadın, saçlarını rüzgara vermiş, alt katlardaki pencerelerden birinde duran bir başka kadınla konuşuyordu. İkisi de arada dönüp ona bakıyorlar, seslerinin erkeksi tonuyla anlamlarını bilmediği sözcükleri öylesine hızla sıralıyorlardı ki, belki tanıdık birkaç sözcük duyarım diye kulak kabartması işe yaramıyordu. Çabasının boşunalığını anlayınca geri çekildi. Ardından pencere usulca kapandı.

Ertesi gün, sarı, kabarık saçlı kadının kabul günüydü. Komşu kadınlar, ellerinde el işi torbalarıyla eve akın ettiler. Ortalığı saran kurabiye kokuları içinde yenildi, içildi. Haberler alınıp, haberler verildi. Ama konuşulan onca konunun içinde bir tanesi vadı ki, kadınların meraklarını kışkırtıp yüreklerine kuşku tohumları serpmeye yetmişti: Gün boyu sessiz ve kapalı duran beş numaralı kapının ardında yaşayanlar, şu cılız oğlanla yaşlı annesi. Kimdi bunlar?.. ?Taa… Mardin?den gelmişler? dedi biri. ?Yaşlı kadın hiç Türkçe bilmiyormuş? dedi bir diğeri. ?O zaman dikkatli olmak lazım… Belki kaçıyorlardır, kan davasından falan…? diye uyardı, kıvırcık saçlı olan. Ondan daha uyanık olduğunu gösterme fırsatını kaçırmayan şişman komşusu ?Öyle olsa neyse, ya oğlu…?? diye sorunca, suratlar gerildi. İçlerinden biri, kaşlarını yukarı kaldırıp, ?Olabilir, dikkatli olmak lazım? deyince diğerleri başlarını sallayıp onu onayladılar. Sonra, şehir hayatının tuzaklarından, başa gelebilecek belalardan konuştular, kaygılı kaygılı. Fakat ne yazık ki, akşam oldu ve sözlerin de sonu geldi. Akşam loşluğu etrafı sarınca, kadınlar, işten dönecek kocalara yemek yetiştirme telaşıyla birer ikişer evden ayrıldılar.

Aradan üç sessiz gün geçti. Kızıl, kıvırcık saçlı kadın, günde üç kez, gözünü gözetleme deliğine dayayıp tam karşıdaki beş numaralı kapıyı gözetlemeye iyice alıştırmıştı kendini. Ama bir kez bile açık ya da aralık bulamadığı kapının, endişe ve merakını arttırmaktan başka bir işe yaradığı söylenemezdi. Günlerdir, kapalı duran pencerenin ardından dışarıyı seyreden beyaz tülbentli kadını, balkonda yemlenen güvercinlerden başka gören olmamıştı… Uzun yalnızlık günlerini, komşu evlerde yarattığı ilgiden habersiz, sesinin yankılanmadığı duvarlar arasında, oğlunun işten döneceği saati bekleyerek geçirdiğini yalnızca kapıcı biliyordu.

Bir akşamüstü, orta boylu, parşömen kağıdı kadar solum benizli bir adam olan yönetici, üzerinde apartman sakinlerinin adlarının yazılı olduğu bir kağıdı, kapı kapı dolaştırmaya başladı. Adam aralık kapılardan boynunu uzatan göbekli pos bıyıklı erkeklere, asık suratlı yorgun kadınlara, ürkek yaşlılalara, seninin en kısık tonuyla, apartmanı bekleyen tehlikelerden söz ediyordu. Şaşkın, dışarı uğramış gözlerle onu dinleyen apartman sakinlerine durumu anlatması zor olmamıştı. İşi bittikten sonra, imzalarla dolu kağıdı elindeki dosyaya özenle yerleştiren yönetici, yüzünde memnun bir ifadeyle evine döndü.

Bir sonraki akşam işten eve dönenler, beş numaralı kapının önünden geçerken, aralık duran kapının önündeki uzun sıska gençle kapıcının konuştuğunu gördüler. Genç adam, başını uzatıp kapıcının elindeki kağıda dikkatle bakıyor, ?Nasıl? Anlamadım? gibi şeyler söylüyordu. Kapıcı biraz tutuk, ?Bana böyle dediler. Benim bu işle bir ilgim yok!? diye geveliyordu. Bu sıkıntılı konuşma, bir kedi sessizliği ile mutfaktan çıkıp yanlarına gelen yaşlı kadının sesiyle kesildi: ?Ferit!? Oğlundan cevap alamayınca, meraklı gözlerini yüzüne dikerek ikinci kez seslendi: ?Ferit!? Kapıcı merdivenlerden inip gözden kaybolduğunda Ferit dönüp annesine baktı. Sonra kapı yavaşça kapandı.

Pazar sabahı gün ağarırken giriş kapısının önünde duran kamyoneti apartmandan gören olmadı. İnik perdelerin gizlediği odalarda, uyku zamanı bitmemişti henüz. Kamyonetten inen iki hamal, apartmana doğru yürüdüler. Az sonra bir kanepeyi omuzlamış olarak döndüklerinde, ortalıkta çıt yoktu. Kanepeden sonra, bir televizyon, bir buzdolabı, iki koltuk, büyükçe bir leğen, iki döşek, çarşaflara sarılı birkaç yorgan, içine öteberi doldurulmuş mukavva kutular komyonetin kasasına yerleştirildi. Etrafta hala kimsecikler yoktu. Yükleme bitince, yeşil kadife elbisesi yerleri süpüren yaşlı kadın, yumuşak, kedi adımlarıyla gelip şoför mahalline oturdu. Ardından gelen oğlu, bir eliyle siyah kılıfı içindeki sazı, diğer eliyle de bir erbaneyi taşıyordu. Eşyaların arasında bulduğu en uygun yere sazını ve erbaneyi yerleştirdi, sonra geçip şoför mahallinde bekleyen annesinin yanına oturdu. Kamyonet, rüzgarlı bir günü haber veren esintinin içinde, ağır ağır ilerleyip uzaklaştı.
(*) Remziye Arslan?a ait ?Keder Perileri? adlı öykü kitabından alınmıştır.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir