Modernizm İdeolojisi / Edebiyat Yazıları – Fredric Jameson

Türkiyeli okurun Postmodernizm, Marksizm ve Biçim, Dil Hapishanesi, Biricik Modernite ve Kültürel Dönemeç gibi kitaplarıyla tanıdığı Amerikalı marksist eleştirmen Fredric Jameson?ın (1934) dergilerde yayımlanmış edebiyat makalelerinin bir bölümü Modernizm İdeolojisi başlığı altında geçtiğimiz nisan ayında kitaplaştırıldı. Bilindiği gibi Jameson sadece yazın kuramı alanında eser veren bir düşünür değil. İlgileri Frankfurt Okulu kuramcılarından, Lukács, Weber, Simmel, Barthes, Greimas, Deleuze gibi düşünürlere; Çin’den Afrika’ya Üçüncü Dünya roman ve sinemasından, marksist iktisat metinlerine; detektiflik ve bilimkurgu romanlarından, Hollywood sinemasına; mimarlık kuramından, video sanatına; modernist resim ve edebiyattan, postmodernizm kuramına kadar çok geniş bir alanı kapsıyor.
Modernizm İdeolojisi yazarın yorumlama kuramı, edebi tür anlayışları, Üçüncü Dünya edebiyatı, kuramsal jargon gibi temaları çözümleyen yazıları ile Flaubert, Joyce, Robbe-Grillet, Baudelaire ve Rimbaud gibi yazar ve şairlerin yapıtlarını çözümlemeli ve tarihsel bir bakışla değerlendirdiği eleştirel 15 makaleden oluşuyor. Jameson modernist metinler başta olmak üzere ele aldığı her konuya, güncellenmiş bir marksist kuramsal okuma ile yaklaşmayı başarıyor ve temel eleştirel stratejisini ?Daima Tarihselleştir? ifadesiyle kavramsallaştırıyor. Edebiyatı tarihselci bir bakış açısı ile politik verileri yadsımadan okumayı yeğleyen bir okur için Jameson?ı izlemenin en cazip yanı; yazarın temelde modernizm ile hesaplaşmasını ideolojik / politik olandan soyutlamadan çözümlemeyi başarmış olmasıdır. Modernizmin dünya çapındaki anlamının geç kapitalist küreselleşme olduğunu belirten yazar, bu bağlamda tek tipleştirmenin, evrensel bir pazar düzenince sömürgeleştirilen gelecekteki bir dünyada kültürel bir çeşitlilik imkânını bütünüyle ortadan kaldıracağını ve bu durumu hakkıyla saptamada öncelikle modernizm sözcüğünün ideolojik bir çözümlemesinin yapılması gerektiğini söyler. Marksist bir kuramcı olarak Jameson?a göre asıl yapılması gereken (Le Guin?de Dünyanın İndirgenmesi: Ütopik Anlatının Ortaya Çıkışı makalesinde belirttiği gibi) modernizm tematiğinin yerine ?ütopya? denen arzuyu koymaktır.

Diğer yandan kitaptaki makalelerin ortak bir noktası da Jameson?un etik ya da estetik değer yargılarını askıya alıp toplumsal sorunlara ve dolayısıyla edebiyata tarihsel olarak, diyalektik bir bakış açısıyla bakmasıdır. Jameson teorinin semptomlarına değindiği ve seçkinin sonunda yer alan makalesinde ?geç kapitalizmin kültürel mantığı? olarak değerlendirdiği postmodernizmin kendinden hoşnutlukla açığa çıkan hazcı yanını, yozlaşmanın sonul bir belirtisi olarak reddetmek yerine, yeni kültürel üretimi bir sistem olarak geç kapitalizmin toplumsal yeniden kuruluşuyla değerlendirmeyi yeğler.

Jameson için aslolan, ana vurgusu süreksizlikler ve tarihteki kopuşlar olan marksist tarih felsefisidir. Bu felsefe kapitalizmin doğasına ilişkin dönemselleştirici bir varsayımla birleşir. Jameson?ın S/Z bağlamında bir ?üstyorum? olarak kaleme aldığı ?Metin İdeolojisi? makalesinde aktardığı kadarıyla Ernest Mandel?den ödünç aldığı bu varsayıma göre sermaye tarihsel olarak üç değişinimden (mutasyon) geçmiş ve bu aşamalar tarihsel kopukluklara karşılık gelse de temeldeki sistemin devamlılığını ya da özdeşliğini korumuştur. Bu üç an, Marx?ın bildiği ulusal piyasa kapitalizmi, 20. yüzyılda ortaya çıkan tekelci sermaye anı ve çok uluslu ?geç kapitalizm?dir. Jameson?a göre bu üç değişinim anına sırasıyla üç ?kültürel an / uğrak? tekabül eder: gerçekçilik, modernizm ve postmodernizm. Postmodernizmi geç kapitalizmin kültürel mantığını anlayabilmek için eşsiz bir imkân olarak görür.

Kitabın 1971 tarihli ilk yazısının başlığı olan ?Üstyorum?, diğer eleştirel konumların çürütülmesi olarak değerlendirilmemeli diyor Jameson. Marksizmi asla farklı eleştirel ekoller arasında bir ekol olarak görmeyen Jameson, ele aldığı / hesaplaştığı bütün eleştirel konumları kendine mal edip, öteki uçtan dışarı çıkacak kadar eksiksiz baştan sona kat ederek, negatif yorumbilgisi yoluyla gizemsizleştiriyor. Üstyorum, Hegelci bir ?Aufhebung? (alıkoyarak aşma) pratiği olarak görülüp eleştirilse de, Jameson?ın her türlü düşüncede kurtarılmaya değer bir ?hakikat anı? olduğunu kabul etmesi, çözümlemelerindeki müthiş entelektüel zenginliğin temel kaynağı olarak karşımıza çıkıyor. Kitabını bütününde çözümlenmeye çalışılan ve Jameson?ın ideoloji dediği şey, dünyaya ilişkin romantik algılayışın tarihsel bir içgörü statüsüne yükseltilmesi çabasıdır. Hem moderni hem de postmoderni, tarihin örtük sürekliliğinin olağan aşamaları olarak kendisine bağlarken tarihin gerçeklerine ilişkin özgün bir algılayış ortaya koyan bu romantik tasarım, Jameson?ın tarihe ve gerçekliğe ilişkin algının bozulup uzun dönemde ütopyacı vaadi yerinden edeceği kaygısını yersiz kılacak biçimde, eleştirel bir şekilde kendinin de bilincindedir. Elbette ?eski güzel günler?e değil, ?yeni kötü günler?e bağlanmıştır. Jameson, kolektif yaşamın ve kolektif yazgıların günümüz toplumlarındaki atomlaşmayla birlikte yok oluşunu tartışıyor Modernizm İdeolojisi?nde. Bunun günümüz dünyasının ortak kimliğini belirttiği öne sürülebilir ve popüler ilgi alanlarının edebiyatı içine çekmesi ve postmodernizmin o alanlarda en çok karşılık bulan düşünce ve yaratım biçimi oluşu da böylece açıklanabilir. Zaten Jameson?a göre postmodernizmin ne olduğunu kavrayabilmenin en emin yolu, onu her şeyden önce, tarihsel yönden düşünmeyi unutmuş bir çağda yaşanan zaman üzerinde tarihselci bir bağlamda düşünmeye yönelik bir girişim şeklinde ele almaktır.
Kaya Tokmakçıoğlu – 16/12/2008 – http://haber.sol.org.tr/okumaodasi/7440.html

Sunuş, Tuncay Birkan, s. 7-29
Bir sorunun izini sürerek çatacağım bu sunuşun çatısını, basit bir sorunun: Yirminci yüzyılın ikinci yarısında edebiyat teorisi ve eleştirisi alanındaki en özgün eleştirmenlerden biri ve Amerikan Marksizminin tartışmasız en önemli ismi konumunda olan Fredric Jameson Türkiye solunca ve edebiyat çevrelerince gerçekten “tanınıyor” mu, buralarda kayda değer bir etkisi oldu mu? Cevap da çok açık bana kalırsa: Hayır. Cevap açık ama nedenlerini kurcalamakta fayda var.
Özellikle postmodernizmle ilgili tartışmalarda adı sık sık geçen, bu seçkiye de dahil ettiğimiz ünlü yazısında Üçüncü Dünya edebiyatı ile ilgili infial yaratan sözleri genellikle olumsuz da olsa belli bir yankı uyandıran ve en önemlisi neredeyse belli başlı bütün kitapları ve birçok makalesi Türkçeye çevrilmiş bir yazar halbuki Jameson: Eleştiri kuramı alanındaki en sistemli ve programatik kitabı denebilecek The Political Unconscious ile sinema hakkındaki iki kitabı olmasa da, Marksizm ve Biçim, Dil Hapishanesi, Postmodernizm, Kültürel Dönemeç ve Biricik Modernite nüshaları epeydir kitapçı raflarında; “Postmodernizm ya da Geç Kapitalizmin Kültürel Mantığı”, “Lacan’da İmgesel ve Simgesel”, “Modernizm ve Emperyalizm” ya da yukarıda bahsedilen “Çokuluslu Kapitalizm Çağında Üçüncü Dünya Edebiyatı” gibi çok etkili olmuş, birçok dünya diline çevrilip hararetle tartışılmış yazıları Türkçeye de çevrildi. Hatta Jameson’la yapılmış en kapsamlı söyleşilerden olan Stephanson söyleşisi de Defter’in belki de en çok okunan sayılarından biri olan 17. sayısında yayımlanmıştı. (En çok okunan diyorum, zira Orhan Koçak’ın Kara Kitap hakkındaki ünlü “Aynadaki Kitap/Kitaptaki Ayna” denemesi, birkaç yerde Jameson’la da tartışan, Türkiye ve hatta ?hiç abartmadığımı düşünüyorum? dünya eleştiri sahnesinde, estetik bir program olarak postmodernizme karşı gelmiş geçmiş en güçlü ve etkileyici modernizm savunularından biri niteliğindeki yazısı da aynı sayıdaydı. En sonlarda bir kere daha döneceğim bu yazıya.)
Üstelik doğrudan doğruya Jameson’ın düşüncelerini derli toplu bir biçimde ve onun ünlü “diyalektik üslubunun” okurlar için yarattığı zor anlaşılırlık handikabını da içermeksizin tanıtıp değerlendiren bir kitap da yayımlandı 2002’de: Perry Anderson’ın Jameson’ın yapıtını “Batı Marksizmi geleneğinin görkemli bir finali gibi görünse de, bir başka açıdan bakıldığında bu geleneği önemli ölçüde aştığı görülecektir,” diye değerlendirdiği Postmodernitenin Kökenleri (Anderson 2002: 106). Aijaz Ahmad’ın Said ve Rushdie’yle beraber Jameson’ı da (yine o mahut Üçüncü Dünya yazısı üzerinden) sert biçimde eleştirdiği ünlü Teoride Sınıf, Ulus, Edebiyat kitabı daha da önceleri, 1995’te yayımlanmıştı.
Bunca çeviriye ve yayına rağmen yine de Türkiye’deki akademik ve sol çevrelerdeki düşünsel ve eleştirel tartışmalarda pek esamisi okunmuyor Jameson’ın; oysa her biri ona olan hayranlıklarını ve borçlarını (elbette eleştirileriyle birlikte) çeşitli vesilelerle dile getirmiş olan Eagleton, Zizek, Perry Anderson, Said gibi radikal sol düşünürlerin Türkiye entelektüel ortamı üzerinde onunla kıyaslanmayacak ölçüde etkili olduğu söylenebilir.(1)
Şöyle bir itiraz getirilebilir: “Jameson hakkında yazılmış derli toplu iki değerlendirme yazısı var en azından (Ulus Baker’in Marksizm ve Form ile ilgili Kitaplık’ta yayımlanmış bir eleştiri yazısı ve Gülnur Savran’ın Defter’de yayımlanmış, ileride değineceğimiz kapsamlı eleştirel değerlendirmesi), o yukarıda saydığın isimlerin hangisi hakkında böyle yazılar var ki? Türkiye’deki düşünce ortamının kısırlığıyla ilgili bir mesele bu, Jameson’a özel bir durum yok, hatta o şanslı bile sayılabilir.” Bir yanıyla çok haklı bir itiraz bu: Türkiye’de bırakın bu son dönem düşünürleri, doğrudan Descartes, Kant, Hegel, Marx, Freud, Lukács, Adorno, Foucault gibi kanonik düşünürleri bile konu alan telif çalışmalar yok denecek kadar az cidden. Ama şunu gözden kaçırmış olur bu itirazın sahipleri: Türkiye’deki düşünce ortamında isimlerden çok, hemen hep ulusal-yerel bağlam içinde yoğrulmuş, o yüzden de daima şu ya da bu ölçüde siyasi bir boyut da içeren temalar-kavramlar (bir zamanlar azgelişmişlik, Asya tipi üretim tarzı, kültür, tarih, muasır medeniyet gibi daha majör, şimdilerdeyse daha çok Doğu-Batı, modernlik, kimlik, İslam, laiklik, milliyetçilik, kadınlık-erkeklik gibi daha minör ama daha çeşitli temalar) üzerinde odaklanarak üretilegelmiştir telif çalışmalar. Gazete yazılarından akademik tezlere ve kitap boyutundaki çalışmalara bu böyledir: Ve bu temalar sorunsallaştırılırken hep belli birtakım düşünürler senkretik veya eklektik bir biçimde işe koşulurlar. Kavramsal çatısı esasen Marx’a, Bergson’a, Freud’a, Foucault’ya, Said’e, Zizek’e, Derrida’ya, Benjamin’e vb. atıfla kurulmuş çok sayıda telif çalışma üretilmiştir bu diyarlarda. Hele son dönemlerde gazete yazılarında bile Adorno, Agamben ve hatta Heidegger ve Butler alıntılarıyla karşılaşmak şaşırtıcı bir şey olmaktan çıktı.(2) Yani Batılı düşünürlerin Türkiye’deki etkisini, salt kitaplarının satış rakamlarıyla ve doğrudan bu kitapları ya da yazarlarının düşünce sistematiklerini ele alan yazıların azlığı gibi ölçütlerle değerlendirecek olursak, yanlış bir sinizme (doğrusu var mı ki?) sürüklenir, “bu memleket adam olmaz kardeşim” tarzı kahvehane bezginliğinin entelektüel versiyonunu üretmeye, “bizde futbol yok, roman yok, aslına bakarsan düşünce de olmamıştır, olmayacaktır,” tarzı, baktığı her yerde sadece yokluk gören, özgüllükleri değerlendirmekten aciz, varlar alanında sadece olması gerekenlerin değillenmiş hallerini gören ahlakçı “güzel ruh”lar olur çıkarız.(3)
Hiç değilse bibliyografik bir işlev gördüğü söylenebilecek bu zorunlu girişi toparlarsak, sorunumuz şöyle özetlenebilir: Türkiye’ de başka birçok düşünürün, deyim yerindeyse “kullanım değeri” epey yüksek olabildiği halde, başta Çin olmak üzere birçok “Üçüncü Dünya” ülkesinde inanılmaz bir prestiji olan (zira “Batımerkezcilikle” uzaktan yakından alakası olmayan, hatta başka hiçbir Batılı düşünürde olmadığı kadar bu dünyanın kültürel ürünlerini yakından takip eden, hatta analiz konusu da yapan) Jameson burada neden pek rağbet görmemiştir?(4)
Bu soruya bir önsözün sınırları içinde kesin ve net bir cevap bulunabileceğini iddia etmeyeceğim. Ama buna cevap aramak bize hem Jameson hakkında hem de içinde bulunduğumuz düşünce ortamı hakkında da “semptomatik” bir şeyler söyleyeceği için önemsiyorum bu soruyu. Neredeyse sabahtan akşama “modernlik” tartışılan, asker muhtıralarına bile postmodern kavramının sızdığı bir ülkede bu kavramları en çok konu edinmiş düşünürün, fikirlerini olumsuzlamak için bile olsa, pek zikredilmemesi belki de sadece bana ilginç geliyordur. Her halükârda, bu tartışmanın bir anlamı olabilmesi için artık önsözün “Ceymisın kimdir? Hayatı ve eserleri” bölümüne geçmekte fayda var.(5)

1934’te ABD’nin Cleveland kentinde doğan Jameson Haverford College’ın Fransız Dili ve Edebiyatı bölümünden 1954’te, yani Fran-
sız varoluşçuluğunun en etkili olduğu dönemde mezun oldu. Burada ders aldığı hocalardan biri de, sonraları edebiyat teorisinin iki klasiği denebilecek The Rhetoric of Fiction (1961) ile A Rhetoric
of Irony’yi (1974) yazacak olan Wayne Booth’tu. Jameson 1959’da Yale’de doktora yapmaya başladı ve orada da Mimesis yazarı Erich Auerbach’ın öğrencisi oldu. Zaten 1961’de yayımlanan ilk kitabı Sartre: Origins of a Style’ı da (Sartre: Bir Üslubun Kökenleri) esasen Yale için doktora tezi olarak kaleme almıştı. Daha bu ilk kitabında bile edebi ve estetik kaygıları felsefi ve siyasi müdahale imkânlarıyla birlikte ele almaya çalışıyor ve Anglo-Amerikan felsefesinde hâkim olan ampirist ve mantıkçı pozitivist eğilimlerin “iflas etmişliğine” karşı Sartre’ın varoluşçuluğunda bambaşka bir “siyasi entelektüel modeli” buluyordu. Daha sonra Frankfurt Okulu yazarları ve Lukács’ın çalışmalarıyla tanışan Jameson derinden etkilendiği bu yazarların ve Sartre’ın ?özellikle Diyalektik Aklın Eleştirisi’nde? geliştirdiği diyalektik düşünce geleneğini, bütün özdüşünümselliği, metafizik ve sistematiklik karşıtlığı ve en önemlisi de bütünselleştiriciliğiyle bu geleneğe enikonu düşman olduğu söylenebilecek bir ortama aşılamaya çalıştığı ve bu arada özgün bir sentez de geliştirdiği Marxism and Form (1971; Marksizm ve Biçim) adlı kitabını yayımladı.
Hemen ardından da Fransa’da epeydir etkili olan ve ilk ürünleri ABD’ye de gelmeye başlamış olan yapısalcılıkla ve bu moda akımın iki temel esin kaynağı olan Saussure dilbilimi ve Rus Biçimciliği’yle (hatta kısmen, sonraki postyapısalcılık akımının en önemli simalarından sayılan Derrida’yla da) hesaplaştığı The Prison-House of Language (Dil Hapishanesi, 1972) adlı kitabı yayımlandı. Jameson’ın diyalektik, tarihsel düşüncenin, ezcümle Marksizmin, entelektüel ve ideolojik rakiplerini doğrudan konu alan bu ilk kitabı, daha sonraları hem teorileştirip hem de neredeyse kusursuzlaştıracağı metodolojik tavrın da ilk örneği sayılabilir. Jameson yapısalcılığın ve esinlendiği dil ve biçim teorilerinin tarihdışılığını ve düşüncenin toplumsal deneyimle olan bağını gözardı edişlerini bir yandan kıyasıya eleştirirken, bir yandan da bu teorilerin geliştirdiği karmaşık teknik ve biçimsel gereçleri kendi diyalektik anlayışına mal ediyordu. Yani üstyorum adını verdiği konumun gereğini yerine getiriyordu. Barthes’ın S/Z’deki Balzac analizi örneğinde, yorumcunun işini bir kat daha zorlaştıran bu görevi şöyle özetler Jameson:
Üstyorum diğer eleştirel konumların çürütülmesi olarak görülürse yanlış anlaşılmış olur; … üstyorumun verili bir analizin sahnelenip dile getirildiği yorumlama kodunu çürütmeye çalışırken, söz konusu analizin içeriğini koruduğunu söylemek daha iyi olacaktır. Üstyorum… Barthes’ın hatalarını da açıklamamızı gerektirir; yani Barthes’in içgörülerini ve kavrayışlarını onaylamakla ya da kavramsallaştırmalarının yanlış ve eksik yönlerini ifşa etmekle yetinmeyip bu hata ve eksikliklerin en başta nereden geldiğini açıklamakla da (… bütün bunları niye bu şekilde düşünmek zorunda olduğunu, niye başka türlü düşünemeyeceğini göstermekle de) yükümlüyüzdür.
Ayrıca Jameson’ın benimsediği hazmı en zor ve en çok eleştiri konusu olmuş eleştirel konum ya da perspektif de ilk uygulamasını bu kitapta bulmuştu: bütün ideolojilerde ?hatta en gericisi olan faşizmde bile? ve bunların damgasını vurduğu kültür ürünlerinde, eleştirmenin açığa çıkarıp insanlığın ortak umut mirasına katmakla yükümlü olduğu “ütopyacı”, kurtarılmaya değer bir uğrak, bir “hakikat anı” gören perspektiftir bu.
1979 tarihli “Reification and Utopia in Mass Culture” (Kitle Kültüründe Şeyleşme ve Ütopya) adlı klasikleşmiş yazısı (bu yazıyı Signatures of the Visible kitabına dahil ettiği için kitabı bütünüyle yayımlamak isteyenler olabilir düşüncesiyle bu seçkiye almadık) ve Fables of Aggression: Wyndham Lewis, the Modernist as Fascist (1979, Saldırganlık Fablları: Wydham Lewis, Faşist Olarak Modernist ) adlı kitabı bu tezde ısrar eder: Batı kapitalizminin “şeyleşmiş” kitle kültürü ürünleri ve inanmış bir faşistin romanları bile, ahlaki önyargıları bir yana bırakarak (Jameson’ın analizlerine girişmeden önce en çok yinelediği ikinci buyruk budur belki de; zorunlu sonucu olduğu birincisini birazdan göreceğiz) ve tarihsel bir perspektifle analiz edildiğinde, insanlığın kolektif özgürleşme ve adalet umutlarının (ideolojik olarak çarpıtılmış) tezahürleri olarak okunabilir Jameson’a göre. (Herhalde Ernst Bloch’tan sonra Batı Marksizmi içinde, bir kavram olarak “umut”u bu denli sahiplenen başka bir düşünür olmamıştır. Jameson, genellikle hakkında bir kitap da yazdığı Adorno’nun üslubundan ve teorik yaklaşımından etkilenmiş olduğu söylense de, Bloch’un da etkisiyle, onun karamsarlığını pek paylaşmaz. Basit bir mizaç sorununa indirgenemeyecek olan bu fark, özellikle kitle kültürüne ve dolayısıyla postmodernizme nasıl yaklaşılabileceğiyle ilgili ciddi teorik sonuçlar doğurmuştur.)
Jameson verimliliği ve uzandığı alanların çeşitliliğiyle hayranlık verici entelektüel mesaisini, bu son iki kitap arasında ve birazdan değineceğimiz The Political Unconscious’dan sonra yazdığı, önemli bir kısmı iki ciltlik Ideologies of Theory, Essays 1971-1986 (Teori İdeolojileri, 1988) kitabında toplu halde yayımlanan çok sayıda makalesiyle sürdürür: Bu yazılarda bir yandan, anlatı analizi, o yıllarda yükselişte olan metin teorileri, edebiyat tarihi, tür teorileri, ütopya, mimari, Marksist kültür siyaseti, seçkimize de başlık yaptığımız “modernizm ideolojisi” ve hatta postmodernizm gibi temalar üzerinden yüksek kültür simalarını ve ürünlerini (hem Weber, Dilthey, MacIntyre, Goffman, Kenneth Burke, Hayden White, Lacan gibi daha önce ayrıntılı olarak hesaplaşmadığı düşünürleri hem de Balzac, Robbe-Grillet, Gissing gibi kanonik anlatı yazarlarının eserlerini), iyice sistematikleştirmeye başladığı kendine özgü Marksist bir konumdan inceler. Bir yandan da Kültür İncelemeleri ekolünün sonradan yaygınlaştıracağı tavrın erken örneklerini vererek, özel bir sevgi ve merak duyduğunu bildiğimiz bilimkurgu romanlarını (Le Guin, Philip K. Dick, Levin vb.), detektiflik anlatılarını, Hollywood filmlerini vb. içeren popüler kültür ürünlerini biçimsel ve tarihsel analizlere tabi tutar ? zaten bu ikisi ayrı ayrı icra edilmez, hep iç içedir Jameson’da. Buraya da aldığımız “Tarihte Eleştiri”de şöyle tarif eder bu iç içeliği:
Bir yapıt üzerine görünürde biçimsel saptamaların hepsi, içlerinde eleştirmenin çoğunlukla farkında olmadığı gizli bir tarihsel boyut taşırlar. Buradan da şu sonuç çıkar: Biçim, estetik özellikler, vb. konusundaki bu saptamaları, doğru bakış açısını bulabilmemiz koşuluyla, sahiden tarihsel saptamalara dönüştürebilmemiz gerekir. Öyleyse, mesele biçimselleştirici eleştirilerden başka bir şeye dönmek değil, daha çok, öteki uçtan dışarı çıkacak kadar eksiksiz olarak bunları baştan sona kat etmektir; Marksistler açısından bu öteki uç da, çok genel bir tanımlamayla tarih olarak bilinen şeydir (s. 54).
Bu verimli dönemin zirve noktası bence, Jameson’ın kendi özgün metodolojisini en sistematik biçimde sunduğu The Political Unconscious: Narrative as a Socially Symbolic Act (Siyasal Bilinçdışı: Toplumsal-Simgesel Bir Edim Olarak Anlatı, 1981) adlı kitaptır. Jameson, kitaptan çıkarılabilecek hisseyi daha ilk cümlede ortaya koyar: “Daima tarihselleştir!” Ve bu sloganı “her türlü diyalektik düşüncenin tek mutlak ve hatta ‘tarihaşırı’ buyruğu” olarak niteler (Jameson 1981: 9. Bundan sonra bu kitaptan yapılan alıntıların sadece sayfa numarası verilecek). Ama Jameson’ın tarih kavramı, Hegel’den bu yana uzanan tarihselci gelenek ile Althusser başta olmak üzere postyapısalcı düşüncenin sol kanadının bu geleneğe yönelttiği eleştirilerin, özellikle de Lacan’ın Gerçek kavramını devreye sokarak ulaştığı kendine özgü bir sentezidir. Tarihi bir “şey” haline getirmediği gibi, postyapısalcılar gibi tüm diğer metinlerden bir ayrıcalığı olmayan bir metin olarak da görmez. Şöyle der:
Tarih bir metin değildir, üst ya da başka türlü bir anlatı değildir, ama bizler namevcut neden [Althusser’in kavramıdır bu] olarak tarihe ancak metin biçimi içinde ulaşabiliriz; tarih ve Gerçeğin kendisi karşısındaki yaklaşımımız, tarihin siyasal bilinçdışı içinde daha önceden metinselleştirilmesi, anlatısallaştırılması içinden geçmek zorundadır (35).
Edebiyat metninin, böyle anlaşılan bir tarihle kurduğu ilişki de asla mekanik ve statik bir yansıma ilişkisi olmayacak, her türlü sanat eseri tam da ancak kendisinden hareketle ulaşabileceğimiz tarihsel gerçekliğin içerdiği gerilim ve çelişkilere verilmiş aktif bir cevap olarak, bu gerilim ve ilişkilere imgesel/hayali çözümler üreten simgesel bir edim olarak kavranacaktır elbette. Bunu da bir yerde şöyle anlatır Jameson:
Edebi ya da estetik edim … her zaman Gerçek’le aktif bir ilişki kurar; ama bunu yapabilmek için “gerçekliğin” kendi varlığı içinde, metnin dışında ve uzağında atıl bir biçimde sürmesine izin vermekle yetinemez. Gerçeği kendi dokusu içine çekmelidir… Dolayısıyla simgesel edim tam da kendi bağlamını yaratıp üreterek başlar… edebiyat eseri ya da kültürel nesne, kendisinin ona verilmiş bir tepki de olduğu durumu, adeta ilk defa, yaratır. Kendi içinde bulunduğu durumu dile getirir ve metinselleştirir, böylece durumun kendisinin ondan önce varolmadığı, ortada metinden başka bir şey olmadığı ve metnin kendisi onu bir serap şeklinde yaratmadan önce zaten hiçbir dış ya da bağlamsal gerçeklik olmadığı yanılsamasını teşvik eder ve sürdürür (s. 82-3).
Bu yüzdendir ki Jameson edebiyat metinlerini ya da kültürel ürünleri yorumlamayı hedefleyen çeşit çeşit eleştiri ekolleri arasında bir diğeri olarak görmez kendi savunduğu Marksist yorumlama tarzını. (Zaten hep metin öncesinde verili olduğu ve onu şu ya da bu ölçüde ve çeşitli biçimlerde belirlediği düşünülen “bağlam”ı öne çıkartan ve hiç de Marksist olması gerekmeyen başka birçok yorum anlayışı da vardır). Bir yorumlama edimi olarak Marksizm “görünürde birbirine düşman olan ya da birbiriyle kıyaslanamayan eleştirel işlemleri kendi bünyesine katarak onlara kendi içinde su götürmez bir sektörel geçerlilik atfeden ve böylece onları aynı anda hem iptal edip hem de alıkoyan o ‘aşılmaz ufuk’ olarak kavranmaktadır burada,” der (10).
Kitabın 85 sayfalık ilk bölümü “On Interpretation”da (Yoruma Dair) kendi iddialı edebiyat teorisi sentezinin esaslarını ortaya koyarken de bu özgüvenle davranır Jameson: Marksizmle uzaktan yakından alakası olmayan edebiyat teorisyenleri ve düşünürlerinin çalışmalarını bir yandan sıkı bir eleştirel süzgeçten geçirirken, bir yandan da bunların belli unsurlarını kendi kuramına katmaktan çekinmez. Başta Northrop Frye olmak üzere(6) Marksist olmayan birçok edebiyat teorisyeni ve düşünürün dahil olduğu, edebiyatı ve sanatı kolektif Arzu’nun en seçkin ifadesi olarak olumlayıp yücelten olumlu yorumbilgisi (positive hermeneutics) geleneğinin kazanımları ile yirminci yüzyılın bütün Marksist edebiyat teorisi ve ideoloji eleştirisi geleneğinin, düşünceyi ve kültür ürünlerini gizemlerinden arındırmayı, tahakküm, sınıf sömürüsü, cinsiyetçilik vb. toplumsal süreçlerle aralarındaki organik bağları sergilemeyi amaçlayan tavrını (buna da olumsuz yorumbilgisi ?negative hermeneutics? der Jameson) birleştirir.(7) Yine “Tarihte Eleştiri” yazısında bunu şöyle ifade eder Jameson:
Frye bize Ernst Bloch’unkini andıran olumlu bir yorumbilgisi ?kolektivitenin en derin ve en ilksel özlemleri içinde sanatın kökenini vurgulayan bir yorumbilgisi? sunmaktadır. Gelgelelim, Frye yorumbilgisinin eşit derecede yaşamsal, ama olumsuz bir başka işleve, yani gizemsizleştirmeye ?Ricoeur’ün kuşku yorumbilgisi adını verdiği şeye, ideoloji eleştirisinin ve yanlış bilincin yorumbilgisine? hizmet edebileceğinin hiç farkında değilmiş gibi görünür. Oysa tarihsel bireyleri nesnesi olarak alan, tam da bu olumsuz yorumbilgisidir ve ütopyacı arzunun maruz kaldığı çarpıtmaları ?bu arzu tarihteki belirli bir somut durumun baskıcı yapısı içinde belirdiğinde? ele alıp düzeltecek güce de bir tek o sahiptir (63).
Bütün argümanlarını hakkıyla özetleyebilmek için başlı başına uzun bir yazı yazmak gereken bu kitap Jameson’ı edebiyat teorisinin (hem de sadece Marksist varyantının değil) en büyük isimlerinden biri haline getirdi ve çok tartışıldı. Hemen herkes eserin derinliğine ve geliştirdiği argümanın karmaşıklığına olan hayranlığını bir kere ifade etse bile sert eleştiriler de bir biri ardına geliyordu. Hâkim postyapısalcı söylemin taraftarları, bekleneceği üzere Jameson’ın bütünselleştirici, Hegelci “tarihselleştirme” vizyonundan rahatsız olup onu nostalji yapmakla suçlarken, ilginçtir, Marksist cepheden de benzer eleştiriler geliyordu. Eagleton Jameson’ın postyapısalcılıkla pek de verimli bir diyaloğa girmediğini, Jameson’ın izlediği Hegelci Aufhebung (alıkoyarak aşma) ya da üstyorum pratiğinin “her şeyi olduğu gibi bırakan bir özümseme tarzı” olduğunu, sözgelimi önceki kitabı Dil Hapishanesi’nin ele aldığı Biçimcilik ve Yapısalcılık hakkındaki nihai yargısının ne olduğunun anlaşılamadığını söyler (Eagleton 1982: 18-9). Eagleton esasen kitabın siyasal olana dair kavrayışının zayıf kaldığını (“‘metalaşma’ya gereğinden fazla dikkat gösterilince, ekonomik olanla deneyimsel olan birbirine ancak siyasal olanı yerinden etme pahasına bağlanmaktadır”), bu yüzden de kitabın hiç kimseyi rahatsız etmeyecek akademik bir Marksizm yorumu sunduğunu iddia eder. “Amerikan Eleştirisinin İdealizmi” adlı daha önceki bir yazısında şu meşhur soruyu sorar Jameson’a: “Balzac’ın tali bir romanının Marksist-yapısalcı bir analizini yaparak, kapitalizmin temellerini sarsmak mümkün mü?”(8)
Edward Said ise, “her türlü standarda göre çok önemli bir entelektüel eleştiri yapıtı… ve neyi tartışırsa tartışsın, az rastlanan bir parlaklık ve bilgi birikimiyle tartışıyor,” şeklinde tanımladığı bu kitabı ele alırken Eagleton’ın Jameson’a yönelttiği ithamı hem yineliyor, hem de Eagleton’ın kendisine de yöneltiyordu, 1982 tarihli “Muhalifler, İzleyiciler, Taraftarlar ve Cemaat” adlı yazısında. Biraz uzunca alıntılayacağım:
Kitabın yüzeyinin altında iki tür “Siyaset” arasındaki açıkça hesaplaşılmayan bir karşıtlık yatar: (1) Hegel’den Louis Althusser ve Ernst Bloch’a siyaset teorisinin tanımladığı siyaset; (2) En azından Amerika’da, deyim yerindeyse Reagan tarafından kazanılmış olan, günlük dünyadaki mücadele ve iktidar siyaseti. Jameson bu ayrımın neden varolduğu konusunda pek bir şey söylemiyor… Bu şunu demek gibi bir şey: Telaş etmeyin; Reagan sadece geçici bir olgu; tarihin kurnazlığı onun da hesabını görecek… Dahası Jameson 1. Siyaset’in eşzamanlılığı ve kuramı ile 2. Siyaset’in moleküler mücadeleleri arasındaki bağlantının ne olduğunu tahmin etme işini tamamen okura bırakıyor. Bu iki alan arasında süreklilik mi vardır süreksizlik mi?.. Bu soruların yanıtsız kalmasının nedeni, bence, tam da Jameson’ın varsayımsal izleyici kitlesinin kültürel-edebi eleştirmenlerden oluşmasıdır… [Eagleton’ın yukarıdaki sorusunu hak vererek aktardıktan sonra “ama Eagleton alternatif olarak ne önermektedir?” diyerek sözlerine şöyle devam eder Said:] Eagleton Jameson’ın hatasının, savunduğu Marksist-yapısalcılığın pratikte etkisiz kalması olduğunu düşünür: ama bir yandan da Jameson’la kendisinin edebiyat çalışmalarından oluşan küçük dünyada ikamet ettiklerini, onun dilini konuştuklarını ve yalnızca onun sorunsallarıyla uğraştıklarını uysalca kabullenir… Eagleton, Jameson ve Lentricchia, edebi Marksistler için yazan, reel siyasetin misafir sevmez dünyasından uzaklaşıp kendi manastırvari köşelerine çekilmiş edebi Marksistlerdir. Böylelikle hem “edebiyat”a hem de “Marksizm”e apolitik bir içerik verilmesi onaylanmış olur: Edebiyat eleştirisi hâlâ “yalnızca” edebiyat eleştirisi, Marksizm de “yalnızca” Marksizmdir; siyaset de esasen, edebiyat eleştirmeninin özlemle ve umutsuzca hakkında konuşup durduğu şeydir. (Said 2000: 103-7)
Epey sert ve ilk bakışta bayağı da haklı görünen eleştiriler bunlar. Ama çok acele etmeden Jameson’ın bu eleştiriler konusunda ne düşündüğünü öğrenmekte fayda var. Leonard Green, saygın eleştiri dergisi Diacritics’in The Political Unconscious’a adanmış özel sayısında Jameson’la söyleşi yaparken ilk olarak Eagleton’ın bu sorusunu hatırlatır ve ne düşündüğünü sorar. O da bu soruyu, “Dikkatle okunduğunda görülür ki, Terry’nin sorusu doğrudan benim çalışmama yöneltilen bir eleştiri olmaktan çok, Marksist kültür incelemeleri alanında çalışan herkesin, özellikle de geçmiş hakkında incelemeler yaparken hissetmesi gereken bir endişenin ifadesi. Bu da önemli ve ayrıntılı olarak bakılması gereken bir endişe,” diyerek birkaç düzeyde cevaplamaya çalışır (Jameson 1982: 72). Önce ?yarı şaka yarı ciddi? bütün yazarlar arasında Balzac’ın Marksist estetik geleneği içinde ayrıcalıklı ve simgesel bir konumu olduğunu, bu yüzden de Eagleton’un örnek verdiği türden bir analizin Marksizmin kendi kendini tanımlaması içinde siyasi bir işlev görebileceğini söyler; hemen ardından da üniversitelerdeki standart “kanon” öğretimine daha genel bir Marksist pedagoji sorunu göz önünde bulundurularak yapılan bir müdahale olduğu için siyasi bir değeri olabileceğini söyler. Daha sonra da Marksizmi hiçbir zaman “gerçekçi” bir toplumsal ve siyasi alternatif olarak görmemiş olan ABD’de gerçek, sistemsel bir değişiklik olabilmesi için ilk adım olarak Marksist bir entelijansiyanın ve Marksist bir kültürün yaratılmasının önemli olduğunu belirtir. Son olarak da insanlık tarihinde başka hiçbir toplumsal formasyonda olmadığı kadar tarihsel amneziden ?hem geçmişin hem de hayal edilebilir bir geleceğin bastırılmasından? mustarip olan günümüz toplumunda, geçmişin kültürel ürünleriyle ilgili olarak radikallerin yaptığı incelemeler etkisiz kalıyorsa bunun kişisel bir hata ya da sorun olmaktan ziyade günümüz toplumunun sistematik ve patolojik bir özelliği olduğuna dikkat çeker.
Green bir sonraki soruda da Jameson’ın temel tezlerinden birini (günümüz kapitalizminin kültürün heryerdeliğiyle tanımlandığı, bu kavranmadıkça da günümüzde siyasi praksisin doğası ve işlevine dair gerçekçi bir anlayış geliştirilemeyeceği tezini) eleştirip okurları asıl “siyasal olan”ın her yerde olduğuna ikna etmek daha önemli değil mi, diye sorar. Jameson’un buna verdiği cevap hem Eagleton’a hem de Said’e bir tür cevap niteliği taşıdığı hem de Jameson’ın bu kitap sonrasında izlediği çizgiyi tanımlamaya yardımcı olacağı için uzun aktaracağım yine:
“Siyasal olan” söz konusu olduğunda, her türlü tekçi, tek-işlevli tanım yanıltıcı olmaktan da beterdir, felç edicidir. Ne de olsa hepimiz parçalı varlıklarız. Aynı anda farklı gerçeklik-kompartmanlarında yaşıyoruz; bunların her birinde de belli bir tür siyaset mümkündür, eğer yeterince enerjimiz varsa da, bütün bu siyasal etkinlik biçimlerini aynı anda yürütmek arzu edilir elbette. Yani bu “metafizik” soru: Nedir siyaset? ? İktidarı ele geçirmek mi? Sokağa çıkmak mı? Örgütlenmek mi? Sosyalizmdan bahsetmek mi? Hiyerarşi ve otoriteye direnmek mi? Silahsızlanma yanlısı gösterilere katılmak ya da mahallenizi kurtarmaya çalışmak mı? Belediyeyle kavga etmek mi?? bu soru ancak ve ancak olası bütün seçenekleri ortaya koymaya yol açtığı zaman değerlidir, yoksa insanı tek büyük stratejik bir fikir olduğu serabını takip etmeye ayarttığı zaman değil… Bence bu serap, özellikle de entelektüeller için, dolayımlı olan, uzun vadeli olan karşısındaki sabırsızlıktan kaynaklanıyor; gücünü hemen sonuç alma, belli bir ego tatmini hissetme, elle tutulur damgayı hemen vurma arzusundan (bu arada bir işletme toplumuna çok uygun düşen bir arzudur bu) alıyor. Bu hoş bir lüks, harika bir tatmin, ama bize göre değil… Sermayenin kültürü ve geleneksel kültür mekân ve araçlarını fethetmesi kültür dediğimiz şeyin muazzam miktarda genişlemesine yol açıyor artık: Eski yarı-özerkliği kaybolan, yalıtılmışlığı geçmişte kalmış bir şey haline gelen kültür artık bir bütün olarak toplumsal alanla örtüşüyor ve bu anlamda her şey “kültürel” olup çıkıyor ?siyaset, ekonomi, hukuk, ideoloji, din, günlük hayat, cinsellik, beden, mekân vs. vs.? sizin sorgulanır bulduğunuz sözleri sarf ederken tek söylemeye çalıştığım, sermayenin bu fiili uğrağını hesaba katmak istemeyen… herhangi bir siyasetin nasıl tasarlanabileceğini anlamakta zorlandığım… Bana öyle geliyor ki bugün kültürün değişen statüsü ve işlevi hesaba katılmadıkça, etkili bir siyaset geliştirmek pek mümkün değildir. (Jameson 1982: 75, 77).
Jameson daha sonraları hep bu yukarıda alıntıladığımız tesbitin içerimlerini inceltip genişletmeye çalışacak, artık edebiyat teorisi ve pratik eleştiri çalışmalarını görece ihmal edip (aslında çok da ihmal etmez, sadece kitap boyutunda yapmaz bu çalışmalarını, yoksa bazılarını bu seçkiye de aldığımız birçok yazısını, Rimbaud, Baudelaire, Joyce, William Carlos Williams, Wallace Stevens, Kafka, Thomas Mann, Celine vb. gibi modernist yazarlarla ilgili yazılarını bu dönemde yazmıştır), o muazzam enerjisinin büyük kısmını, gelgeç bir entelektüel moda olarak ya da etkisi estetik alanıyla sınırlı bir akım olarak değil, çok ciddi sosyokültürel ve ekonomik boyutları olan bir fenomen olarak gördüğü postmodernizmi anlamaya ve anlamlandırmaya hasreder: İlk kez dersler verdiği Çin’de yayımlanan Postmodernism and Cultural Theories. Lectures in China (1987; Postmodernizm ve Kültürel Teoriler. Çin Dersleri); ilk kez New Left Review’da 1984’te yayımlanan denemenin genişletilmiş hali denebilecek (zaten adı da aynıdır) Postmodernism or the Cultural Logic of Late Capitalism (1991; Postmodernizm ya da Geç Kapitalizmin Kültürel Mantığı), The Seeds of Time (1994; Zamanın Tohumları); The Cultural Turn (1998; Kültürel Dönemeç), A Singular Modernity: Essay on the Ontology of the Present (2002; Biricik Modernite: Şimdinin Ontolojisi Üzerine İnceleme) gibi kitapları hep bu uzun soluklu çabanın verimleridir ve dünyanın birçok yerinde de esasen bu çalışmalarıyla, “postmodernizm teorisyeni” sıfatıyla tanınmaktadır.
Jameson bu kitaplarda postmodernizmi, Ernest Mandel’in Geç Kapitalizm adlı kitabındaki ünlü kapitalizm dönemselleştirmesini(9) izleyerek, ellili yıllardan itibaren dünyayı etkisi altına alan çokuluslu finans kapitalizminin kültürel ifadesi olarak görür her şeyden önce.(10) Bu da onun pek çok kişi tarafından dudak bükülen bir düşünür olmasında önemli bir rol oynar: Edebiyat, sinema, mimari, resim vb. alanındaki bütün kültürel ürünleri, araya Savran’ın sorunlu olduğunu iddia ettiği türden pek çok dolayım koyarak da olsa, kapitalizm gibi ekonomik bir kategoriyle ilişkilendirmekte ısrar etmesi, Marksizmi modası geçmiş bir büyük anlatı olarak gören, “üretim tarzı” gibi lafları duyunca tüyleri diken diken olan postmodernist iklimin kanaat önderlerinin onun incelikli analizlerini külliyen reddetmesi için yeterli bir gerekçe oluşturur. Öte yandan postmodernizmde sadece ve sadece ideolojik bir hasım gören, modernizmin sona erip yerini postmodernizme bırakmış yahut bırakmakta olduğu iddiasını ve Derrida, Foucault gibi önemli (ve sonradan kendilerine postyapısalcı ya da postmodern etiketi takılmış) düşünürlerin Batı metafiziğine ve episteme’sine yönelttikleri eleştirileri, “ideolojinin sonu”ndan dem vuran Daniel Bell ya da da “tarihin sonu” nun gelmiş olduğunu iddia eden Fukuyama gibi sağcı/muhafazakâr düşünürlerin herzeleriyle aynı düzeyde değerlendiren, modernitenin ve en önemli kolu olarak Aydınlanma’nın temel önkabulleri hiçbir sarsıntı geçirmemiş gibi davranmakta, postmodernizmle ilgili her şeye etik bir alerjiyle bakmakta ısrar eden belli bir Sol dogmatizm de doğal olarak hazzetmez Jameson’dan. (Bunların Türkiye’deki yansımalarına yazının girişinde sorduğum soru dolayımında birazdan döneceğim, ama şimdi kendime verdiğim görevi tamamlayıp Jameson’ın kariyerini bir süre daha izleyeceğim.) Ama yine de içinde yaşadığımız kültürel momentin temel bileşenlerini ayrıntılı olarak tasvir ve tarif etmeye çalışan bütün ciddi araştırmacılar artık Jameson’ın analizlerine ister olumlayarak ister itiraz ederek bir şekilde başvurma gereği hissederler. Üstelik yukarıda bir yerde geçerken değindiğimiz gibi, Jameson ilgileri ve yazı konuları hiçbir şekilde Batı kültürüyle sınırlı olmayan, Japon edebiyatından Tayvan sinemasına, Küba ve Quebec romanından Sovyetler Birliği’ndeki yeraltı edebiyatına, Afrika anlatı geleneğine dünyada kültürel akım namına ne varsa yakından takip edip değerlendiren bir kültür adamı olduğu için bütün dünyada, ama en çok da Çin ve Uzakdoğu’da ciddi bir izlerkitlesi vardır. Tarihin ironisi: Jameson’ın ABD’de bir Marksist entelijansiya yaratma çabasının çok fazla karşılık bulduğu söylenemez ama Çin’de (kısmen de Rusya ve Japonya’da) belli bir tür Marksizmden bunalmış genç akademisyenler kuşağı, başka türlü bir Marksizmin de mümkün olabileceğini düşünmeye başlamışsa bunda onun Batı Marksizminin kazanımlarını ve zaaflarını tarihsel bir perspektiften değerlendirip yaratıcı kullanımlara açan çalışmalarının önemli bir rolü vardır.
Jameson postmodernizmle ilgili yukarıdaki kitaplarını yayımladığı sıralarda başka alanlarda da çalışmalarını sürdürdü: Adorno fikriyatını bir bütün olarak ele aldığı Late Marxism: Adorno, or the Persistence of the Dialectic (Geç Marksizm: Adorno, ya da Diyalektiğin Direngenliği) 1990’da, sinemayla ilgili birçok yazısını bir araya getiren Signatures of the Visible (Görünürün İmzaları) ve The Geopolitical Aesthetic: Cinema and Space in the World-System (Jeopolitik Estetik: Dünya Sisteminde Sinema ve Mekân) 1990 ve 1992’ de, Brecht estetiğinin sorunlarıyla hesaplaştığı Brecht and Method (Brecht ve Yöntem) 1998’de yayımlandı. Halen birbiri ardına önemli kitaplar yayımlamayı sürdürüyor: 2005’te en önemli takıntısı denebilecek Ütopya fikri hakkındaki düşüncelerini heyecan verici bir biçimde formüle ettiği uzun bir çalışmasını, bilimkurgu ve ütopyalar hakkında yıllar içinde yazdığı çok sayıda yazıyla birlikte sunan Archeologies of the Future: The Desire Called Utopia and Other Science Fictions (Geleceğin Arkeolojileri: Ütopya Denen Arzu ve Diğer Bilimkurgular. Bu kitabın “Ütopya Denen Arzu” adlı kısmı Metis’in yayın programında. O makalelerden Ursula K. Le Guin üzerine olanı da bu seçkiye dahil ettik) adlı bir kitabı yayımlandı. 2007’de çeşitli modernist yazarlar hakkındaki yazılarını bir araya getirdiği The Modernist Papers (Modernizm Yazıları) yayımlandı (Seçkimizde bu kitaptan da üç yazı var. Bu kitaptaki yazılardan bir diğerini, Karatani’nin Modern Japon Edebiyatı’nın Kökenleri adlı müthiş kitabına yazdığı önsözü de önümüzdeki sezon bu kitapla birlikte yayımlayacağız). 2008’de de Valences of the Dialectic adlı kitabı yayımlandı.

Şimdi bu bitmek bilmez görünen (ama az kaldı, biraz daha sabır!) sunuş yazısının giriş bölümlerinde sorduğumuz soruya geri dönelim: Böyle bir düşünür neden bu topraklarda hak ettiği karşılığı bulamadı, ıskalandı? O bölümde olası nedenler olarak ele alıp bir kenara bıraktığımız etkenlerin her birinin yine de bir etkisi olabileceğini teslim etsek ve Jameson’ın postmodernizm analizinin dünyada yarattığı tepkilerin Türkiye’deki yansımalarını da hesaba katsak bile, ben şahsen asıl nedenin, Jameson’ın okurlarından sürekli olarak çok zor bir şey talep etmesi, onları etik ya da estetik değer yargılarını askıya alıp toplumsal meselelere tarihsel olarak, diyalektik bir biçimde bakmaya çağırması olduğunu düşünüyorum. Bu tesbiti epey bir açmak lazım elbette.
Önce Jameson’ın bu tür etik değer yargılarında neyi rahatsız edici bulduğunu anlamaya çalışırsak savunduğu diyalektik anlayışının da aslında bizi başka türlü bir düşünce etiğine davet ettiğini anlayabiliriz. Özellikle Derrida’nın ısrarlarıyla artık postyapısalcı fikriyatın herkesçe bilinen doxa’larından biri haline gelmiş bir tesbitten, düşünce sistematiklerimizin hep ikili karşıtlıklar üzerinden kurulduğu tesbitinden yola çıkar Jameson, ama ondan ayrıldığı noktayı şöyle ifade eder: “Derrida’dan Nietzsche’ye geçmek ikili karşıtlığa dair epey farklı bir yorum imkânını da açmak demektir; bu yoruma göre karşıtlığın olumlu ve olumsuz terimleri son tahlilde zihin tarafından iyi ile kötü arasındaki bir ayrım olarak özümsenir. İkili karşıtlıkları biçimlendiren ideoloji metafizik değil etiktir… Nietzsche’nin etiğin kavramlarının maskesini düşürerek tahakküm durumlarının somut praksisinin çökelmiş ya da fosilleşmiş izleri olduklarını gösteren analizi, bize önemli bir metodolojik öncül sunuyor.” (Jameson 1981: 114, 116) Biraz daha ileride de şöyle der: “Nietzsche’den öğrendiğimiz gibi, etik düşünce tarzının yargılama alışkanlığı, her şeyi antagonistik iyi ve kötü kategorileri (ya da bunların başka ikili eşdeğerleri) içinde sıralama alışkanlığı sadece bir hata değildir, her türlü bireysel bilincin kaçınılmaz merkeziliği içinde nesnel kökleri de vardır: İyi olan bana ait olan, kötü olan Öteki’ne/Başkasına ait olandır” (234). Siyasal ve tarihsel kategorilere etik kategorilerin yansıtılmasına Marx’ın Komünist Manifesto’ da yaptığı burjuvazi değerlendirmesini (burjuvazinin hem ilerici hem de gerici bir rol oynadığı tesbitini) tekrar hatırlatarak kesin bir dille karşı çıkar ve hep diyalektik düşünmeyi salık verir Jameson: “Diyalektik düşünmek demek bu iki özdeş ama antagonist özelliğin ikisini de aynı anda düşünmek demektir” (235). Yukarıda bahsettiğimiz, kendi kurduğu İdeoloji-Ütopya ikiliğini de tam da bu şekilde devreye sokmaya çalışır Jameson. Ütopya’nın ideolojikliğini asla inkâr etmez. Öte yandan, ideolojilerin en sefili olan Faşizm’de bile (Thomas Mann’ın şu sözünü hatırlarsak bu tavır iyice manidar bir özellik kazanacaktır: “Faşizm bir ideoloji değil, bir kötülüktür”) derinlemesine analiz edildiğinde Ütopyacı unsurlar bulunabileceğini söyleyen biridir Jameson.
Postmodernizm karşısındaki tavrı da aynı serinkanlı mesafededir ki Türkiye’nin katı etik koşullanmalarla malul politik tavırlar-
ca parsellenmiş entelektüel ortamında postmodernizmle ilgili her şeyi aynı “kötülük” ya da “iyilik” sepetine doldurma eğiliminin çok güçlü olduğu düşünüldüğünde bu tavrın pek etkili olamaması, karşılık bulamaması şaşırtıcı değildir. Kemalistler/Aydınlanmacılar ucu Türk modernliğinin de sorgulanmasına varacağı için, bilimin ve aklın en hakiki mürşit olduğuna iman ettikleri için, postmoderni külliyen ilgi alanlarının dışına atıp sadece bir sıfat, hatta bir küfür olarak kullanırlar. İslamcılar-liberaller postmodernizmin en sorunlu ama siyaseten en çok işlerine gelen büyük anlatı karşıtı (yani sanki din gelmiş geçmiş en büyük anlatı değilmiş gibi, esasen sadece Marksizm karşıtı) yanlarını benimser; postmodernizmin ideologlarının akıl ve bilimin kibri karşısında da şüphe vazedilmesini dinin dogmatik kibrini asla ve kata sorgulamamak gerekliliğine vardırabilen, her türlü modernliğin (tabii ki başta Kemalizmin vaat ettiği türden otoriter modernliğin) sona erişini sadece ve sadece bir tür demokratikleşme ya da özgürleşme diye sunan doxa’larını bağırlarına basarlar. O yüzden de postmodernizmle kapitalizmin metalaştırıcı veya şeyleştirici süreçleri arasındaki bağlar üzerinde ısrar eden bir Jameson’ın onlara söyleyeceği bir şey yoktur. Toplumsal görünürlükleri gittikçe azalsa da kültürel alanda en azından hâlâ İslamcı ve liberallerle hegemonya mücadelesi vermeye devam ettikleri söylenebilecek Marksistlerin büyük kısmı ise aslında postmodernizme İslamcıların çoğuyla aynı perspektiften, her biri çok şaibeli olan bir doxa’lar toplamı(11) olarak bakıp “kötü” sepetine atıvermiştir. Etik kanaatlerin ve değer yargılarının kesafeti, bir süreliğine olsun askıya alınamaması, analitik bir tavır almayı imkânsızlaştırmıştır.
Jameson’ın siyasal cenahta karşılaştığı ilgi eksikliği belki böyle açıklanabilir ama edebiyat akademisi ve eleştirmenleri cenahındaki ilgisizliği salt bununla açıklayamayız. Bunun da yine tarihselleştirici perspektif takınamayıp verili bir ikili karşıtlığın birine iyi, diğerine kötü muamelesi yapmakla ilgisi var ama bana kalırsa. Bu seferki karşıtlık iki ayrı biçime bürünüyor: Gerçekçilik-modernizm ve modernizm-postmodernizm. Marksizm geleneği içinde özellikle önemli bir yeri olan bu ilk karşıtlığın (çok kaba bir nitelemeyle, bir yanda gerçekçiliği savunan Lukács, diğer yanda modernizmi savunan Adorno diye özetleyebiliriz tartışmanın taraflarını) özellikle 1960’lardan itibaren Türkiye’de de yankıları olmuştur: Birçok edebiyat eleştirmeni, edebiyat hakkında söz alan ve hatta düpedüz edebiyat üreten birçok isim tam tamına bu kavramları kullanarak olmasa da bu karşıtlığın iki ekseninden birine bağlılık beyan ederek diğerini pejoratif terimlerle tanımlamıştır (Attila İlhan, Asım Bezirci gibi önemli isimlerin İkinci Yeni’ye yönelik saldırılarını, “toplumcu gerçekçilik” tartışmalarını vb. hatırlamak yeterli). Ama uzunca bir dönem gerçekçilik ideolojisinin hegemonik olduğu, modernist olarak nitelenebilecek şair ve yazarların eserlerinin yeterli eleştirel dikkati ve okur ilgisini görmedikleri de bir vakıadır. Ama 1980’lerden sonra modernizmin bir ideoloji olarak hegemonyayı ele geçirmeye başladığı ileri sürülebilir belki; kitaplarını ilk yayımladıkları sıralarda, ya toplumsal meselelerden kopuk olmakla ve kullandıkları dili sorunsallaştırdıkları için “biçimsel kaygılara teslim olmakla” suçlanmış, ya da en iyi ihtimalle Tanpınar’ın deyimiyle bir “sükut suikasti” ile karşılaşmış çeşitli anlatı yazarlarının (Ahmet Hamdi Tanpınar, Yusuf Atılgan, Oğuz Atay, Bilge Karasu, Vüsat O. Bener, Leyla Erbil) ve İkinci Yeni şairlerinin, hem eleştirmenler hem de kısmen okurlar nezdindeki itibarının müthiş artmış olmasına da bakarak. (Yanlış anlaşılma olasılığına karşı uyarayım: Şahsen benim de çok önemsediğim ve sevdiğim yazarlar bu saydıklarımın çoğu.) Ama bence modernizmin kurumsallaşmaya başlamış olmasının en önemli iki göstergesi şudur: Birincisi, anlatı alanında Halit Ziya Uşaklıgil, Recaizade Mahmut Ekrem, Sait Faik, Sabahattin Ali, şiirde de Yahya Kemal, Ahmet Haşim ve Nâzım Hikmet gibi kanonik yazarlarımızın önemleri, eserlerinde gittikçe artan oranda modernist öğeler bulunarak değerlendirilmeye başlamıştır. İkincisi, bu tür unsurlara rastlamanın zor olduğu yazarların eserleri hakkında neredeyse yalnızca Doğu-Batı meselesi, ulusal kimlik, kadın sorunu gibi sosyolojik temaları örneklendirmeye müsait pasajlar üzerinden yazılmakta, bu eserler karmaşıklık, etkilenme endişesi, dili sorunsallaştırma, çiftdeğerlilik gibi modernist estetik değerlerden yoksun olduğu için zayıf, yoksul, mekanik, temrin düzeyinde gibi sıfatlarla değerlendirilmektedir.(12) Son yirmi-otuz yıllık dönemde ortaya çıkan postmodernist edebiyat ürünleri karşısında da benzer bir tavır sergilenmekte olduğu söylenebilir; modernizm-postmodernizm karşıtlığında da “iyi” olan hep “modernist” kutuptur. (Türkçedeki örnekleri açısından postmodern özellikleri öne çıkan yazarlar ve eserleri de ancak kaçınılmaz olarak içerdikleri modernist unsurların çokluğu oranında değerli görülürler. Orhan Koçak’ın yukarıda bahsettiğimiz Kara Kitap değerlendirmesi bu eleştirel tavrın özbilinçli ve kusursuz bir örneğidir mesela ? gerçi o modernizmin “kurumsallaşması”ndan, “ideolojikleşmesinden” değil, “yorgun düşmesi”nden, “istifa etmesi”nden söz etmeyi yeğler. Ama bu özbilinçlilikten yoksun çok sayıda yazıda “postmodern edebiyat” terimi çoğunlukla sadece pejoratif bir sıfat olarak kullanılmaktadır, analitik bir değeri yoktur.) Yani Türkiye’deki edebiyat çevrelerinde modernizmin bir “ideoloji” haline bürünmüş olduğu söylenebilir ki 70’lerin ortalarından beri “modernizm ideolojisi” tabirini eleştirel yazılarında ve çözümlemelerinde sık sık kullanan bir yazar olan Jameson’ın karşılaştığı ilgisizlikte bence bunun da payı var. Jameson şeyleşme ve metalaşmanın henüz toplumun bütününe nüfuz etmemiş olduğu belli tarihsel koşullara verilen simgesel bir cevap olarak tarihselleştirdiği modernizm kavramının tarihaşırılaştırılmasına ve özellikle geçmiş dönemlerin sanatsal ürünlerini değerlendirmekte bir norm haline getirilmesine birçok yazısında karşı çıkmış olduğu için de ıskalanmıştır, diyeceğim sonuç olarak.

Bu bahsi en nihayet kapatabildiğimize göre artık seçkimize gelebiliriz. Jameson’ın “Modernizm İdeolojisi” diye bir kitabı yok, ama yukarıda da belirttiğimiz gibi bu kavrama çok sık başvuruyor. Hem bu yüzden hem de seçkiye dahil ettiğimiz yazıların çoğunda bu ideolojiyi, tam da modernist olarak nitelendirilen şair ve yazarların eserlerini analiz ederken eleştiri konusu ettiği için bu başlığı kullanmakta beis görmedim.
Aslında seçkinin ilk halini Orhan Koçak 1999’da hazırlamış, ben de seçilen yazıların bir kısmını çevirmiştim. Geri kalan yazıların çevirisinde karşılaşılan çeşitli güçlüklerle proje o dönemde tamamlanamadı; Metis’te editör olarak çalışmaya başladıktan sonra bu seçkiyi Jameson’ın ilgi alanlarının genişliğini de sergileyecek şekilde genişletmeyi düşündüm; bu fikir diğer editör arkadaşlarım tarafından da benimsendi, dört-beş yazı daha ekledik. Ama bu seçki fikrinin esasen Orhan Koçak’a ait olduğunu vurgulamak gerek.
Seçkideki “Metin İdeolojisi”, “Jargona Dair”, “Modernizm ve Bastırdıkları”, “Bütünlüğün Poetikası” (o yazıdaki şiirlerin çevirisi Bülent Doğan arkadaşımıza ait) ve “Le Guin’de Dünyanın İndirgenmesi” (bu yazının çevirisindeki katkıları için de Çiğdem Erkal İpek ve Bülent Doğan’a teşekkür etmem gerek) adlı yazıların çevirisi bana, diğer bütün metinlerin çevirisi Kemal Atakay’a ait. Ancak terim birliği sağlamak adına Kemal’in terim tercihlerinden bazılarını kendiminkine uydurdum editörlüğü de üstlenmenin avantajıyla, beni hoşgöreceğini umuyorum.
Umarız Jameson’ın hak ettiği ilgiyi görebilmesine küçük de olsa bir katkıda bulunmuş oluruz bu seçkiyle.

Alıntılanan Kaynaklar:
Anderson, Perry (2002), Postmodernitenin Kökenleri, çev. Elçin Gen, İstanbul: İletişim, 2. basım.
Eagleton, Terry (1982), “Frederic Jameson: The Politics of Style”, Diacritics, c. 12, Güz 1982.
Hardt, Michael ve Weeks, Kathi (2001), “Introduction”, The Jameson Reader, M. Hardt ve K. Weeks (haz.), Oxford: Blackwell: 2001.
Jameson, Frederic (1981), The Political Unconscious, Ithaca: Cornell University Press.
?? (1982), “Interview with L. Green, J. Culler and R. Klein”, Diacritics, c. 12, Güz 1982.
?? (1997 [1971]), Marksizm ve Biçim, çev. Mehmet H. Doğan, İstanbul: YKY.
Said, Edward (2000 [1982]), “Muhalifler, İzleyiciler, Taraftarlar ve Cemaat”, Kış Ruhu içinde, haz. ve çev. Tuncay Birkan, İstanbul: Metis.
Savran, Gülnur (1999), “Postmodernizm: Yepyeni Bir Evre mi, Bir Eğilimin Mutlaklaştırılması mı?”, Defter, No. 38.
White, Hayden (1982), “Getting Out of History”, Diacritics, c. 12, Güz 1982.

Notlar

(1).Belki bir tek Raymond Williams’ın bu topraklarda Jameson’a benzer bir kaderi paylaştığı, hep saygıyla ve adının ağırlığı hissettirilerek tek tük alıntılanan ama neredeyse hiç eleştiri ve tartışma konusu yapılmayan, etrafında argüman geliştirilmeyen bir düşünür olarak kaldığı söylenebilir. O zihin açıcı Marksizm ve Edebiyat kaç kere bahis konusu edilmiştir ki Türkiye’de?
(2). Bunu müstehzi bir edayla kaydedip geçmek istemem. Otomatikman küçümsenecek bir entelektüel teşhirciliğin ürünleri olarak değil, altımızdaki kültürel ve siyasi zeminin aralıksız sarsılmakta olduğu tarihsel bir konjonktürde hissedilen yakıcı bir anlama ve anlamlandırma ihtiyacının tezahürü olarak görüyorum çoğunu.
(3). Bu ortama herhangi bir eleştiri getirme imkânını da elden almış olmuyoruz bunu söyleyince. Aksine her toplumsal fenomeni, siyasi zannedilen ahlakçı bakışlarla “değerlendirme” şeklindeki yaygın ve maalesef Türkiye’deki entelektüel ortamın başat özelliklerinden biri olan tavırdan kurtulunduğunda bu ortamın sefaletini ve zenginliğini, ölgünlüğünü ve canlılığını daha serinkanlı şekillerde “eleştirme” imkânı da doğacaktır. Jameson tam da bunu vazettiği için elzem bir düşünür bu topraklar için. Buna döneceğiz. Böyle bir eleştiri de elbette ancak başka bir yazının konusu olabilir, ama herhalde en başta şu soruna dikkat çekilecektir orada: Türkiye’de Batılı düşünürlerin fikriyatının çoğunlukla sadece telif makale ya da kitap yazarlarının önceden ulaşılmış kanaatlerinin illüstrasyonları olarak, bunlara fazladan bir itibar kazandırmak üzere kullanılmakta oluşu ve bu önceden edinilmiş kanaatlerin, ele alınan malzemeyle teorik çatının hakikaten yaratıcı bir biçimde karşılaşmasına, her ikisinin de yeniden şekillendirilmesine engel oluşu.
(4). Bu rağbet eksikliğine son bir gerekçe olarak Jameson’ın üslubunun meşhur çetrefilliği ve bunun çeviride yarattığı sorunlar yüzünden okunaklılığının azalması gösterilebilir. Hakikaten de çevirmeni çok zorlayan bir üslubu var Jameson’ın, onu çevirirken bol bol söylenmemiş bir çevirmen olduğunu zannetmiyorum ki ben de onlardan biriyim. Jameson da “diyalektik eleştiri”yi ?o bu tabiri veya onunla eşanlamlı olarak “üstyorum” tabirini, söz alırken bir yandan da neden şu tarihsel anda ve şu üslupla söz aldığını da kendi düşüncesinin konusu haline getiren her türlü eleştiri ve yorumlama faaliyeti için kullanır? savunan biri olarak bunun gayet iyi farkında olduğu için bu konuda da sık sık söz almıştır. Daha Marksizm ve Biçim’de bile fikirlerini ampirizmin ve açık seçik bir üslubun egemen olduğu Amerikan ortamına tanıtmaya çalıştığı Adorno, Lukacs, Bloch gibi diyalektikçilerin üslubuna tavizsiz bir biçimde sahip çıkarken aslında kendi üslubunu da savunur (bkz. Jameson 1997 [1971], s. 12-3). Teorinin zorluğu ile modern şiirin zorluğu arasında ilginç bir paralellik kurduğu için bu seçkiye dahil ettiğimiz kısacık “Jargona Dair” yazısı da bu üslubun seçilmiş olduğuna şüphe bırakmıyor. Ayrıca Eagleton’dan Anderson ve Hardt’a Jameson hakkında yazan birçok kişi, zorlu nesneler karşısındaki düşünme sürecinin iniş-çıkışlarını kendi yapısı içinde de yeniden üreten, başta dil olmak üzere her türlü temsil aracının yol açtığı sorunlara içerik düzeyinde dikkat çekmekle kalmayıp bunları bizatihi kendi cümleleriyle de örnekleyen çarpıcı ve ?ilginçtir? modernist üslubuna dikkat çekmiştir.
Ama yine de Adorno, Said, hatta Zizek gibi başka zor düşünürlerin gördüğü hüsnükabul ve her biri birtakım sorunlar içermesine rağmen Jameson çevirilerinin çoğunun ?mesela bir Foucault’nun çevirilerine kıyasla? çok daha okunaklı sayılabilecek olması cevabın tam burada da olmadığını gösteriyor. Kaldı ki bütün bu düşünürleri Türkçeden çok İngilizceden, daha az olmakla birlikte Fransızca ve Almancadan takip eden ciddi bir kesim de var artık.Metne dön
(5). Bu bölümdeki biyografik malzemeyi esasen Michael Hardt ile Kathi Weeks’in birlikte hazırladıkları The Jameson Reader (Jameson Seçkisi; 2000) adlı kitap için yazdıkları Sunuş’tan alacağım.Metne dön
(6). Ünlü tarihçi Hayden White bu bölüme Frye’ın anıtsal çalışması Eleştirinin Anatomisi’nin Marksist bir versiyonunu oluşturma çabası olarak bakılabileceğini, tıpkı Marx’ın Hegel’e yaptığı gibi, Jameson’ın da Frye’ı ayakları üzerine doğrultmaya, onu “tarih”in sert toprağı içine dikmeye çalıştığını ileri sürer (White 1982: 3).
(7). Ancak kitabın Sonuç bölümünde Marksist gelenek içinde de bu olumlu yorumbilgisi anlayışının bir dizi muadilinin varlığının gölgede kalmasına izin verilmemesi gerektiğini belirtir ve şu örnekleri verir: Ernst Bloch’un umut ilkesi ya da Ütopyacı ideali, Mihail Bahtin’in burjuva anlatısının tekboyutlu metninden kopuş olarak, egemen bir kültürün hegemonik düzeninin karnavalvari bir biçimde bozulması olarak tasarladığı diyalojik kavramı; Frankfurt Okulu’nun en dolaysız biçimiyle estetik metinde bulunabilen mutluluk vaadi’nin devrimci gücü kavrayışı ve tatminin izi olarak güçlü bellek anlayışı (s. 285).
(8). Aynı soruyu benim de Eagleton’un kendisine sorma şansım olmuştu bir söyleşide. Artık epey farklı baktığı anlaşılıyordu hem Jameson’a hem de bu soruya verilebilecek cevaba. Söyleşinin tam metni şurada bulunabilir: http://www.birikimdergisi.com/birikim/makale.aspx?mid=271.
(9). Bilindiği gibi, üç dönemde ele alır Mandel kapitalizmi: Marx’ın yaşadığı dönemdeki piyasa kapitalizmi ya da ulusal kapitalizm, emperyalist tekelci kapitalizm ve Gülnur Savran’ın ifadesiyle en belirgin özelliği “sermayenin emperyalizm evresinde olduğundan daha küresel bir nitelik kazanmış olması, dünya çapında girilmedik hiçbir kovuk bırakmamacasına yayılması” olan, “bütün kapitalizm-öncesi adacıkların kapitalizmin içine çekildiği”, “gerçek anlamda evrenselleşmiş” (Savran 1999: 177) çokuluslu kapitalizm evresi. Gerçekçilik, modernizm ve postmodernizm de bu evrelere tekabül eden kültürel-estetik başatlardır denebilir Jameson’a göre. Ama bunları basit homolojiler olarak tasarlamamak gerekir. Savran bu yazıda Jameson’ı tam da bu nokta üzerinden eleştirir. “Kendi tahlilinde geç kapitalizm ile postmodernizm arasındaki ilişkinin bir homoloji biçiminde kurulmadığı kuşku götürür. Jameson, kapitalizmin yeni evresinin özelliklerini postmodernist kültürel biçimleri açıklayacak biçimde tahlil etmez. Bunun yerine, sanat ve kültür düzleminde kurguladığı bir postmodernizme geç kapitalizmi sonradan eklemler.” (185-6). Ona göre “sorun aslında Jameson’ın dolayım anlayışındadır… toplumsal yaşamın çeşitli bölgeleri, ya da toplumsal bütünün çeşitli düzeyleri arasındaki ayrışmaya, kapitalizmin bu fetişizmine hapsolmuş gibidir Jameson. Ayrışmanın onun gözünde toplumun bütünlüğünden daha ağırlıklı bir gerçekliği var gibidir. Toplumsal bütünü nesnel olarak oluşturan gerçek dolayımları görememektedir: elinde yalnızca sonradan kurduğu zihinsel dolayımlar vardır” (186). O yüzden de Jameson’a çok sık yöneltilmiş olan eleştiriyi onaylar Savran: Jameson postmodernizmin yepyeni bir evre olduğunu yeterince gerekçelendiremiyordur, kapitalizmde hep varolan bir eğilimi mutlaklaştırıyordur.
(10). Jameson’un postmodernizm analizinin ayrıntılarına burada girmeyeceğim, zira bu analizi geliştirdiği neredeyse bütün kitaplar ve Anderson’ın yukarıda bahsedilen kapsamlı tanıtım metni Türkçede mevcut. Sadece etkisi üzerinde duracağım.
(11). Anderson bu tür doxa’ları Eagleton’ın Postmodernizmin Yanılsamaları kitabından hareketle şöyle özetler: “Herhangi bir insan doğası olduğu yolundaki fikirlerin reddi, tarihin gelişigüzel ve rastlantısal bir süreç olduğu anlayışı, sınıfın ırk ya da toplumsal cinsiyetle aynı düzeye indirgenmesi, bütünsellik ya da kimlikten vazgeçilmesi, belirlenimden bağımsız özne tasarımları.” (Anderson 1998: 159). Eagleton’ın bu polemik kitabı Türkiyeli Marksistlerin postmodernizm anlayışını belirlemekte çok etkili olmuş, postmodernizm ideologlarının zaman zaman saçmalamaya varan kanaatleri analiz edilip reddedilince, kapitalizmin şu anki tarihsel momentine verilen kültürel bir cevap olduğu için günlük hayatta nesnel karşılıkları da olan bir fenomen olarak postmodernizm analizi gündemden düşmüştür. Eagleton’ın kendisi de bu ayrımı daha en baştan yapar halbuki, Anderson’ın da dikkat çektiği gibi.
(12). Bu tür eserler tarihüstü bir değer atfedilen modernist kategorilerle değil de tarihselliğe özen gösteren başka kategorilerle değerlendirildiğinde ne tür estetik değerler içerebildiklerini gösterebilen çok az sayıda çalışma var Türkçede: Süha Oğuzertem’in “Modern Edebiyat ve Abdülhak Şinasi Hisar’ın Sözlü Yazı Serüveni” (Defter 18, 1992) ve Oğuz Cebeci’nin “Bir Satir Yazarı Olarak Gürpınar” (Radikal Kitap, 8 Şubat 2008) adlı yazıları, bu bâbtan anılması gereken, çok şey öğrenerek okuduğum iki yazı sözgelimi.
Modernizmle uzaktan yakından alakası olmadığı halde artan bir eleştirel ilgi konusu olan neredeyse tek modern-öncesi yazar Ahmet Mithat Efendi. Ama ilginçtir, o da eserlerinin postmodern anlatıların estetik özellikleriyle örtüşen unsurlarıyla dikkat konusu oluyor genellikle. Yani yine ciddi bir tarihselleştirme sorunu var.”

Semih Gümüş, ?Yorum, yoruma karşı?, Radikal kitap Eki, 2 Mayıs 2008
Yorumun gözden düştüğü yargısını 1971’de veriyor Fredric Jameson. Modernizm İdeolojisi adlı derlemedeki Üstyorum başlıklı yazısında, modernizmi terk etmeye hazırlanan modern edebiyatın 20. yüzyılın büyük okulları arasına soktuğu varoluşçuluk ya da yapısalcılık gibi akımların kendilerini gerçekleştirme olanaklarını artık biçimcilikte ve öze ilişkin bütün ağırlıkları atarak yöntemi seçmekte bulduğunu belirten Jameson, hem bu dönüşümü en iyi anlayanlarından, hem de kendi yazınsal-düşünsel tutumuna sağlam bir temel oluşturma kaygılarını en iyi anlatanlardan biri olduğunu gösteriyor.
Tam da okurun, anlamı çok katmanlı biçimde önüne serilmiş yazınsal metni bir an önce çözme, çözemiyorsa üstünden atlayıp kolayca çözebileceği yapıtlara yönelme, böylece edebiyatı modernizmin değerlerinden kurtarıp herkesin ilişki kurabileceği bir düzeye, popüler edebiyat katlarına çıkarmaya başladığı bir döneme de karşılık geliyor bu yargı.
Bir yanda akademizmin kavramlarla oluşturduğu edebiyat: biçim ve yöntemle taçlandırılmış. Öbür yanda bu akademizmle hayatı boyunca ilişki kurmayacağı belli sabırsız okurun anlamlarını çözmeye yanaşmadığı yazınsal metnin ‘ne anlattığı’ sorusu çevresinde yaptığı okuma. Üstelik birbiriyle bağdaşması olanaksız bu iki düzey, karşı karşıya konumlanıyor. Kesişmeleri olanaksızsa bile aynı dönemde yan yana durabilme gizilgücünü nereden alır bu iki zıt anlayış? Jameson buraya getirmiyor sözü, ama yaptığı çözümleme bizi bugün bu soruyu sormaya itiyor.
Bir potada düşünülmesi olanaksız görünen bu iki düzeyi birleştiren temel bir payda var ama: yazınsal metni soyutlama etkinliğinden uzak durmak. Soyutlama olmaksızın anlama çabası ilkinde yöntemden ayrılmayan kuramsal düşünceye, öbüründe gündelik anlamla yetinen sığlığa yol açıyor.
Edebiyatın tartılması olanaksız değeri şuradan gelir ki, bugün varoluşçuluk, yapısalcılık ya da biçimci herhangi bir yol yordam yerini neredeyse terk etmişken, biz hâlâ elimizde fener, uykusuz gecelerde yazınsal metinlerin anlamlarına ulaşmanın yeni yollarını aramayı sürdürüyoruz. “Demek ki, bir yandan yorumlamaya karşı giderek artan bir isteksizlik hissederken, bir yandan da yorumlamaya yazgılıyız,” sözleriyle Jameson da bu zorunluluğu düşünür. Sanırım bitip tükenmiş görünen modernizmin oradan buradan uç verdiği yerlerde o anlamı arayan eleştiri bugün de el üstünde tutuluyor ve adına modernizm demediğimiz bir yorumlama biçimi, en azından sonu belirsiz bir geleceğe dek yaşamayı sürdürecek görünüyor.

Temel bir eksiklik
O uçları yakaladığımız her yerde Jameson’un saptaması gelecektir gözümüzün önüne: “tek tek her yorum, kendi varlığının bir yorumunu içermeli, ‘icazetname’sini gösterip kendini güçlendirmelidir: Her yorum, aynı zamanda bir üstyorum olmak zorundadır.”
Eleştiriden ne anlaşılması gerektiğini tam anlamıyla çözememiş olan edebiyat dünyamız için bu tanım ısrarla vurgulanmalı. Demek ki eleştiri önce kendi varlığını anlamlandırmak zorunda ki, ötekine anlam verebilmek için kullanılabilsin; dolayısıyla yetkinliğini göstererek kendini öteki yazınsal türlerle aynı düzeyde tutabilsin; yazınsal metnin içerdiği yorumun ve ona verilmiş ilk anlamların üstünde yeni anlamlar verebilsin; dolayısıyla kendine dönüşlü bir yazınsal metin olarak, öteki bütün metinlerden bağımsızlaşıp bir başına varolabilsin.
Belki eleştirel aklı, özgür yorumu, yorumun yöntemini içselleştimek için uygun koşulları bulamamış bir edebiyatın, kendi modernizmini yaşayamadığı için değişim sürecini Batı’dan aldığı etkilerle yaşaması, süreğen bir gecikmeyi genlerine işlemiştir. Jameson’ın, “modern dönemde yorumlanmayı gerektiren, başka kültürlerin sanatından çok, kendi kültürümüzün sanatıdır” sözleri, eksiklerimizden birini değil, temel bir eksikliğimizi gösterir. Çünkü bizim edebiyatımız yorumu bütün anlamına uygun biçimde ilk kez 1950 Kuşağı ile kullanmış, ama orada da kaçınılmaz biçimde, Batı’daki edebiyat ve düşünce akımlarını, yaratım biçimlerini yorumlamakla başlamıştır işe. O an içinde yaşadığı dönemi yorumlamakta çektiği güçlüğü neredeyse yirmi yıl sonra kendini yorumlama yetilerine sahip olduğunda yenebilmiştir.
Edebiyatımızda bütün yenilikçi atılımların ancak sonraki dönemlerde hak ettikleri gibi anlaşılabilmesinin nedeni de kendini yorumlama güçlüğüdür. Modernitesini adım adım tamamlama çabası içinde kendini yorumlamayı da sürdürerek kendindelik kazanan edebiyatımız, bugün de yazınsal düşüncenin uzun yürüyüşünü geriden izlemektedir.

Biçim ile içerik arasındaki değişim
Bir yeniliği doğru anlama çabası, tavanın sıcak sapını tutmaya benzer. Ona varsanız, o yenilikçi ânı, yazınsal yapıtın biçimi ile anlamı arasındaki uzaklığın sizden bağımsız bir alanda oluştuğunu baştan onaylamanız da gerekir. Bizde edebiyatın ana damarında akıp giden egemen edebiyat ve eleştiri anlayışı bu uzaklığı yok sayma refleksi yüzünden hep geç kalmaya yazgılı oldu. Jameson’a göre, Rus Biçimciliği’nin özgünlüğü “biçim ile içerik arasındaki uzaklıkta çok önemli bir değişimi gerçekleştirmesi”nden geliyorsa, bütün yenilikçi çıkışların da asıl değişimi biçim ile içerik arasındaki uzaklık içinde yaşadığı söylenebilir. Çünkü o uzaklığın büyümesi, yazınsal yazının özgürlük alanını genişlemesi; kısalması ise, özgürlük alanının daralmasıdır. Aradaki uzaklığı daraltan bütün tutucu ya da dogmacı eğilimler biçim ile içeriğin görece bağımsızlığını da aslında göz önünde tutmak istemez. Sonunda biçimin ya da içeriğin büsbütün yok olmayacağı düşünülürse, edebiyatın değişim süreçlerindeki bu gelgitlerden ürkmek de anlamsızlaşır.
Biçimci ya da ‘içerikçi’ olmaya gelince, ikisinden birinden yana olmanın bu değerlendirmenin parçası olmadığını belirtmeliyim. Asıl olan Nâzım Hikmet, İkinci Yeni, Bilge Karasu, Leylâ Erbil, Sevim Burak ya da Oğuz Atay’ın biçim ile anlam arasındaki uzaklığı önce son kerteye çıkarıp sonra dengeye kavuşturduklarının saptanması. Bu örneklerin en ucunda yer alan İkinci Yeni için bile elbette söylenebilir ve on yıllar sonra söylenmiştir ki, edebiyatımızdaki bütün yenilikçi atılımlar, anlamı hiçleştirmeye kalkışmadan, yalnızca ters yüz ettikleri anlamları yeniden okuma denemeleri olarak kendilerini ortaya koymuştur.
Aslında yazınsal yapıtta anlam hiçbir zaman büsbütün yok olmaz, dün olmadığı gibi, yarın da olmayacaktır; gelgelelim, aradığımız anlam her zaman aynı yerde ve aynı değerde bulunmayabilir. “Belirli bir edebi biçimin varlığı daima, söz konusu toplumsal gelişme ânındaki belli bir deneyim olanağını yansıtır,” sözünü hâlâ genel geçer alma şansımız olduğuna göre, değişen dönemlerin, edebiyatı da bulunduğu yerden alıp başka bir yere koymasının doğallığı hemen öngörülebilir.
Egemen edebiyat anlayışı yeni yorumlara gereksinim duymadığını açıkça bildirmez, ama bu eğilimi hep taşıyıp karşısındakine geçirir. Dolayısıyla yoruma gereksinim olmadığı savının da bir yorum oluşu yanında, o yorumların bütüncül ideolojiler oluşunun yarattığı bir çarpıklık vardır. Bu katı düşüncenin değişmeden kalması elbette olanaksız, ama cendere içinde özelliklerini belki bir yüzyıl boyunca koruyageldiği de yadsınamaz. Ne ki, 1980’den sonra değişen kültürün edebiyat kültüründe yol açtığı değişiklikler gündelik (ampirik) olguları çekici hale getirdi, bu da edebiyattaki değişimin manivelası oldu.
Jameson, kolektif yaşamın ve kolektif yazgıların günümüz toplumlarındaki atomlaşmayla birlikte yok oluşunu da tartışıyor. Bunun günümüz dünyasının ortak kimliğini belirttiği öne sürülebilir. Popüler ilgi alanlarının edebiyatı içine çekmesi ve postmodernizmin o alanlarda en çok karşılık bulan düşünce ve yaratım biçimi oluşu da böylece açıklanabilir. Modernizmin bireyselci doğasıyla toplumun atomlaşması söz düzeyinde yakın gibi görünse de, birbirinin karşıtlarıdır. Dolayısıyla üstyorum Batı’da da, bizde de atomlaşmış kültürün edebiyatıyla örtüşme sancıları çekiyor. Ama bu arada modernizmin vazgeçilmezi olan yorum ve üstyorumun birbirini çeken gerilimi olmaksızın yaratıcılığın sürmesi de olanaksızlaşıyor.

Göksel Aymaz, ?Shakespeare modern midir??, Radikal Kitap Eki, 6 Haziran 2008
1994 yılında başvurduğum yüksek lisans programının yazılı giriş sınavında sevgili hocamız Ünsal Oskay?ın bize sorduğu üç sorudan biri şuydu: ?Shakespeare, modern bir şair midir, niçin?? Ben, ?Evet, modern bir şairdir, zira…? deyip programa kabul edilenlerdendim. İlerleyen yıllarda ise, Amerikalı Marksist eleştirmen Fredric Jameson?dan, Shakespeare?e modern demenin hatalı olacağı yönünde yorumlar okudum. Jameson, ortaçağın derinliklerinde bir noktada bazı ?modern kopuşlar? tespit etmek (örneğin, Descartes ve cogito momentini düşüncede kesin bir başlangıç saymak, bilim ve teknolojinin modern paradigmasını Galile?ye kadar götürmek, veya herhangi bir Rönesans ressamını modern resmin ilk işareti olarak belirlemek vb.) suretiyle modernite?nin sınırlarını erken ortaçağa kadar geri itme operasyonunu sakıncalı buluyordu. Bu şekilde oluşturulmuş bir modernite retoriği ya da mecazı, Jameson?a göre, önceki anlatısal paradigmaların, mevcut modernite anlatıları aracılığıyla, bir ?yeniden yazımı?, güçlü bir ?yerinden edilişi?ydi. Buna göre, şayet biz Bruegel, Bosch, Erasmus, Rabelais, Cervantes ve nihayet Shakespeare?in modern olduklarını göstermek niyetiyle, eserlerinde bazı temaların varlığına işaret edecek olsak, Jameson buna, ?sadece yeniden yazım operasyonunun inandırıcılık etkisini garanti etmek için bahaneler? diyecekti; modern edebiyatın sınırları belki en fazla Flaubert ve Baudelaire?e kadar gidebilirdi. Postmodernizm (1994), Marksizm ve Biçim (1997), Dil Hapishanesi (2002), ama özelikle Biricik Modernite (2004) ve Kültürel Dönemeç?te (2005), böyle bir ?ideolojileştirme?ye itirazını dile getirmişti. Nihayet, Metis Yayınları editörleri, edebiyat ağırlıklı makalelerinden yaptıkları bir derlemeye Modernizm İdeolojisi adını vererek, Jameson?a, başlığında bu itirazı taşıyan (en azından Türkçede) bir kitap armağan ettiler.
Peki, Shakespeare?e modern denilse ne olur, denilmese ne olur? Shakespeare, bir şey mi yitirir Şekspirliği?inden?

Geleceğin arkeolojisi

Jameson, ?yeniden yazım? olarak adlandırdığı operasyon sonucunda, modernizm?in, tarihsel ve sanatsal olarak karşılaştırılamaz bir dizi yazarı (veya ressamı veya müzisyeni) karşılaştırmak için kullanılan bir tür standart haline getirildiğini, bunun da katı ve yanlış bir modern-postmodern karşıtlığıyla sonuçlandığını belirtmektedir. Bunun bir ?estetik seçkincilik? olduğunu ve postmodern kültür ürünlerinin yabana atılmaması gerektiğini düşünen Jameson?a göre, geç kapitalizmin yakın zamanda oluşmuş iç hakikatini ifade eden bu ürünlerin kolayca reddedilmesi, onun olumlu yönlerinin rahatlıkla övülmesiyle eşdeğer ölçüde olanaksızdır. Bu ikisini yapmak yerine, bu yeni kültürel üretimi, bir sistem olarak geç kapitalizmin toplumsal yeniden kuruluşuyla, kültürün kendisinin genel bir değiştirimine yönelik geçerli bir hipotez içinde değerlendirmek daha uygun gibi görünmektedir. (Bkz. Postmodernizm)
Jameson, günümüz edebiyat eleştirisi için kullanışlı bir çerçeve çizdiği Marksizm ve Biçim?i, ?Somut bir gelecek düşüncesini canlı tutmak yazınsal eleştiriye düşmektedir. Dileyelim bu görevi yerine getirebilsin!? cümlesiyle bitirmeyi uygun görmüş biridir. Modernizm meselesine de böyle bir hassasiyetle eğilen Jameson, geçmişi şimdiye bağlayıp geleceği de şimdinin içinde acilen elde etmenin bir yolu olarak başvurulduğunu söylediği modernleştirme operasyonunun ?ütopyacı perspektifin ideolojik bir çarpıtılması? olduğunu düşünüyor ve bundan endişe duyuyor; bunun tarihe ve gerçekliğe ilişkin algımızı bozup uzun dönemde ütopyacı vaadi yerinden edecek ?sahte bir vaad? olmasından çekiniyor. ?Geçmişin yapıtları? diyor, ?kendi anlarına dair her tür benzersiz estetik açılımı taşırlar; buna karşılık, şimdinin yapıtları da, bizim içinde bulunduğumuz ana ilişkin her türlü kodlanmış veriyi içerirler. Ne var ki, ihmal etme eğilimi gösterdiğimiz yön, hem geçmişin, hem şimdinin yapıtlarının, başka türlü bize kapalı olan bir geleceğe yönelik olarak sundukları ütopyacı yansımalardır.? (s. 402) Jameson?a göre, bugün bizim gerçekten ihtiyacımız olan şey, modernite tematiğinin yerine, toptan, ütopya denen arzuyu koymaktır. Biricik Modernite?de bunu kulağa hoş gelen, aforizmaya yaklaşan bir cümleyle ifade etmişti: ?Şimdinin ontolojileri geleceğin arkeolojilerine ihtiyaç duyar, geçmiş hakkındaki tahminlere değil.? (s. 203)
?Geleceğin arkeolojisi? için işaret ettiği yer, geç kapitalist dönemin kültürel üretimidir. Jameson, kitle kültürü ile yüksek kültür ürünlerinin iki kutupluluktan çıkıp birbirlerine nüfuz etmeye başlamış oldukları bir ortamda bütün sanat biçimlerinin ?massedilebileceği? iddiasına dayanarak, ?Frankfurt Okulu?nun büyük sanat yapıtlarının yıkıcı etkisine duyduğu güveni -üzülerek de olsa- reddetmemiz gerekir? diyor. (s. 251) Eleştirel teori, günün kültürel gerçekleri karşısında ciddi bir zaafa uğramıştır, bu da modernist sanat?ın vaktiyle bir ?kültür standardı? olarak değerlendirilmiş olmasından ileri gelmektedir. Oysa postmodernlik, ?modernizmi yeni bir şekilde tekrar düşünmeye yönelik bir şans? sunmuş, hatta bir ?yükümlülük? getirmiştir: Artık modernizmin klasiklerini, hem ?bütün bir modernlik ideolojisinin taşıyıcıları?, hem de ?en azından birkaç postmodern özelliğe sahip yapıtlar? olarak görmemiz gerekmektedir. (s. 314)
Jameson?ın, Batı Marksizmi içinde E.Bloch?la birlikte ?umut?u en çok sahiplenen düşünür olduğu söylenir. (Ama T. Eagleton da, ondaki bu sahiplenme duygusunun fazla aşırıya kaçtığını, özellikle insan dayanışmasına dair imgelerin aşkın niteliklerine gösterdiği ilginin bizi ?ırkçı bir mitingin ütopik potansiyeline kulak vermeye? zorlayabilecek bir dereceye geldiğini söyler.) Jameson?ın modernite paradigması karşısında umut aradığı yer, modernitenin büyük araştırıcısı E. Hobsbawm?ın ?sanatçıların eserlerine hemen tanınmalarını sağlayacak kişisel bir ticari marka vermeye çalıştıkları, giderek anlamsızlaşan bir dizi hüner gösterisinden, birbirini izleyen umutsuzluk ya da vazgeçme manifestolarından ibaret, ve öncelikle yatırım ya da toplayıcılar için satın alınan bir sanat türü? diye tanımladığı bir üretimdir. Modernist sanatta zaafa uğramış ütopya, liberal burjuva toplumunda sanatsal üretimin tarzını belirleyen genel üretim koşullarının çok tipik bir anlatıcısı olarak modern kültür merkezi ve galerileri, prestij için dizayn edilen şirket bina ve bürolarını doldurmakta iş gören sanat ürünlerine, ?stüdyo bohemlerinin formel yenilikleri?ne sığınmış olabilir mi sahiden de? Marx?ın gönülden katıldığı bir ilkeydi: İğva edici iyimserlik, en büyük kötümserliktir. Burada da, artık modernist düşüncenin vaatlerinin tarihsel bir faali olmadığı inancından kaynaklanmış bir ?kötümserlik? söz konusu olamaz mı?

Her şeyi yazan ideoloji

Bilindiği gibi, modernizm/ postmodernizm üzerine düşünceleriyle, Eagleton, E.Said ve A.Ahmad gibi Marksistlerden eleştiri almıştır Jameson. Fakat kendisine göre
burada ilginç olan böyle bir bakış açısını benimsemiş olması değil, benimsediği bu bakış açısının niçin ?skandalvâri? göründüğüdür. (Kültürel Dönemeç, s. 45)
Benzer bir tartışmayı, hatırlanacağı gibi, J.F.Lyotard da dile getirmiş, yine aynı şekilde bir ?dönemleştirme? operasyonu olarak gördüğü modernlik anlayışını ?her şeyi yeniden yazan bir ideoloji? olarak konumlandırmıştı. Fakat Jameson?ın eleştirisi, Lyotard?ı, modernite denilen geçmiş ?ten enerjik biçimde ayrılması gerektiği öne sürülen şimdi ?nin ?geleceğe dikilmiş bakış? olmaksızın kendisini başlı başına bir tarihsel dönem olarak hissedemeyeceğini ileri sürerek aşar. Jameson?ın eleştirisi, şüphesiz Lyotard?ın üstesinden gelmiş bir eleştiridir. Ama tıpkı Engels?in ?Katolik dinin üstesinden gelen? Luther ve Calvin?i, veya ?Kant?ın üstesinden gelen? Hegel ve Fichte?yi ?düşüncenin tarihteki bir aşamasını gösteren ama asla düşünce alanının ötesine geçmeyen bir süreç? olarak değerlendirmesi ve değişmiş toplumsal/tarihsel şartların düşüncedeki yansıması olarak değil de, ?her zaman ve her yerde var olan gerçek koşulların en sonunda başarılmış doğru kavranışı? sayması gibi, Jameson?ınki de, Eagleton?ın ?yeni Ortodoksluk? olarak adlandırdığı postmodernist hegemonya alanının ötesine geçmeyen, sadece düşüncenin bu alan içinde Lyotard?ın ?üstesinden gelindiği? bir aşamasını, ve yine, değişmiş toplumsal/tarihsel koşulların düşüncedeki yansımasını değil de hep var olan gerçek koşulların ?en sonunda başarılmış doğru kavranışı?nı temsil etmektedir. Galiba onu Marksistlerin eleştirisine maruz bırakan şey de bu ?öteye geçemeyiş? hali olsa gerektir.
Modernliğin bir ideoloji olduğu yönünde eleştiri ortaya konulacaksa, (ideolojilerin eleştirisinin ancak egemen ideolojinin sorgulamasından sonra yapılabileceği ilkesinden vazgeçmemişsek şayet,) öncelikle, (sınıf ve topluma karşı kimlik ve öteki, gerçeğin nesnel bilgisine karşı anlamın yapısı, sistematik düşünceye karşı görelilik ve nihayet tarihin sürekliliğine karşı rastlantısallık gibi) yeni dogmalarıyla sanat, düşünce ve bilim dünyası üzerinde hegemonya kurmuş olan yeni Ortodoksluğun eleştirisiyle işe başlanmalı.
Belli bir tarih görüşünden hareketle modernliğin değerlendirilmesine ilişkin bir konum almak, aslında, ister istemez, bugüne ilişkin siyasal bir konum almak demektir. (Bunu Jameson?ın kendisi de söyler ve kabul eder.) Geçmişin sanat yapıtlarına ilişkin tartışmanın önemi de buradan geliyor, yoksa sanat yapıtı için değerin kronolojiyle ölçülmesi filan söz konusu olamaz -bunu sadece ideologlar ve satıcılar savunabilir-. Ama nasıl ki klasikler eski oldukları için değerli değillerse, postmodern yapıtlar da ?geç kapitalizmin kültürel üretimi? oldukları, yani yeni oldukları için daha değerli değildirler. Sanat ve kültür ürünlerine kendini değerini veren şey, insanı, para, altın, değerli kâğıt (vb.) karşısında aşağılayarak bir nesne statüsüne indirgemiş modern dünya karşısında yürüttüğü söylemsel mücadelenin niteliğidir. Erasmus, Cervantes, Gogol, Goethe, Flaubert, Proust, Kafka, Mann, Beckett… Bunların her biri, modern hayatın karmaşıklıklarıyla boğuşma, onun devingen kaosunun, korku ve güzelliğinin ortasında kendini bulma ve yaratma azminin temsilcileridirler. Sınav sorusuna verilen yanıttaki ?Çünkü?nün sonrasında bu geliyordu: Erasmus?tan Beckett?e, her biri, denilebilir ki, modernite hastalığına yakalanmış insanlardır; erken modernler belki yaklaşan salgını hissetmiş olmanın telaşındaydılar; Proust, Kafka ve Beckett?in yapıtları da, yine aynı izlekte denilebilir ki, hastalığın hummasından doğan sıkıntı ve ateş nöbetinin sayıklamalarıydı! Jameson?ın ideoloji dediği şey, Marx?ta da gözlemlediğimiz, dünyaya ilişkin bu çeşit romantik algılayışın tarihsel bir içgörü statüsüne yükseltilmesi çabasıdır. Hem moderni hem de postmoderni, tarihin örtük sürekliliği ?nin olağan aşamaları olarak kendisine bağlarken tarihin gerçeklerine ilişkin özgün bir algılayış ortaya koyan bu romantik tasavvur, Jameson?ın tarihe ve gerçekliğe ilişkin algıyı bozulup uzun dönemde ütopyacı vaadi yerinden edeceği kaygısını yersiz kılacak biçimde, eleştirel bir şekilde kendinin de bilincindedir. Elbette ?eski güzel günler?e değil, ?yeni kötü günler?e bağlanmıştır. Bu nedenle, bir ?kriter? ya da bir ?otorite? olarak Erasmus, Rousseau, Shakespeare?e (vb.) başvurması da, Jameson?ın iddiasının aksine, ?bir tür pastiş ?ten çok az farklı bir şey? değil, günün insan ve dünya sorunları karşısına, insanın modern tarihinin birikimi ve deneyimiyle çıkması, bu birikim ve deneyimi günün sorunları karşısında temellük etmesi demektir. Dolayısıyla, entelektüel rasyonelleştirme ya da uzmanca biliş ne derse desin, bilginin cansız bir etiğe dönüşmemesi ve geçmişle geleceği kendinde birleştiren ütopik arzunun yitirilmemesi adına, Shakespeare?e biz, modern demek istiyoruz.

Emrah Pelvanoğlu, ?Daima tarihselleştir!?, Kitap Zamanı, 2 Haziran 2008
Birleşik Devletler?den öte, Marksist eleştirinin hiç şüphesiz ki dünya çapındaki en parlak ve özgün figürlerinden biri Fredric Jameson (doğ. 1936). Tuncay Birkan?ın Orhan Koçak?la birlikte yayıma hazırladıkları ve Kemal Atakay ile çevirdikleri Modernizm İdeolojisi, edebiyat yazıları altbaşlığı ile yayımlansa da Jameson?ın özgün eleştirelliğine dair birincil örnekler içeren kapsayıcı bir seçki sunuyor.
Yaklaşık 33 yıla yayılan bu 15 yazı için, belki de seçilmiş başlıktan daha bütünleştirici bir cümle ?Daima tarihselleştir!?. Jameson?ın 1981 tarihli The Political Unconcious: Narrative as a Socially Symbolic Act (Siyasal Bilinçdışı: Toplumsal-Simgesel Bir Edim Olarak Anlatı) başlıklı kitabının bu ilk cümlesi, Tuncay Birkan?ın da sunuş yazısında belirttiği gibi onun eleştiri anlayışının nihai, ?mutlak ve hatta ?tarihaşırı? buyruğu?. Kendisiyle 1989 yılında Kahire Amerikan Üniversitesi?nin karşılaştırmalı edebiyat dergisi Alif?te yapılmış bir söyleşide Jameson, ?tarih? ve ?tarihselcilik? anlayışının sorulması üzerine eleştirmenin düşüncelerini ve yorumlarını durumsallaştırmak için kendini etnik merkezci teşhisler içine kapatmaktan ziyade tarihsel durumunun farkında olması gerektiğini ve bu edimin bir görecelileştirmeden çok, eleştirmenin bakış açısının işaretlenmesi yoluyla gerçekleşeceğini belirtmişti: ?Bu da şu demektir ki eleştirmen geriye dönüp belirli türdeki kuramların ortaya çıktığı uluslararası sosyo-ekonomik duruma bakar ve sonra o kuramın öteki ulusal durumlar arasında seyahat edip, rol oynama olasılığının şartlarını analiz eder?.

Yöntem farklılıkları

1976 yılında yayımlanan ?Tarihte Eleştiri? başlıklı yazı, bu bağlamda Jameson?ın, o yıllar için ?en verimli ya da en azından en baskın, aynı zamanda da en kendi içine kapalı ve karşılıklı olarak birbirini dışlar görünen eleştirel yöntemleri? geriye dönüp ve belli başlı kuramcıların bakış açılarını ve her seferinde kendi bakışını da işaretleyerek tarihselleştirdiği ilginç bir çalışma. Örneğin yazısının üslup incelemelerini (stylistic) ele aldığı bölümünde Jameson, öncelikle üslup incelemelerinin birbirini dışlayan iki irdeleme türüne ayrıştığına işaret ederek bunları tanımlıyor. Spitzer ya da Auerbach?ın temsilcisi olduğu ilk grubun ?benzersiz şekilde kişisel? olan üzerindeki vurgusuyla ?üslupsal?, Lodge ve Riffatere?in temsilcisi olduğu tarafın ise genelde söylemin ve özelde tek bir sözel nesnenin özelliklerini ele alan ?retorik? bir çözümleme olduğunu belirterek birinci grubu ?idealist ve spekülatif?, ikinci grubu ise ampirik ve analitik? olarak nitelendirdikten sonra şöyle bir soru soruyor: ?Nasıl bir tercih yapmalı?? Jameson?ın Marksist metodolojisi herhangi bir tercih yapmadan, her iki yöntemin de temellük edilerek tarihselleştirilmesine dayanıyor. Jameson?a göre ?retorik?, kapitalizm öncesi kolektif yaşantıya ait dilsel bir düzenleme iken, ?üslup? kapitalizm sonrası orta sınıf yaşantısında meydana gelen atomlaşmanın bir ürünü. Retorik toplumsal yaşamın sonucuyken, üslup tecrit edilmiş bireyin sessizliğinden kaynaklanıyor. Buradan da yola çıkarak roman ve eleştiri konusunda İngiliz geleneği ile Fransız geleneği arasındaki farklılığa işaret ediyor Jameson. İngiliz romanının Fransız romanından daha geç modernleşmesini, edebiyat ve toplumsal yapı içindeki ?retorik damar?a bağlayarak İngiliz romanının bu bağlamda ?bastırılamaz bir şekilde? konuşmaya dayalı olduğunu, bu durumun ise devlet aygıtlarının kontrolündeki İngiliz sınıf uzlaşmasının (I. Elizabeth döneminden) I. Dünya Savaşı?nın ortalarına kadar süren bir yansıması olduğunu belirtiyor. Fransa?da bu geleneğin Balzac?la son bulup, 1857 yılında Madam Bovary?nin yayımlanmasıyla birlikte yıkıldığını, artık romanın bir nevi yarı-sözlü hikâyecilikten çıkarak tekil cümlelere şekil vermenin, yani bir üslup pratiğinin mazereti olduğunu belirten Jameson, bu durumu da 1830 Temmuz devrimiyle önce aristokrasinin yönetimden uzaklaşmasının daha sonra 1848 Haziran katliamıyla orta sınıfların önceliğinin ve toplumsal atomlaşmanın sonucu olarak okuyarak tarihselleştirir. Edebî analizi ?nihai tarih zemininin ta kendisine? temas ettirir.
Tabii ki Jameson için aslolan ?Marksist tarih felsefisidir? ki, ana vurgusu süreksizlikler ve tarihteki kopuşlardır. Bu felsefe kapitalizmin doğasına ilişkin dönemselleştirici bir hipotezle birleşir. Jameson?ın S/Z bağlamında bir ?üstyorum? olarak kaleme aldığı ?Metin İdeolojisi? yazısında aktardığı kadarıyla Ernest Mandel?den mülhem bu hipoteze göre sermaye tarihsel olarak üç mutasyondan geçmiş ve bu aşamalar tarihsel kopukluklara tekabül etse de ?temeldeki sistemin devamlılığını ya da özdeşliğini korumuştur?. Bu üç ?an?, Marx?ın bildiği ulusal piyasa kapitalizmi, tekelci sermaye anı ve çok uluslu ?geç kapitalizm?dir. Jameson?a göre bu üç mutasyon anına sırasıyla üç ?kültürel an / uğrak? tekabül eder: gerçekçilik, modernizm ve postmodernizm. Jameson?ın dünyada postmodernizm teorisyeni? sıfatıyla da tanınmasında onun postmodernizmi, modernizmin sonu ya da eleştirisi olarak görmeyen bu tarihselci anlayışının büyük bir payı vardır. Postmodernizmi geç kapitalizmin kültürel mantığını anlayabilmek için eşsiz bir imkân olarak görür Jameson ve Birkan?ın belirttiği gibi bu bakış dogmatik aydınlanmacıları olduğu kadar her türlü Marksist terminolojiden tiksinen ?postmodernist iklimin kanaat önderlerini? de rahatsız eder.
Son olarak Jameson?ın Marksist tarihselciliğine dair önemli bir kavrama da değinmekte fayda var: ?üstyorum?. Modernizm İdeolojisi?nin 1971 tarihli ilk yazısının da başlığı olan ?Üstyorum?, diğer eleştirel konumların çürütülmesi olarak değerlendirilmemeli diyor Jameson. Marksizm?i asla farklı eleştirel ekoller arasında bir ekol olarak görmeyen Jameson, ele aldığı/hesaplaştığı bütün eleştirel konumları temellük edip, ?öteki uçtan dışarı çıkacak kadar eksiksiz baştan sona kat ederek?, negatif yorumbilgisi yoluyla gizemsizleştiriyor. Üstyorum, Hegelci bir ?aufhebung? (alıkoyarak aşma) pratiği olarak görülüp eleştirilse de, Jameson?ın her türlü düşüncede kurtarılmaya değer bir ?hakikat anı? olduğunu kabul etmesi, analizlerindeki müthiş entelektüel zenginliğin temel kaynağı olarak karşımıza çıkıyor. Bu zenginliğin Jameson?ın çetrefil üslubunu bazen içinden çıkılmaz hale getirdiğini söylemekte de fayda var. Özellikle ?Metin İdeolojisi?ndeki bazı paragrafların çok zorlayıcı olduğunu belirtmeden geçemeyeceğim. Ancak bu zorluğun da Jameson metodolojisinde bir dayanağı var. Şöyle ki, 1977 tarihli ?Jargona Dair? yazısında ?sade bir üslup çağrısı?nın İngiliz-Amerikan geleneğinde ?diyalektik yazıları itibarsızlaştırmaya yönelik? tarihî bir ideoloji olduğunu öne süren Jameson, hakikatin şeyleşmiş gündelik hayatın yüzeyinde aranamayacağını iddia ediyor. Bu bağlamda şairler ve kuramcıların şeyleşme süreçlerinden soluk alabilecek bir alan açabilmek için bu çetrefil üsluba, özel dillere başvurduğunu söylüyor ki diğer Jameson analizleri gibi gayet kışkırtıcı bir tespit!

Ali Galip Yener, ?Fredric Jameson seçkisi: ?Daima Tarihselleştir!?in anlamı üzerine notlar?, Virgül, Ekim 2008
Karşılaştırmalı edebiyat profesörü olan Fredric Jameson (d. 1934) Marksizm, postyapısalcılık, postmodernizm ve genel olarak edebiyat teorisi üzerine çok sayıda incelemesi olan bir akademisyendir. Marksist edebiyat teorisyenleri arasında Aijaz Ahmad ve Terry Eagleton gibi saygın bir yere sahiptir. Yazarın Türkçede daha önce pek çok yapıtı yayımlanmıştır: Postmodernizm, Dil Hapishanesi, Marksizm ve Biçim vb.
Metis Yayınları?nın eleştiri dizisinden çıkan seçki ise yazarın edebiyat alanındaki veriminin en önemli örneklerini içeren başarılı bir toplamı sunuyor okura. Kitapta, modernist metinler başta olmak üzere ele aldığı her konuya, güncellenmiş bir Marksist teorik okuma ile yaklaşmayı başaran Jameson?ın temel eleştirel stratejisinin motto?su olan ?Daima Tarihselleştir? ifadesini nasıl uyguladığının yetkin örneklerini buluyoruz. Üstyoruma, tarihte eleştirinin işlevine, jargona, siyasal bir mesele olarak hazza, romans türüne, metin ideolojisine, bütünlüğün poetikasına, çokuluslu kapitalizm çağında Üçüncü Dünya Edebiyatı?na dair kapsamlı çözümlemelerin yanı sıra Flaubert, Joyce, Robbe-Grillet,, Le Guin, Baudelaire ve Rimbaud?ya ilişkin incelemeler de dikkati çekiyor. Jameson?ın edebiyat teorisi ve uygulamalarıyla ilgili çalışmalarının yanında yer alan, modernite – postmodernite ilişkisini ayrıntısıyla irdeleyen yapıtları ayrı bir başlık halinde değerlendirilmeyi hak eder. Bu çerçevede Türkçede yayımlanan kitaplarından Kültürel Dönemeç, yazarın postmodernite üzerine Postmodernizm başlığı altında ilk kez 1991?de yayımlanan eski denemelerinin savlarını yenileyen, deyiş yerindeyse denemecinin ?görüşlerini düzelttiği? bir metni okuma fırsatı verir. ?Şimdinin Ontolojisi Üzerine İnceleme? alt başlığı ile sunulan Biricik Modernite ise 2002?de yayımlanmış ve modernite – postmodernite ilişkisini derinlemesine ele alan okunması zor, temel bir metindir.
Türkçede Jameson?dan nelerin okunabileceği ile ilgili bu kısa hatırlatmadan sonra Jameson?ın yapıtlarının okunmayı gerekli kılan yanına geçelim. Edebiyatı tarihselci bir bakış açısı ile politik verileri yadsımadan okumayı yeğleyen bir okur için Jameson?ı izlemenin en cazip yanı, yazarın temelde modernite ile hesaplaşmasını ideolojik / politik olan?dan soyutlamadan çözümlemeyi başarmış olması ile açıklanabilir. Modernitenin dünya çapındaki anlamının geç kapitalist globalleşme olduğunu belirten yazar, bu bağlamda standartlaştırmanın, evrensel bir pazar düzenince sömürgeleştirilen gelecekteki bir dünyada kültürel bir çeşitlilik imkânını bütünüyle ortadan kaldıracağını ve bu durumu hakkıyla saptamada öncelikle modernite sözcüğünün ideolojik bir çözümlemesinin yapılması gerektiğini söyler. Modernite analizinde Descartes?tan yola çıkan, okumaları sırasında Lacan, Foucault, Althusser, Zizek gibi düşünürleri ziyaret eden Jameson, modernitenin dört ilkesini şöyle sunar: ?1- İnsan dönemleştirmeden yapamaz. 2- Modernite bir kavram değil, ama daha çok bir anlatısal kategoridir. 3- Onu anlatmamanın bir yolu öznellikten geçer (tez: Öznellik temsil edilemezdir). Sadece modernitenin durumları anlatılabilir. 4- Hiçbir modernite ?teorisi?, bugün modernle postmodern bir kopuş hipotezini kabul etmedikçe anlamlı değildir.? (Biricik Modernite, Çev. S. Oğuz, Epos Yay., 2004, s. 91) Jameson, edebiyata dair analizlerinde Adorno?nun Estetik Teorisi gibi temel metinler üzerinde sıkça durarak, modernin tarihsel köklerini gözeterek, ideoloji olarak moderniteyi, şimdi?de bir çalışma deneyimini varsayan estetik kategorisi içinde yorumlamaya çalışır. Baudelaire, Nietzsche, Mallarmé ve Rimbaud okumaları ile zenginleştirdiği sanatsal modernizme ilişkin çalışmalarında yazar, öncelikle Adorno?dan yararlanarak, sonuçta saf estetiğin ayrılmaz bir biçimde estetiğin nihai olarak saf olmaması gereği ile bağlantısını ortaya koymaya gayret eder. Onun Marksist bir teorisyen olarak, gerçekten ihtiyaç duyulan şeyin, modernite tematiğinin yerine ?ütopya? denen arzuyu koymak olduğunu sıkça vurguladığını anımsamakla yetinelim ve seçkiye geçelim.
Okur için bulunmaz bir armağan olduğunu ileri süreceğim Jameson seçkisinin çok önemli bir özelliği, kitabı yayına hazırlayanlardan Tuncay Birkan?ın seçkiye niçin Modernizm İdeolojisi adının verildiği konusuna da değinen ve önemli saptamaları içeren oylumlu Sunuş yazısıdır. Birkan, Jameson Türkiye solunca ve edebiyat çevrelerince gerçekten tanınıyor mu, Türkiye?de kayda değer bir etkisi oldu mu şeklindeki çok yalın iki soruyu yazının hemen başında ?hayır? diye yanıtlar ve neden ?hayır? dediğinin çözümlemesine girişir. Birkan?a göre, Jameson?ın yeterince tanınmamasının ve değerlendirilmemesinin asıl nedeni, ?Jameson?ın okurlarından sürekli olarak çok zor bir şey talep etmesi, onları etik ya da estetik değer yargılarını askıya alıp toplumsal meselelere tarihsel olarak, diyalektik bir biçimde bakmaya çağırması?dır. (Modernizm İdeolojisi, s. 23) Jameson, temel bir çıkarım olarak, iki özdeş ama antagonist özelliğin ikisini de aynı anda düşünmenin, kısacası diyalektik düşünmenin zorunluluğundan dem vurduğu, örneğin Birkan?ın aktarımıyla kendi kurduğu ideoloji-ütopya ikiliğini de ütopyanın ideolojikliğini asla yadsımadan devreye soktuğu için Türkiye solunca yeterince algılanamamış, diyalektik yerine katı etik koşullanmalarla malul politik tavırların güdümündeki bir fikir ortamında etkisiz kalmıştır. (s. 24) Birkan, 1970?lerin ortalarından itibaren yazılarında ?Modernizm İdeolojisi? deyimini düzenli olarak kullanan Jameson?ın, Türkiye?de modernizmin bir ideoloji durumuna dönüşmüş olması nedeniyle, ülkedeki muhalif entelektüel çevreden yeterli ilgiyi göremediğini belirtir: ?Jameson şeyleşme ve metalaşmanın henüz toplumun bütününe nüfuz etmemiş olduğu belli tarihsel koşullara verilen simgesel bir cevap olarak tarihselleştirdiği modernizm kavramının tarihaşırılaştırılmasına ve özellikle geçmiş dönemlerin sanatsal ürünlerini değerlendirmekte bir norm haline getirilmesine birçok yazısında karşı çıkmış olduğu için de ıskalanmıştır.? (s. 27-28)
Okurun Jameson metinleri üzerine düşünürken, yazarın niçin Türkiye?de yeterince alımlanamadığı konusu ile hesaplaşmasında büyük yarar gördüğümüz için Birkan?ın Sunuş yazısından çok sayıda alıntıya yer verdik. Jameson çapında yazarların doğru alımlanması için, etik kaygılarla yüklü, metafizik koşullu ve politik argümanlara indirgenmiş analizlerden uzak durmak, yazarın ?Daima tarihselleştir!? düsturundaki diyalektik ilkeyi göz önüne almak zorunludur.
Elbette seçkideki her bir incelemeyi ayrı ayrı değerlendirmek kısa bir tanıtım yazısında mümkün değildir. Jameson?ın teorinin semptomlarına değindiği, seçkinin sonunda yer alan çok önemli denemesindeki birkaç saptamasına yer vermekle yetinelim yazının sonunda. Yazar, ?geç kapitalizmin kültürel mantığı? olarak değerlendirdiği postmodernizmin kendinden hoşnutlukla açığa çıkan hazcı yanını, yozlaşmanın sonul bir belirtisi olarak reddetmek yerine, yeni kültürel üretimi bir sistem olarak geç kapitalizmin toplumsal yeniden kuruluşuyla değerlendirmeyi yeğler. Çevremizde olup bitenleri ?[A]ncak bir sistem ve bir üretim tarzı olarak geç kapitalizmin incelenmesi ışığında? anlayabileceğimizi ileri sürer. (s. 403) Bu çerçevede ve sistemi diyalektik olarak çözümleme çabasıyla yaklaştığı edebiyat eleştirisini, Cesare Cassarino?nun getirdiği ?felsefe-şiir? tanımını onaylayarak ele alır. Jameson?a göre, felsefe ile edebiyat arasında, süreksizlik ve kırılma özellikleri gösteren belli bir etkileşimi anlatan ?felsefe-şiir? terimi, aynı zamanda teoriyi de adlandıran bir nitelemedir. Böylece edebiyat eleştirisinin bir tür teorik semptomatoloji olduğunu yazar. Günümüz eleştirisinde ihmal edilen yönün ise, hem geçmişin, hem de şimdinin yapıtlarının, başka türlü bize kapalı olan bir geleceğe yönelik olarak sundukları ütopyacı yansımalar olduğunu söyler. (s. 402)
Son olarak, Jameson?ın bütün yapıtlarında, iktidar ve tahakküme yapılan vurgunun, Marksizm?in özgünlüğünü oluşturan ekonomik sisteme, üretim biçiminin yapısına ve sömürüye yönelik yerine geçmeyi silmeye meylettiğinde bir şeylerin yitip gittiğini ısrarla dile getirdiğini belirtelim. Bu ısrar, onun ütopyayı diyalektik olarak ele alışını ve ?Daima tarihselleştir!? düsturunu destekleyen temel bir veridir. Jameson seçkisinin, ?modernizm ideolojisi?nin Türkiyeli okurca net bir biçimde algılanmasının önünü açmasını dileyerek yazıyı sonlandıralım.

Tanıtım Yazısı
“Marksist eleştirmen ve kültür teorisyeni Fredric Jameson’ın edebiyat yazılarından hazırladığımız kapsamlı bir seçki: Yorumlama teorisi, edebi tür anlayışları, Üçüncü Dünya Edebiyatı ve ulusal alegori, siyasal bir sorun olarak haz, edebiyat eleştirisinin tarih ve teori içindeki yeri, teorik jargon gibi temaları çözümleyen yazıları ile, Flaubert, Joyce, Robbe-Grillet gibi modernist ya da proto-modernist anlatı yazarlarının ve Baudelaire, Rimbaud ve William Carlos Williams gibi modernist şairlerin yapıtlarını analitik ve tarihsel bir bakışla değerlendirdiği eleştirel yazıları bir arada. Bir de Ursula K. Le Guin hakkındaki yazısı var: Ütopya düşüncesinin bilimkurgu edebiyatında büründüğü biçimi değerlendiriyor.
Kitaba “Modernizm İdeolojisi” başlığını özellikle koyduk. Modernizm genellikle kendini bir ideoloji olarak değil de, sanki doğal bir durummuş gibi algılamış, kendini öyle izah etmiştir. Jameson temel eleştirel stratejisini, “Daima tarihselleştir!” düsturunu burada modernist metinler üzerinde çalıştırıyor: Buradaki yazılarının büyük çoğunluğunda “modernizm ideolojisi”nin adı geçen yazarlarda büründüğü özgül biçimleri çözümlüyor.”

Kitabın Künyesi
Modernizm İdeolojisi / Edebiyat Yazıları
Fredric Jameson,
Çevirmen: Kemal Atakay
Derleyen: Orhan Koçak, Tuncay Birkan
Metis Yayınları
416 sayfa,
Baskı Tarihi: Nisan 2008

İçindekiler
Sunuş, Tuncay Birkan
1 Üstyorum
2 Tarihte Eleştiri
3 Jargona Dair
4 Haz: Siyasal Bir Mesele
5 Metin İdeolojisi
6 Büyülü Anlatılar: Tür Olarak Romans
7 Flaubert’in Libidinal Tarihselciliği: Üç Öykü
8 Tarihte “Ulysses”
9 Modernizm ve Bastırdıkları ya da Sömürgecilik-Karşıtı Olarak Robbe-Grillet
10 Le Guin’de Dünyanın İndirgenmesi: Ütopik Anlatının Ortaya Çıkışı
11 Modernist ve Postmodernist Olarak Baudelaire: Göndergenin Çözülmesi ve Yapay “Yüce”
12 Rimbaud ve Uzamsal Metin13 Bütünlüğün Poetikası
14 Çokuluslu Kapitalizm Çağında Üçüncü Dünya Edebiyatı
15 Teorinin Semptomları mı, Yoksa Teorisi Yapılacak Semptomlar mı?
Dizin

Fredric Jameson’un Hayatı
1936 doğumlu Amerikalı Marksist eleştirmen. Haverford College’da Fransız Dili ve Edebiyatı okuduktan sonra 1960’lı yılların başında Yale’de aynı alanda doktorasını tamamladı. 1961 yılında yazdığı Sartre: Origins of a Style kitabıyla başladığı uzun yazı hayatında pek çok kitap ve yüzlerce yazı yayımladı. Eğitimini aldığı edebiyat teorisi alanıyla sınırlı olmayan çok geniş bir ilgi alanı vardır: Frankfurt Okulu teorisyenleri; Lukács, Weber, Simmel, Barthes, Greimas, Deleuze gibi düşünürler; detektiflik ve bilimkurgu romanları; Hollywood sineması; mimarlık teorileri; video sanatı; modernist resim ve edebiyat; postmodernizm teorileri; Çin’den Afrika’ya Üçüncü Dünya roman ve sineması; Marksist iktisat metinleri gibi çok farklı kültür ürünlerini eşine az rastlanır bir merakla takip etmiş ve yazmıştır. Türkçeye çevrilmiş olan kitapları şunlardır: Postmodernizm (YKY, 1994), Marksizm ve Biçim (YKY, 1997), Dil Hapishanesi (YKY, 2002), Biricik Modernite (Epos, 2004), Kültürel Dönemeç (Dost, 2005). Ayrıca bazı önemli metinlerinin çevirileri çeşitli derleme ve dergilerde yayımlanmıştır.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir