Kafkaesk Edebiyatta Zaman ve Mekânın Varoluşsal Kurgusu

Belirsizliğin Sahnesi

Kafkaesk edebiyat, bireyin varoluşsal krizini zaman ve mekânın çarpık aynalarında yansıtır. Franz Kafka’nın eserlerinde zaman, akışkan bir gerçeklikten ziyade, bireyi kıstıran bir tuzak; mekân ise ruhun sıkışıp kaldığı bir hapishanedir. Türk edebiyatında Nilgün Marmara, Tezer Özlü ve Füruzan Gürbüz’ün eserleri, Kafka’nın bu boğucu estetiğini miras alarak, bireyin anlam arayışını ve çaresizliğini zaman ile mekânın tekinsiz kurgusu üzerinden işler.

Zamanın Döngüsel Tuzakları

Kafkaesk edebiyatta zaman, doğrusal bir akıştan koparak döngüsel bir hapishaneye dönüşür. Marmara’nın şiirlerinde zaman, bireyin iç dünyasında donar; anılar ve şimdiki an arasında bir gerilim yaratır. Daktiloya Çekilmiş Şiirler’de, zamanın akışı bireyin kendi benliğiyle hesaplaşmasını kesintiye uğratır; her an, geçmişin hayaletleriyle yeniden inşa edilir. Özlü’nün Yaşamın Ucuna Yolculuk’ta zaman, bireyin içsel kaosunu dış dünyaya yansıtan bir aynadır; geçmiş, şimdi ve gelecek, birbiriyle kesişen bir kâbus gibi bireyi sıkıştırır. Gürbüz’ün Parasız Yatılı’sındaki öykülerde ise zaman, toplumsal yoksunluk ve bireysel yabancılaşma arasında bir köprü kurar; geçmişin acıları, şimdiki anın umutsuzluğunu besler. Bu döngüsel zaman kurgusu, bireyin varoluşsal krizini derinleştirir; çünkü ne ileriye kaçış mümkündür ne de geçmişin yüklerinden kurtuluş. Zaman, bireyi kendi benliğinin ağırlığı altında ezerek, varoluşun anlamını sorgulamaya iter. Bu, psişik bir çöküşü tetikler; birey, zamanın akışına kapılmak yerine, onun ağırlığı altında hareketsiz kalır.

Mekânın Claustrofobik Sınırları

Kafkaesk mekân, bireyi çevreleyen fiziksel ve metafizik bir hapishanedir. Marmara’nın şiirlerinde mekân, bireyin iç dünyasının bir yansımasıdır; dar, boğucu odalar, ruhun sıkışmışlığını simgeler. Kırmızı Kahverengi Defter’de, kentin sokakları bile bireyin yalnızlığını ve yabancılaşmasını artıran bir fon olarak belirir. Özlü’nün Çocukluğun Soğuk Geceleri’nde mekân, bireyin çocukluk travmalarını yeniden canlandıran bir sahnedir; hastaneler, evler ve şehirler, bireyin kendi benliğiyle yüzleştiği yerlerdir. Gürbüz’ün eserlerinde ise mekân, sınıfsal ve toplumsal eşitsizliklerin bir aynasıdır; yoksul mahalleler, bireyin çaresizliğini ve toplumun dışlayıcılığını somutlaştırır. Bu mekânlar, Kafka’nın Dava’daki dar koridorları ya da Şato’daki ulaşılamaz bürokrasisi gibi, bireyin özgürlüğünü kısıtlar. Mekân, bireyin varoluşsal krizini derinleştirir; çünkü fiziksel sınırlar, bireyin içsel kaosunu dışa vurur ve ona kaçış imkânı tanımaz. Bu, psiko-politik bir boyuta işaret eder: mekân, sadece bireysel değil, aynı zamanda toplumsal bir baskının temsilidir.

Varoluşsal Krizin Alegorik Yansıması

Zaman ve mekânın Kafkaesk kurgusu, bireyin varoluşsal krizini alegorik bir düzlemde ifade eder. Marmara’nın şiirlerinde, zaman ve mekân, bireyin kendi benliğiyle savaşını sembolize eder; her kelime, varoluşun anlamını sorgulayan bir çığlık gibidir. Özlü’nün metinlerinde, zaman ve mekân, bireyin toplumla ve kendi geçmişiyle çatışmasını yansıtır; bu, politik bir başkaldırıya dönüşür. Gürbüz’ün öykülerinde ise zaman ve mekân, bireyin toplumsal düzen içindeki yerini sorgulamasını sağlar; yoksulluk ve dışlanmışlık, bireyin varoluşsal krizini daha da keskinleştirir. Bu alegorik kurgu, bireyin anlam arayışını mitolojik bir boyuta taşır: tıpkı Sisyphos’un kayasını taşıması gibi, birey de zaman ve mekânın ağırlığı altında sonsuz bir mücadele verir. Ancak bu mücadele, Kafkaesk bir ironiyle, hiçbir zaman bir çözüme ulaşmaz.

Sistemin Gölgesi

Kafkaesk edebiyatta zaman ve mekân, bireyin sisteme karşı çaresizliğini de yansıtır. Marmara’nın eserlerinde, bireyin içsel krizi, modern toplumun bireyi yabancılaştıran yapısına bir eleştiridir; zaman ve mekân, kapitalist düzenin bireyi öğüten çarklarını simgeler. Özlü’nün yazılarında, zaman ve mekân, bireyin toplumsal normlara karşı isyanını çerçeveler; özellikle Yaşamın Ucuna Yolculuk’ta, Avrupa’nın soğuk şehirleri, bireyin özgürlük arayışını engelleyen bir sistemin metaforudur. Gürbüz’ün öykülerinde ise mekân, sınıfsal eşitsizliklerin ve toplumsal adaletsizliklerin bir sahnesidir; zaman, bu eşitsizliklerin sürekliliğini vurgular. Bu kurgu, bireyin varoluşsal krizini politik bir bağlama oturtur: birey, sadece kendi benliğiyle değil, aynı zamanda onu çevreleyen ideolojik yapılarla da mücadele eder. Bu, Kafka’nın Dava’sındaki Joseph K.’nın bilinmeyen bir suçla yargılanmasına benzer; birey, neyle suçlandığını bilmeden, sistemin ağırlığı altında ezilir.

Anlamın Peşinde

Kafkaesk zaman ve mekân, bireyin felsefi ve ahlaki sorgulamalarını da derinleştirir. Marmara’nın şiirlerinde, zaman ve mekân, bireyin varoluşun anlamsızlığıyla yüzleşmesini sağlar; her dize, Nietzsche’nin “Tanrı’nın ölümü”nü yankılar. Özlü’nün eserlerinde, zaman ve mekân, bireyin özgürlük ve otantiklik arayışını sorgular; Camus’nün absürd felsefesine yakın bir şekilde, birey, anlamsız bir dünyada anlam yaratmaya çalışır. Gürbüz’ün öykülerinde ise zaman ve mekân, bireyin ahlaki duruşunu sınar; yoksulluk ve adaletsizlik karşısında bireyin ne kadar direnebileceği sorusu, ahlaki bir ikileme dönüşür. Bu kurgu, bireyin varoluşsal krizini felsefi bir boyuta taşır: birey, zaman ve mekânın sınırları içinde, kendi varoluşunun anlamını nasıl inşa edebilir?

Distopik ve Ütopik Çelişkiler

Kafkaesk edebiyatta zaman ve mekân, distopik bir gerçeklik ile ütopik bir özlem arasında salınır. Marmara’nın şiirlerinde, mekân, bireyin kaçmayı hayal ettiği ama asla ulaşamadığı bir ütopyanın gölgesidir; zaman ise bu özlemi sürekli erteleyen bir distopyadır. Özlü’nün metinlerinde, mekân, bireyin özgürlük hayallerini boğan bir distopyayı temsil ederken, zaman, bu hayallerin imkânsızlığını hatırlatır. Gürbüz’ün öykülerinde, mekân, toplumsal eşitsizliklerin distopik bir yansımasıdır; ancak bireyin dayanışmaya olan inancı, zayıf da olsa bir ütopik umudu barındırır. Bu çelişkili kurgu, bireyin varoluşsal krizini daha da keskinleştirir; çünkü ne tam bir distopyaya teslim olunabilir ne de ütopik bir kurtuluş mümkündür. Bu, Kafka’nın Dönüşüm’ündeki Gregor Samsa’nın trajedisine benzer: birey, ne insan ne böcek, ne özgür ne köle, ne yaşayan ne ölü bir konumda sıkışıp kalır.

Varoluşun Sınırlarında

Marmara, Özlü ve Gürbüz’ün eserlerinde zaman ve mekân, Kafkaesk edebiyatın boğucu ve gerçeküstü estetiğini Türk edebiyatına taşır. Zaman, bireyin geçmişle ve şimdiyle hesaplaşmasını engelleyen bir tuzak; mekân ise bireyin özgürlüğünü kısıtlayan bir hapishanedir. Bu kurgu, bireyin varoluşsal krizini kuramsal, psişik, politik, felsefi ve ahlaki boyutlarıyla derinleştirir; bireyi, anlam arayışında yalnız ve çaresiz bırakır. Peki, bu boğucu zaman ve mekân kurgusu içinde birey, kendi varoluşunun anlamını yaratabilir mi, yoksa sonsuz bir sorgulamanın içinde mi kaybolur?