Anna ve Penelope’nin Aşklarının Lacan ve Levinas Bağlamında Karşılaştırılması

Aşkın Nesnesi ve Arzunun Kaynağı

Tolstoy’un Anna Karenina’sındaki Anna’nın aşkı, Vronsky’ye duyduğu tutkuyla tanımlanırken, Homeros’un Odysseiasındaki Penelope’nin aşkı, Odysseus’a olan bağlılığı ve bekleyişiyle şekillenir. Lacan’ın arzu teorisi, özellikle objet petit a kavramı, bu iki aşkı anlamak için bir çerçeve sunar. Objet petit a, arzunun sürekli kayan, asla tam olarak ele geçirilemeyen nesnesidir; eksikliğin ta kendisidir. Anna’nın Vronsky’ye duyduğu tutku, bu eksikliği doldurma arayışı gibi görünür. Vronsky, onun için bir ideal değil, toplumsal düzenin kısıtlamalarına karşı bir kaçış, bir tamamlanma vaadidir. Ancak bu arzu, Lacan’ın belirttiği gibi, her zaman bir yanılsamaya dayanır; çünkü objet petit a asla sahip olunamaz. Anna’nın aşkı, bu nedenle, bir “eksiklik” arayışıdır; Vronsky’yi elde ettiğinde bile tatmin olmaz, çünkü arzu nesnesi sürekli yer değiştirir.
Penelope’nin aşkı ise farklı bir dinamik sergiler. Odysseus’a olan sadakati, bir eksiklikten çok, bir bütünlük idealine işaret eder. Penelope, Odysseus’un dönüşünü beklerken, kendi kimliğini ve evini korur. Onun aşkı, Lacan’ın terimleriyle, objet petit a’nın peşinden koşmaktan ziyade, bir sabitlik ve süreklilik arayışıdır. Ancak bu sabitlik, bir yanılsama mıdır? Penelope’nin bekleyişi, Odysseus’un idealize edilmiş imgesine mi, yoksa gerçek bir birleşmeye mi yöneliktir? Lacan’a göre, Penelope’nin sadakati bile, bir tür arzu oyunu olabilir; çünkü Odysseus, onun için hem var hem yoktur, hem ulaşılabilir hem ulaşılamazdır. Bu, Penelope’nin aşkını, Anna’nınkinden tamamen ayırmayı zorlaştırır.

Toplumsal Düzen ve Bireysel Arzu

Anna’nın aşkı, 19. yüzyıl Rus toplumunun katı ahlaki ve toplumsal normlarına bir başkaldırıdır. Evliliğinin soğukluğu ve Karenin’in duygusal mesafesi, Anna’yı Vronsky’ye iter. Ancak bu başkaldırı, özgürlük değil, bir tür esaret getirir. Anna, toplumun dışlamasıyla karşı karşıya kalır; aşkı, onu hem bireysel hem de sosyal bir yıkıma sürükler. Lacan’ın arzu teorisi, Anna’nın trajedisini, arzunun toplumsal sembolik düzenle çatışması olarak okur. Vronsky, Anna için bir objet petit a olsa da, bu arzu, sembolik düzenin (evlilik, aile, itibar) sınırlarını aşar ve Anna’yı “öteki” konumuna düşürür.
Penelope’nin sadakati ise, tam tersine, toplumsal düzeni koruma işlevi görür. Ithaca’nın kraliçesi olarak, Penelope, evini ve Odysseus’un mirasını talipçilere karşı savunur. Onun aşkı, bireysel arzudan çok, kolektif bir sorumluluğa dayanır. Ancak bu sadakat, özgür bir seçim mi, yoksa toplumsal rollerin dayattığı bir zorunluluk mu? Lacan’ın perspektifinden, Penelope’nin bekleyişi, arzunun sembolik düzenle uyum içinde olduğu bir yanılsama yaratır. Penelope, Odysseus’u beklerken, aslında kendi kimliğini de bir ideale sabitler. Bu, onun aşkını, Anna’nın yıkıcı tutkusundan farklı kılar, ancak aynı zamanda bir tür statikliğe mahkûm eder.

Levinas’ın Öteki Etiği ve Aşkın Sorumluluğu

Emmanuel Levinas’ın etik felsefesi, aşkı, ötekinin yüzüyle karşılaşma olarak tanımlar. Öteki, benim varoluşumu sorgulayan, benden sorumluluk talep eden bir varlıktır. Anna’nın Vronsky’ye duyduğu aşk, Levinas’ın etiğiyle uyuşmaz; çünkü bu aşk, ötekinin (Karenin, oğlu Seryoja, hatta Vronsky’nin kendisi) yüzünü görmezden gelir. Anna’nın arzusu, kendi eksikliğini doldurma çabasındadır ve bu, ötekinin özerkliğini yok sayar. Vronsky ile ilişkisi, bir tür narsisizmle lekelenir; Anna, ötekini değil, kendi arzusunun yansımasını sever. Levinas’a göre, bu, etik bir başarısızlıktır; çünkü gerçek aşk, ötekinin mutlak farklılığına saygı duymayı gerektirir.
Penelope’nin aşkı, Levinas’ın etiğiyle daha uyumludur. Odysseus’a olan sadakati, ötekinin (Odysseus’un) varlığına bir tanıklık gibidir. Penelope, Odysseus’un yokluğunda bile onun varlığını onurlandırır; bu, bir tür etik sorumluluktur. Ancak Levinas’ın etiği, Penelope’nin sadakatini de sorgular: Odysseus’un yüzü, gerçekten Penelope’nin gördüğü bir şey midir, yoksa idealize edilmiş bir imge midir? Penelope’nin bekleyişi, ötekinin özgürlüğüne alan açar mı, yoksa onu bir nesneye mi indirger? Bu sorular, Penelope’nin aşkını mutlak bir etik ideal olmaktan çıkarır.

Aşkın Tarihsel ve Antropolojik Boyutları

Anna’nın aşkı, 19. yüzyılın romantik bireycilik anlayışıyla bağlantılıdır. Romantizm, aşkı, bireyin özgürleşme aracı olarak yüceltirken, aynı zamanda toplumsal normlarla çatışmasını kaçınılmaz kılar. Anna’nın trajedisi, bu çelişkinin bir yansımasıdır. Antropolojik açıdan, Anna’nın aşkı, bireysel arzunun kolektif yapılara (aile, toplum) karşı bir isyanıdır. Ancak bu isyan, modern toplumun kadın üzerindeki çifte standartlarıyla sınırlanır. Anna, aşkı uğruna her şeyi feda eder, ancak toplum, aynı özgürlüğü bir erkeğe tanıyabileceği kadar ona tanımaz.
Penelope’nin aşkı ise, antik Yunan toplumunun kolektif değerleriyle uyumludur. Homeros’un dünyasında, sadakat, bir kadının erdeme ve onura katkısıdır. Penelope’nin bekleyişi, antropolojik olarak, evin ve soyun sürekliliğini koruma işlevi görür. Ancak bu, Penelope’nin bireysel arzusunun tamamen bastırıldığı anlamına gelmez. Onun talipçilere karşı kurnazlığı (dokuma hilesi), bireysel özerkliğinin bir göstergesidir. Tarihsel olarak, Penelope’nin aşkı, kadınların toplumsal rollerine hapsolduğu bir dönemin ürünüdür, ancak bu rolü kendi lehine çevirmesi, onu pasif bir figür olmaktan çıkarır.

Simgesel Düzen ve Dilin Rolü

Lacan’ın sembolik düzeni, dilin ve toplumsal normların bireyi şekillendirdiği alandır. Anna’nın aşkı, bu düzenin sınırlarını zorlar. Onun Vronsky’ye yazdığı mektuplar, konuşmaları, arzunun dil aracılığıyla ifade bulduğu anlardır. Ancak bu dil, aynı zamanda Anna’yı toplumun dışına iter; çünkü onun aşkı, sembolik düzenin kabul ettiği sınırları aşar. Anna’nın trajedisi, dilin hem özgürleştirici hem de yıkıcı gücünde yatar.
Penelope’nin aşkı ise, sembolik düzenin içinde işler. Onun sessizliği, dokuma hilesi, talipçilere verdiği belirsiz yanıtlar, dilin stratejik bir kullanımıdır. Penelope, dili, toplumsal düzeni korumanın bir aracı olarak kullanır. Bu, onun aşkını, Anna’nınkinden daha kontrollü, ancak belki de daha az tutkulu kılar. Dilbilimsel açıdan, Penelope’nin aşkı, sessizlik ve ima yoluyla ifade bulurken, Anna’nın aşkı, açık bir isyan diline dayanır.

Etik ve Politik Yargı

Levinas’ın etiği, Anna’nın aşkını, ötekinin yüzüne karşı bir ihanet olarak yargılar. Anna, Vronsky’yi arzusu için bir nesneye indirgerken, Karenin ve Seryoja’yı tamamen dışlar. Politik açıdan, Anna’nın aşkı, bireysel özgürlük arayışının toplumsal düzenle çatışmasının bir örneğidir. Ancak bu özgürlük, yalnızca Anna’nın kendi yıkımına yol açar; toplum, onun isyanını cezalandırır.
Penelope’nin aşkı, etik olarak daha az sorunludur; çünkü ötekinin (Odysseus’un) varlığına saygı duyar. Politik olarak, Penelope’nin sadakati, mevcut düzenin sürdürülmesine hizmet eder. Ancak bu, onun aşkını, bir tür muhafazakârlıkla sınırlar. Penelope, toplumsal düzeni korurken, Anna gibi bir isyanın özgürleştirici potansiyelini taşımaz.
Sonuç olarak, Anna ve Penelope’nin aşkları, Lacan’ın arzu teorisi ve Levinas’ın etiği bağlamında, eksiklik ve bütünlük, bireysel arzu ve toplumsal sorumluluk arasındaki gerilimleri yansıtır. Anna’nın aşkı, bir özgürlük arayışı olarak başlar, ancak bu arayış, onu bir trajediye sürükler. Penelope’nin aşkı, bir sabitlik ve süreklilik ideali sunar, ancak bu ideal, bireysel arzunun bastırılması pahasına gerçekleşir. Bu iki aşk, insan varoluşunun temel çelişkilerini açığa çıkarır: Arzu, özgürleştirici mi, yoksa yıkıcı mıdır? Sadakat, bir erdem mi, yoksa bir yanılsama mıdır?