Zamana Aykırı Birinin Göz Gezdirmeleri – FRIEDRICH NIETZSCHE

1

Benim Olanaksızlarım. — Seneca: ya da erdemin boğa güreşçisi. — Rousseau: ya da impuris naturalibus’ta51 doğaya geri dönüş — Schiller: ya da Säckingen’in ahlak-trompetçisi. — Dante: ya da mezarlarda edebiyat yapan sırtlan. — Kant: ya da düşünülür karakter olarak boş laf.52 — Victor Hugo: ya da saçmalık denizindeki Pharus.53 — Liszt: ya da âşinalık okulu — kadınlara. — George Sand: ya da lactea ubertas,54 açıkçası: “güzel üsluplu” sağmal inek. — Michelet:55 ya da ceketini çıkartan coşku… Carlyle:56 ya da geri tepmiş öğlen yemeği olarak kötümserlik. — John Stuart Mill: ya da inciten berraklık, — Les frères de Goncourt:57 ya da Homeros’la savaşan iki Aias.58 Offenbach’ın müziği. — Zola: ya da “pis kokma sevinci” —

2

Renan. — Teoloji, ya da aklın “ilk günah” aracılığıyla mahvedilmesi (Hıristiyanlık). Bir kez genel türden bir evet ya da hayır diyerek riske girdiği anda, sefil bir düzenlilikle ıskalayan Renan’ın tanıklığı. Örneğin la science59 ve la noblesse’i bir araya getirmek istedi: ama la science demokrasiye aittir, apaçık ortada değil mi? Hiç de azımsanmayacak bir hırsla, bir tin aristokratizmi sergilemeyi arzuluyor: ama aynı zamanda onun tam karşıt öğretisinin, évangile des humbles’ın60 karşısında diz çöküyor, yalnızca diz de çökmüyor… İç organlarıyla Hıristiyan, Katolik ve hatta rahip kaldıktan sonra, tüm özgür düşünürlük, modernlik, alaycılık ve rüzgârgülü kıvraklığı neye yarar! Renan’ın tüm yaratıcılığı, tıpkı bir Cizvit ve bir günah çıkartma papazındaki gibi, ayartıcılığındadır; tinselliğinde papazların bıyık altından geniş geniş gülümsemesi bile eksik değildir — tüm din adamları gibi, sevdiği zaman tehlikelidir ancak. Hiç kimse boy ölçüşemez onunla, yaşamı tehdit eder bir biçimde tapınmakta… Renan’ın bu tini, sinir bozucu bir tin, fazladan bir beladır yoksul, hasta, iradesi hasta Fransa’nın başına. —

3

Sainte-Beuve.61 — Erkeklikten eser yok; tüm erkek tinlerine karşı küçük bir öfkeyle dolu. Dolaşıyor ortalıkta, hassas, meraklı, canı sıkılmış, kolaçan edercesine, — temelde bir kadın kişi, kadın-intikamı ve kadın-duyarlığı ile. Psikolog olarak bir médisance62 dehası; bitmez tükenmez araçları da var bunun için, hiç kimse daha iyi beceremez, bir övgüye zehir katmayı. En düşük içgüdülerde avam, ve Rousseau’nun hıncıyla akraba: dolayısıyla romantik — çünkü her türlü romantizmin altından, Rousseau’nun hınç içgüdüsü hırsla böğürüyor. Devrimci, ama korku yoluyla adamakıllı dizginlenmiş. Güçlü olan hiçbir şeyin karşısında özgür değil (kamuoyu, akademi, saray, ve hatta Port Royal63). İnsanlardaki ve nesnelerdeki her büyüklüğe, kendi kendine inanan her şeye kızgın. Büyük olanı bir de güç olarak hissetmeye yetecek kadar edebiyatçı ve yarı-kadın; kendini sürekli üstüne basılmış hisseden ünlü solucan gibi, sürekli iki büklüm. Eleştirmen olarak ölçütsüz, belkemiksiz ve omurgasız, birçok konuda kozmopolit bir sefihin diliyle konuşuyor, ama sefahati itiraf etmeye bile cesareti yok. Tarihçi olarak felsefeye, felsefi bakışın gücüne sahip değil, — bu yüzden tüm temel konularda yargıya varma görevini yadsıyor, “nesnellik” maskesinin ardına sığınarak. İncelmiş, yıpranmış bir beğeninin en yüksek merciyi oluşturduğu konulara karşı başka türlü davranıyor: bu arada gerçekten kendi başına olmaya cesareti var, kendinden haz alıyor — orada bir usta. — Birkaç sayfa sonra Baudelaire’in bir ön biçimi. —

4

Imitatio Christi,64 fizyolojik bir tepki göstermeden elimde tutamadığım kitaplardandır: yaydığı sonsuz kadınsılık parfümü için zaten bir Fransız olmak gerekir — ya da bir Wagnerci… Bu azizin aşktan öyle özgün bir söz ediş tarzı vardır ki, Parisli kadınlarda bile merak uyandırır. — Fransızlarını, bilimin dolambaçlı yolu üzerinden Roma’ya çıkartmak isteyen o en akıllı Cizvitin, A. Comte’un, bu kitaptan esinlendiği söyleniyor bana. İnanırım buna: “yüreğin dini”…

5

G. Eliot.65 — Hıristiyan tanrısından kurtuldular ve şimdi Hıristiyan ahlakına bağlı kalma gerektiğine daha bir inanıyorlar: bir İngiliz tutarlılığıdır bu, onu Eliot usulü ahlak kadıncıkları yüzünden çiğnemek istemiyoruz, İngiltere’de teolojiden her küçük özgürleşim karşılığında, korkunç bir biçimde bir ahlak-fanatiği olarak yeniden saygınlık kazanmak gerekir. Orada ödenen bedel budur. — Biz başkaları için durum başkadır. Hıristiyan inancından vazgeçildiğinde, Hıristiyan ahlakına sahip olma hakkının zemini de ortadan kalkmış olur. Bu kesinlikle kendiliğinden anlaşılır bir durum değildir: bu noktayı, İngiliz düzkafalılarına inat, hep yeniden ortaya sermek gerekir. Hıristiyanlık bir sistemdir, şeylerin bir arada düşünülmüş ve toplu bir görünümüdür. Ondan bir temel kavram, tanrıya duyulan inanç çıkartıldığında, böylelikle bütün sistem de çöker: elde artık zorunlu bir şey kalmaz. Hıristiyanlık, insanın kendisi için neyin iyi, neyin kötü olduğunu bilmediğini, bilemeyeceğini varsayar: bunu bir tek bilene, tanrıya inanır. Hıristiyan ahlakı bir emirdir: kökeni aşkındır; her türlü eleştirinin, her türlü eleştiri hakkının ötesindedir; ancak hakikat tanrı ise, sahiptir hakikate — tanrıya inançla birlikte ayakta durur ve yıkılır. — İngilizler gerçekten, neyin iyi, neyin kötü olduğunu, kendiliklerinden, “sezgisel” olarak bildiklerine inanıyorlarsa; bunun sonucunda, ahlakın garantisi olarak Hıristiyanlığa artık gereksinimlerinin kalmadığını düşünüyorlarsa, bu sadece Hıristiyan değer yargısının egemenliğinin bir sonucudur ve bu egemenliğin gücünün ve derinliğinin bir anlatımıdır: öyle ki, İngiliz ahlakının kökeni unutulmuştur; öyle ki, bu ahlakın var olma hakkının son-derece-koşullu oluşu artık duyumsanmamaktadır. İngilizler için ahlak henüz bir sorun değildir…

6

George Sand. — Lettres d’un voyageur’deki66 ilk mektupları okudum: tıpkı Rousseau’nun elinden çıkma her şey gibi sahte, yapmacık, şişirmece, abartılı. Bu alacalı bulacalı duvar kâğıdı üslubuna dayanamıyorum; cömert duygulara yönelik ayaktakımı-hırslarına dayanamadığım gibi. Elbette en berbatı da, erkeksilikleri, eğitimsiz delikanlıların tavırlarını içeren kadın işvebazlığı. — Tüm bunlara karşın ne kadar da soğuk biri olmuş olmalı, bu dayanılmaz kadın sanatçı! Bir saat gibi kurdu kendini — ve yazdı… Soğuk, Hugo gibi, Balzac gibi, edebiyat yapan tüm romantikler gibi! Nasıl da kendinden hoşnut uzanmış olmalı, tıpkı ustası Rousseau gibi, kötü anlamda bir Alman yanı bulunan bu verimli yazı-ineği, ve her halükârda ancak Fransız beğenisinin çöküşüyle mümkün olabilmiş olan! — Ne ki Renan tapıyordu ona…

7

Psikologlar için Ahlak. — Dedikodu-psikolojisi yapmamalı! Asla gözlemlemek için gözlemlememeli! Yanlış bir bakış kazandırır bu, bir şaşılık, zorla elde eden ve abartan bir bakış. Yaşantılamak-istemek olarak yaşantılamak — yürümez bu. Yaşantıda kişi dönüp de kendine bakamaz, burada her bakış “kem gözlü”dür. Doğuştan bir psikolog, içgüdüyle sakınır kendini, görmek için görmekten; doğuştan ressam için de geçerlidir aynısı. Asla “doğaya göre” çalışmaz, — içgüdülerine, kendi karanlık odasına bırakır “vaka”nın, “doğa”nın, “yaşantılanan”ın süzgeçten geçirilmesini ve anlatılmasını… Ancak genel olan, son, sonuç gelir onun bilincine: tekil durumların keyfi olarak soyutlanmasını bilmez o. — Başka türlü yapıldığında ne olur? Örneğin Parisli romancıların tarzıyla büyük ve küçük dedikodu-psikolojisi yapıldığında? Gerçekliğe adeta pusu kurar bu, eve her akşam bir avuç tuhaflığı yanında getirir bu… Ama bakın, sonunda ne çıkıyor bundan — bir lekeler yığını, en iyi durumda bir mozaik, her halükârda birbirine-eklenmiş, huzursuz, canhıraş renklerden oluşan bir şey. Bunun en kötüsünü Goncourt’lar başardı: gözü, psikolog-gözünü düpedüz acıtmayan üç cümleyi bile yan yana getiremiyorlar. — Sanatsal olarak küçümsenen doğa bir model değildir. Abartır, çarpıtır, boşluklar bırakır. Doğa rastlantıdır. “Doğaya göre” çalışmak, bana kötü bir işaret gibi görünüyor: boyun eğmeyi, zayıflığı, yazgıcılığı ele veriyor — bu petit faits’ten67 önce toz-toprak-içinde-uzanmak bütüncül bir sanatçıya yakışmaz. Görmek, nedir olan — başka türden tinlerin işidir bu, anti-artistiklerin, gerçek tinlerin. Bilmeli kişi, kim olduğunu…

8

Sanatçının Psikolojisi Üzerine. — Sanatın var olması için, herhangi bir estetik edimin ve bakmanın olması için, fizyolojik bir ön kabul kaçınılmazdır: coşkunluk. Coşkunluğun önce, tüm mekanizmanın uyarılabilirliğini artırmış olması gerekir: daha önce bir sanata varılmaz. Birbirlerinden çok farklı koşullanan tüm coşkunluk türlerinin gücü yeter buna: öncelikle de cinsel uyarım coşkuluğunun, bu en eski ve en başlangıçsal coşkunluk biçiminin. Tüm büyük hırsların, tüm güçlü duygulanımların sonucunda doğan coşkunluk da öyledir; şölen coşkunluğu, yarışma, yiğitlik gösterisi, zafer coşkunluğu, tüm aşırı hareketlerin coşkunluğu; yıkımdan duyulan coşkunluk; belirli meteorolojik etkiler altındaki coşkunluk, örneğin bahar coşkunluğu, ya da uyuşturucuların etkisiyle doğan coşkunluk; son olarak da istencin coşkunluğu, aşırı yüklenmiş ve kabarmış bir istencin coşkunluğu — Coşkunluğun asıl özelliği gücün artması ve doluluk duygusudur. Bu duygudan nesnelere de verilir, nesneler bizden onu almaya zorlanır, onlara tecavüz edilir, — bu sürece idealize etmek denir. Burada bir önyargıdan kurtaralım kendimizi: idealize etmek, genellikle sanıldığı gibi, küçük olanın, ikincil olanın çıkartılmasına ya da hesaba katılmamasına dayanmaz. Asıl belirleyici olan, ana özelliklerin olağanüstü vurgulanmasıdır, böylece ötekiler ortadan kaybolurlar.

9

Bu durumda kişi her şeyi kendi bolluğuyla zenginleştirir: ne görüyorsa, ne istiyorsa, onu kabarmış, sıkı, kuvvet yüklü görür. Bu durumdaki insan, şeyleri, kendi gücünü yansıtıncaya kadar dönüştürür — kendi mükemmelliğinin yansımaları oluncaya kadar. Bu mükemmele dönüştürmek zorunda olmak — sanattır — kişinin kendisi dışındaki her şey yine de kendinden haz duymasını sağlar; sanatta insan kendinden mükemmellik olarak haz duyar. — Karşıt bir durum, içgüdünün özgün bir anti-sanatçılığı düşünülebilir, — tüm nesneleri yoksullaştıran, incelten, ince hastalıklı yapan bir var olma tarzı. Ve aslında, tarihte bol bol vardır bu tür anti-sanatçılardan, böyle yaşam açlığı çekenlerden: zorunluluk içinde şeyleri içine almak, onları kemirmek, zayıflatmak zorunda olanlardan. Bu, örneğin sahici Hıristiyanların, örneğin Pascal’ın durumudur: aynı zamanda sanatçı olan bir Hıristiyan vaki değildir… Çocukça davranıp da Raffael’i ya da on dokuzuncu yüzyılın herhangi bir homeopatik68 Hıristiyanını örnek vererek itiraz etmeyin bana: Raffael, evet diyordu, Raffael evet yapıyordu, dolayısıyla Raffael Hıristiyan değildi…

10

Tarafımdan estetik bilimine sokulmuş, ikisi de coşku türleri olarak kavranmış Apolloncu ve Dionysosçu karşıt-kavramları, ne anlama geliyor? — Apolloncu coşku her şeyden önce gözü, vizyon gücüne sahip olacak kadar uyarılmış tutuyor. Ressam, heykeltıraş, destancı kusursuz vizyonerlerdir. Buna karşılık, Dionysosçu durumda duygulanım sistemi tamamen uyarılmış ve yükseltilmiştir: öyle ki, tüm anlatım araçlarını bir defada boşaltır ve serimleme, taklit etme, değiştirme, dönüştürme, her türden mimik ve oyunculuk gücünü aynı anda dışarı boca eder. Asıl özellik olarak metamorfoz, tepki vermemeye yeteneksiz olma (— her işaret karşısında her role giren belirli histeriklere benzer biçimde). Dionysosçu insanın, herhangi bir telkini anlamaması olanaksızdır, hiçbir duygulanım işaretini atlamaz, anlayan ve çözen içgüdüye en yüksek derecede sahiptir, bildirme-sanatına da. Her teze, her duyguya bürünür: sürekli değişir. — Bugün anladığımız biçimiyle müzik de duygulanımların hep birden uyarılması ve boşalmasıdır, ama yine de duygulanımın çok daha tam bir anlatım-dünyasının kalıntısıdır yalnızca, Dionysosçu pantomimciliğin salt bir tortusudur. Müziği ayrı bir sanat olarak olanaklı kılmak için, bir dizi duyu, özellikle de kas duyusu susturulmuştur (en azından görece olarak: çünkü her türlü ritim bir ölçüde hâlâ kaslarımıza hitap eder): insan hissettiği her şeyi hemen bedeniyle taklit etmesin ve sergilemesin diye. Yine de bu asıl Dionysosçu normal durumdur, her halükârda başlangıçtaki durumdur; müzik bu durumun, ona en yakın yeteneğin yok olması pahasına yavaş yavaş ulaşılmış bir özelleştirilişidir.

11

Tiyatro oyuncusu, mim sanatçısı, dansçı, müzisyen, lirik şair içgüdülerinde temelde akrabadırlar ve özünde aynıdırlar, ama zamanla uzmanlaşmış ve birbirlerinden ayrılmışlardır — karşıt konumlarda yer alacak kadar. Lirik şair en uzun süre müzisyenle bir ve aynı kişi olmuştur; tiyatro oyuncusu da dansçıyla. — Mimar ne Dionysosçu ne de Apolloncu bir durum oluşturur: burada büyük istenç edimi, dağları yerinden oynatan istenç, sanatın gerektirdiği büyük istencin coşkusu vardır. En güçlü insanlar, her zaman mimarlara esin vermişlerdir; mimar her zaman iktidarın telkini altında kalmıştır. Yapıda gururun, ağırlık karşısındaki zaferin, güç istencinin görünür olması gerekir; mimarlık, iktidarın biçimlerle ikna ediciliğidir bir tür, kimi zaman ikna eder, hatta gönül okşar, kimi zaman da yalnızca emreder. En yüksek iktidar ve güvenlik duygusu, büyük üslubu olanda dile gelir. Başka kanıta gerek duymayan iktidar; hoşa gitmekle aşağılanan; zor yanıt veren; çevresinde hiçbir tanık hissetmeyen; bilincinde olmadan, kendisine karşı çıkılması sayesinde yaşayan; kendi kendine dayanan, yazgısal, yasalardan bir yasa: Bu söz eder büyük üslup olarak, kendisinden. —

12

Thomas Carlyle’ın yaşamını okudum, bilgiye ve istence aykırı bu farsı, hazım bozukluğu durumlarının bu kahramanca-ahlaksal yorumunu. — Carlyle, güçlü sözcüklerin ve tavırların adamı, zorunluluktan dolayı belagatçi, sürekli güçlü bir inanca sahip olma isteminin ve buna yeteneksiz olma duygusunun kamçıladığı (— bu bakımdan tipik bir romantik!). Güçlü bir inanç istemi güçlü bir inancın kanıtı değildir, tam tersidir. Bu inanca sahip olunduğunda, güzel kuşku lüksüne sahip olma hakkını da tanır kişi kendine: yeterince güvenilir, yeterince sağlamdır, yeterince bağlanmıştır bunun için. Carlyle güçlü inançlara sahip insanlara duyduğu saygıyı çok yüksek sesle dile getirerek ve daha az saf olanlara hiddetlenerek, kendi içindeki bir şeyi uyuşturuyor: gürültüye gereksiniyor. Kendi kendine karşı sürekli tutkulu bir dürüst olmayış — budur onun proprium’u,69 bununla sağlıyor ve koruyor ilginçliğini. — Elbette, İngiltere’de tam da dürüstlüğü yüzünden hayranlık duyuluyor ona… İmdi, bu İngilizlere özgüdür; ve İngilizlerin kusursuz boş laf halkı oldukları dikkate alınırsa, yalnızca anlaşılır değil, doğru da. Aslında Carlyle, bir İngiliz ateistidir ve öyle olmamakta arıyor onurunu.

13

Emerson.70 — Carlyle’dan daha aydınlanmış, daha gevşek, daha basit, daha incelmiş, her şeyden önce de daha mutlu… İçgüdüsel olarak sadece Ambrossia’dan71 beslenen, şeylerin hazmedilemez yanını içlerinde olduğu gibi bırakan biri. Carlyle’la kıyaslandığında bir beğeni adamı. Emerson’u çok seven Carlyle, yine de şöyle demişti onun hakkında: “yeterince ısıracak şey vermiyor bize”: bu sözler haklı görünebilir, ama Emerson’un aleyhine değil. — Her türlü ciddiyetin cesaretini kıran o iyi niyetli ve zeki neşe vardır Emerson’da; kesinlikle bilmez şimdiden ne kadar yaşlı olduğunu ve daha ne kadar genç kalacağını, — Lope de Vega’nın72 bir sözüyle “yo me succedo a mi mismo”73 diyebilirdi kendisi hakkında. Tini daima bir neden bulur, hoşnut ve hatta müteşekkir olmak için, ve zaman zaman teğet geçer, bir aşk randevusundan tamquam re bene qesta74 geri dönen saf adamın neşeli aşkınlığına. “Ut desint vires, diye konuştu şükranla, tamen est laudanda voluptas”75 —

14

Anti-Darwin. — Şu ünlü “yaşam uğruna savaş” kanıtlanmış olmaktan çok öne sürülmüş gibi geliyor bana. Rastlanılmıyor değil buna, ama bir istisna olarak; zorluk durumu, açlık durumu değil, zenginlik, bolluk, hatta saçma bir israftır daha çok, yaşamın genel görünümü, — savaşılan yerde, iktidar için savaşılır… Malthus’u doğayla karıştırmamalı. — Diyelim ki ama, vardır bu savaş — ve aslında rastlanmaktadır da buna —, o zaman ne yazık ki Darwin okulunun istediğinden, belki onlarla birlikte isteyebileceğimizden tam tersi yönde işlemektedir; yani güçlü, öncelikli, mutlu istisnaların zararına. Türler mükemmellik içinde gelişiyor değiller: zayıflar gitgide daha çok, güçlülere hükmediyorlar — çünkü, sayısal üstünlük onlarda, daha da akıllılar… Darwin, tini unuttu (— İngilizlere özgüdür bu!), zayıflarda daha çok tin var… Tine sahip olabilmek için, tine gerek duymak gerekir, — ona artık gerek duyulmadığında, yitirilir tin. Güç sahibi olan, tinden vazgeçer (— “bırak gitsin!” diye düşünülüyor bugünlerde Almanya’da — “İmparatorluk kalmalı bizde”76…). Tin deyince, görüldüğü gibi, özeni, sabrı, hileyi, çarpıtmayı, kendine tamamen hâkim olmayı ve taklitçilik olan her şeyi anlıyorum, (sonuncusuna, erdem denilen şeyin büyük bir bölümü de giriyor).

15

Psikolog-Kazuistiği.77 — Bir insan sarrafıdır bu: niye inceler ki aslında insanları? Onların üzerinden küçük menfaatler kapmaya bakar, ya da büyük, — o bir Politikus’dur!78… Şuradaki de bir insan sarrafıdır: ve diyorsunuz ki, bundan kendisi için bir şey beklemez, büyük bir “kendini düşünmeyen”dir o. Daha keskin gözlerle bakın! Belki daha da kötü bir menfaat bekliyordur: insanlardan üstün olduğunu hissetmek, onlara tepeden bakabilmek, artık kendini onlarla bir tutmamak. Bu “kendini düşünmeyen” bir insan-aşağılayandır: şu birincisi ise, ilk bıraktığı izlenim ne olursa olsun, daha insani bir türdür. Hiç olmazsa eşit bir yere koymaktadır kendini, insanların içine…

16

Almanların psikolojik ölçüsünün bir dizi vakada kuşku götürür olduğunu düşünüyorum, bu vakaların listesini vermeye mütevazılığım engel oluyor. Bir vakada, savımı gerekçelendirmek için büyük bir vesile eksikliği çekmeyeceğim: Almanları, Kant hakkında ve benim deyişimle onun “Arka kapılar felsefesi” hakkında yanılmış olmalarından ötürü affedemiyorum — bu entelektüel dürüstlük tipi değildi — Duymak bile istemediğim diğer şey ise kötü ünlü bir “ve”; Almanlar “Goethe ve Schiller” diyorlar, — korkarım “Schiller ve Goethe” diyorlar… Tanımıyorlar mı hâlâ bu Schiller’i? — Daha kötü “ve”ler de var, kulaklarımla duydum, yine de sadece üniversite-profesörleri arasında “Schopenhauer ve Hartmann” denildiğini…

17

Tinsel insanlar, ama içlerinden en yüreklileri, çoğun en acılı trajedileri de yaşarlar: işte tam da bu yüzden saygı duyarlar yaşama, onların karşısına en büyük muhalefetiyle çıktığı için.

18

“Entelektüel Vicdan” Üzerine. — Günümüzde sahici bir ikiyüzlülükten daha ender bulunan şey yokmuş gibi geliyor bana. Bu bitkiye, kültürümüzün yumuşak havasının yaramadığına ilişkin kuşkum çok büyük: ikiyüzlülük güçlü inanç çağına aittir: kişinin başka bir inanca sahipmiş gibi görünmek zorunluluğu altında bile, kendi inancından kopmadığı bir çağa. Bugün kopuluyor ondan; ya da, daha yaygın olanı, ikinci bir inanç daha ekleniyor üstüne, dürüst kalınıyor her halükârda. Hiç kuşkusuz, günümüzde, eskiden olduğundan çok daha büyük sayıda inanca sahip olmak olanaklı: olanaklı yani serbest, yani zararsız. Kendi kendine karşı hoşgörü buradan kaynaklanıyor. — Kendi kendine karşı hoşgörü de birden fazla inanca izin veriyor: bunlar bir arada uyum içinde yaşıyorlar; günümüzde tüm dünyanın yaptığı gibi, rezil olmaktan kaçınıyorlar. Bugün nasıl rezil olunur? Tutarlı olunduğunda. Düz bir çizgide yüründüğünde. Beş anlamlı olunmadığında. Sahici olunduğunda… Modern insanın bazı günahları işlemeyecek kadar rahat olduğundan korkuyorum: bu yüzden özellikle bu günahların soyu tükeniyor. Güçlü istence bağlı olan her türlü kötü — ve belki de istenç güçlülüğü olmazsa, kötü de olmaz — bizim ılık iklimimizde, bir erdem olarak yozlaşıyor… Tanıdığım az sayıdaki ikiyüzlü, ikiyüzlülük taklidi yapıyorlardı: bugün hemen hemen her on insandan biri gibi, birer oyuncuydular. —

19

Güzel ve Çirkin. — Hiçbir şey bizim güzellik duygumuzdan daha koşullu, yani daha sınırlı değildir. Bu duyguyu, insanın insandan duyduğu hazdan bağımsız olarak düşünmek isteyen, ayaklarının altındaki zemini yitirir hemen. “Kendinde güzel” bir laftır yalnızca, bir kavram bile değil. Güzellikte, insan mükemmellik ölçütü olarak kendini koyar; seçilmiş örneklerde, kendine tapar. Bir tür, bundan başka hiçbir biçimde yalnızca kendine evet diyemez. En alttaki içgüdüsü, kendini koruma ve kendini çoğaltma içgüdüsü böyle yüceltmelerde bile parıldamaktadır. İnsan dünyanın güzellikle dolup taştığına inanıyor — bunun nedeninin kendisi olduğunu unutuyor. Yalnızca kendisiydi, dünyaya güzelliği armağan eden, ah! Yalnızca çok insanca-pek insanca bir güzelliği… Aslında insan kendini nesnelerde yansıtıyor, ona kendi imgesini geri yansıtan her şeyi güzel kabul ediyor: “güzel” yargısı onun türünün-kibirliliğidir… Elbette, şüphecinin kulağına küçük bir kuşku şöyle fısıldayabilir: insanın onu güzel kabul etmesiyle, dünya gerçekten güzelleştirilmiş midir? Dünyayı insanlaştırdı o: hepsi bu. Oysa bize, güzelin modelininin insan olduğunu güvenceleyen bir şey yoktur, hiçbir şey. Daha üstün bir beğeni yargıcının gözünde nasıl göründüğünü kim bilebilir? Belki tehlikeli? Hatta belki eğlendirici? Belki biraz gelişigüzel?… “Ah, tanrı Dionysos, neden çekiyorsun kulaklarımı?” diye sormuştu Ariadne, Naxos’taki79 o ünlü diyalogda, felsefi sevgilisine. “Bir tür mizah buluyorum kulaklarında, Ariadne: neden daha uzun değiller?”

20

Hiçbir şey güzel değildir, yalnızca insan güzeldir: her estetik bu naifliğe dayanır, onların birinci hakikatidir bu. Derhal ikincisini de ekleyelim buna: hiçbir şey yozlaşmış insandan daha çirkin değildir — estetik yargı alanının sınırlarını böylece belirlemiş oluyoruz — Fizyolojik olarak düşünüldüğünde, çirkin olan her şey insanı zayıflatır ve kederlendirir. Çürümeyi, tehlikeyi, güçsüzlüğü anımsatır ona; gerçekten güç kaybettirir bu sırada. Çirkin olanın etkisi dinamometre ile ölçülebilir. İnsanın morali ne zaman bozulsa, yakınlarda “çirkin” bir şey bulunduğunun kokusunu almıştır. Güç duygusu, güç istenci, yürekliliği, cesareti — çirkinle azalır, güzelle artar bunlar… Her iki durumdan da bir sonuca varırız: bunun öncülleri, içgüdüde bol miktarda birikmiştir. Çirkin olan, dejenerasyonun bir işareti ve belirtisi olarak anlaşılır: en uzaktan bile dejenerasyonu anımsatan, bizde “çirkin” yargısını doğurur. Her tür tükenmişlik, ağırlık, yaşlılık, yorgunluk belirtisi, her türlü özgürsüzlük, sancı olarak, felç olarak, özellikle de çözülmenin, çürümenin kokusu, rengi, biçimi, simgesel denecek kadar seyrelmiş olsa bile — tüm bunlar aynı reaksiyonu, “çirkin” değer yargısını doğurur, Bir nefret çıkar ortaya: kimden nefret ediyordur burada insan? Hiç kuşku yok ki buna: kendi tipinin çöküşünden. Türünün en derindeki içgüdüsüyle nefret ediyordur; bu nefrette ürperti, özen, derinlik, uzağı görüş vardır — nefretinin en derinden gelenidir bu. Onun sayesindedir sanatın derinliği…

21

Schopenhauer. — Schopenhauer, dikkate alınmaya değer son Alman (— Goethe gibi, Hegel gibi, Heinrich Heine gibi bir Avrupa olayıdır ve salt yerel, “ulusal” değildir) bir psikolog için birinci sınıf bir vakadır: yani, yaşamın nihilist bir toptan-değersizleştirilmesi uğruna, tam da karşı mercileri, “yaşama istenci”nin büyük çapta kendini-olumlamalarını, yaşamın bolluk biçimlerini sahaya sürmek gibi kötü niyetli, dahiyane bir çaba olarak. Schopenhauer, sırasıyla sanatı, kahramanlığı, dehayı, güzelliği, büyük duygudaşlığı, bilgiyi, hakikat istencini, tragedyayı, “olumsuzlama”nın ya da “istencin” olumsuzlama gereksiniminin sonuçları olarak yorumladı — tarih boyunca, Hıristiyanlığı saymazsak, gelmiş geçmiş en büyük psikolojik kalpazanlık. Daha yakından bakılırsa, Schopenhauer’in yalnızca Hıristiyan yorumunun mirasçısı olduğu görülür: ancak o, Hıristiyanlığın reddettiği, insanlığın büyük kültür-gerçeklerini daha Hıristiyanca, yani nihilist bir anlamda olumlamayı bilmişti (— elbette “kurtuluş”a götüren yollar olarak, “kurtuluş”un önbiçimleri olarak, “kurtuluş” gereksiniminin uyaranları olarak…)

22

Tek bir örneği ele alıyorum. Schopenhauer güzellikten, melankolik bir hararetle söz ediyor. — Neden ola ki? Çünkü güzelliği, üzerinden daha öteye varılan, ya da daha öteye varma arzusu duyulan bir köprü olarak görüyor… Güzellik onun gözünde “istenç”ten bir anlığına kurtuluştur — daimi kurtuluşa cezbeder… Schopenhauer güzelliği “istencin odak noktasından”, cinsellikten kurtardığı için över, güzellikte dölleme dürtüsünün olumsuzlandığını görür… İlahi adam! Sana karşı çıkan birisi var, korkarım, doğadır o. Doğada sesin, rengin, kokunun, ritmik devinimin güzelliği niye vardır? güzelliği açığa çıkartan nedir? — Ne mutlu ki bir filozof da karşı çıkıyor ona. Hiç de öyle zayıf bir otorite değil bu, tanrısal Platon (— Schopenhauer böyle adlandırıyor onu) başka bir cümle kuruyor: tüm güzellik döllemeye kışkırtır, diyor — tam da budur, diyor, onun etkisinin özel ismi, en tenselinden en tinseline…

23

Platon daha da ileri gidiyor. “Hıristiyan” değil, Yunanlı olmayı gerektiren bir masumiyetle, Atina’da böyle güzel oğlanlar olmasaydı, Platon felsefesi diye bir şeyin de olamayacağını söylüyor: bu oğlanlara bakmak, filozofun ruhunda erotik bir coşku doğurmakta ve tüm yüce şeylerin tohumlarını böyle güzel bir toprağa ekinceye kadar rahat vermemektedir ruha. Bir başka ilahi adam! — insan kulaklarına inanamıyor, Platon’a inansa bile. En azından anlıyoruz ki, Atina’da felsefe başka türlü, özellikle alenen, yapılıyordu. Bir münzevinin kavramları örümcek-ağı-gibi örmesinin, Spinoza’nın tarzıyla amor intellectualis dei’nin80 Yunanlılıkla uzaktan yakından bir ilişkisi yoktur. Platon’un tarzınca felsefe, daha çok erotik bir rekabet olarak tanımlanabilirdi, agonal jimnastiğin ve bunun koşullarının sürdürülmesi ve içselleştirilmesi olarak… Platon’un bu felsefi erotizminden ne ortaya çıktı sonunda? Yunan agon’unun yeni bir sanat biçimi: diyalektik. — Hâlâ anımsıyorum Schopenhauer’e karşı ve Platon’un onuruna, klasik Fransa’nın bütün yüksek kültür ve edebiyatının cinsel ilgi zemininde yetiştiğini. O kültür ve edebiyatın her yerinde âşıkanelik, duyular, cinsel-rekabet, “kadın” arayabilirsiniz — eliniz asla boş kalmayacaktır…

24

L’art pour l’art.81 — Sanatta bir amaç bulunmasına karşı savaş, her zaman, sanattaki ahlaklılaştırıcı eğilime, sanatın ahlaka tabi kılınmasına karşı savaştır. L’art pour l’art: “ahlakı şeytan götürsün!” demektir — Ama henüz bu düşmanlık bile, önyargının ağır bastığını ele verir. Ahlak vaazı ve insanları-iyileştirme amacı sanattan dıştalandığında, daha uzunca bir süre, sanatın genel olarak amaçsız, hedefsiz, anlamsız, kısacası l’art pour l’art — kendi kuyruğunu ısıran bir solucan — olduğu sonucu çıkmaz bundan. “Ahlaksal bir amaç olacağına, hiç amaç olmasın daha iyi!” — böyle konuşur yalın tutku. Buna karşılık, bir psikolog şu soruyu sorar: tüm sanat ne yapıyor? Övmüyor mu? yüceltmiyor mu? seçmiyor mu? tercih etmiyor mu? Tüm bunlarla belirli değer biçmeleri güçlendiriyor ya da zayıflatıyor… Bu yalnızca bir yan ürün mü? Bir rastlantı mı? Sanatçının içgüdüsünün bunda asla payı yok mu? Ya da: Sanatçının sanatçı olabilmesinin koşulu değil mi bu?.. sanatçının en temel içgüdüsü sanata mı dayanıyor, yoksa daha çok sanatın anlamına, yaşama mı? yaşamın arzulanır oluşuna mı? — Sanat yaşamak için en büyük uyarandır: nasıl olur da amaçsız, hedefsiz, l’art pour l’art olarak anlaşılabilir? — Bir soru kalıyor geriye: sanat yaşamın birçok çirkin, sert, kuşku götürür yanını da görünür kılıyor — böylelikle yaşamdan soğutmuş görünmüyor mu? Aslında, ona bu anlamı veren filozoflar da vardı: Schopenhauer, sanatın genel-hedefi’nin “istençten kurtulma” olduğunu öğretti, tragedyanın en büyük yararının “tevekkül ruh haline sokma” olduğunu övdü. — Ama bu — daha önce zaten açıklamıştım — kötümserlerin-bakışıdır ve “kem gözlü”dür —: sanatçıların kendilerine danışmak gerekir. Tragedya sanatçısı, kendisine ilişkin neyi iletmektedir? Gösterdiği durum korkunç olanın ve kuşku götürür olanın karşısında tam da korku içermeyen bir durum değil midir? — Bu durum son derece arzulanır bir durumdur; bu durumu bilen, en büyük saygıyla onurlandırır onu. Onu iletir, iletmesi gerekir, bir sanatçı, bir iletme dehası olduğu sürece. Güçlü bir düşman, üstün bir felaket, dehşet verici bir sorun karşısındaki duygunun cesurluğu ve özgürlüğü — bu muzafferane durumdur tragedya sanatçısının seçtiği, yücelttiği. Tragedya’dan önce ruhlarımızdaki savaşçı yön, Saturnalia82 şenliklerini kutluyordu; acıya alışkın olan, acıyı seçen, kahraman insan, tragedyayla birlikte kendi varoluşunu över — yalnızca ona sunar tragedya sanatçısı, bu en tatlı vahşetin içkisini. —

25

İnsanlara gönül indirmek, yüreğinin kapılarını herkese açık tutmak, liberal bir tavırdır, ama yalnızca liberal. Seçkin bir konukseverliğe yetkin olan yürekler, sıkı sıkıya çekilmiş perdelerinden ve örtülmüş panjurlarından anlaşılırlar: en iyi odalarını boş tutarlar. Neden mi? — “gönül indirmenin” söz konusu olmadığı konukları bekledikleri için…

26

Kendimizi anlattığımızda, kendimize yeterince değer vermiyoruz. Asıl yaşantılarımız kesinlikle boşboğaz değillerdir, isteseler de kendilerini anlatamazlar. Çünkü, anlatacak sözcük bulamıyorlar. Bir şeyi anlatacak sözcükleri bulabiliyorsak, onun dışına da çıkmışızdır çoktan. Her konuşmada bir nebze aşağılama da vardır. Dil, öyle görünüyor ki, yalnızca ortalama, orta boy, anlatılabilir olan için bulunmuştur. Dille birlikte, konuşan kişi de kabalaştırır kendini — Sağır dilsizler ve diğer filozoflar için geçerli bir ahlaktan.

27

“Bu portre büyüleyici güzellikte!”83… Edebiyat-kadını, tatminsiz, heyecanlanmış, yüreği ve iç organları ıssız, organizmasının derinliklerinden “aut liberi aut libri”84 fısıldayan buyruğa, sancılı bir merakla her an itaat etmeye hazır: edebiyat-kadını, doğanın sesini Latince konuşsa bile anlayacak kadar kültürlü, öte yandan gizliden gizliye kendi kendisiyle Fransızca şöyle konuşacak kadar da kibirli ve aptal: “je me verrai, je me lirai, je m’extasierai et je dirai: Possible, que j’aie eu tant d’esprit?”85…

28

“Kendini düşünmeyenler” konuşuyor. — “Bizim için bilgece, sabırlı, üstün olmaktan daha kolayı yok. Bağışlama ve duygudaşlık akıyor üstümüzden, saçmalığa varan bir biçimde adiliz, her şeyi bağışlıyoruz. Tam da bu yüzden biraz daha katı olmamız gerekti; tam da bu yüzden, zaman zaman küçük bir heyecan, bir heyecan günahı beslememiz gerekti. Acı gelebilir bu bize; kendi aramızda gülebiliriz bile, suratımızı ekşitmiş halimize. Ama ne çare! Başka bir yolunu bilmiyoruz kendimizi aşmanın: budur bizim çileciliğimiz, bizim tövbekârlığımız”… Kendini düşünmek — “kendini düşünmeyenler”in erdemi…

29

Bir Doktora Sınavından. — “Tüm yüksek okul sisteminin görevi nedir?” — Bir insandan makine yapmak. — “Bunun yöntemi nedir?” — Sıkılmayı öğrenmeli. — “Nasıl ulaşılır buna?” — Ödev kavramıyla. “Kimi örnek almalı?” — Filologu: ineklemeyi öğretir. — “Kimdir mükemmel insan?” — Devlet-memuru. — “Devlet-memuru için en üstün formülü hangi felsefe verir?” — Kant’ınki: kendinde şey olarak devlet memuru, görünüş olarak devlet memurlarının üzerinde hâkim kılınmıştır. —

30

Aptallık Hakkı. — Bitkin ve yavaş soluyan işçi, iyi niyetli bakan, olayları oluruna bırakan: günümüzde, çalışma (ve “İmparatorluk”! —) çağında, toplumun tüm sınıflarında rastlanan bu tipik figür: bugün özellikle sanatı sahipleniyor, kitaplar ve hepsinden önce, dergiler dahil olmak üzere — bir o kadar da, güzel doğayı, İtalya’yı… Akşam insanı, Faust’un sözünü ettiği “uykuya dalmış yabani dürtüleriyle” yaz tatiline, deniz kıyısına, buzula, Bayreuth’a gereksinir… Böyle zamanlarda sanatın katıksız budalalık hakkı vardır, — tin, espiri ve maneviyat için bir tür tatil olarak. Wagner bunu anlamıştı. Katıksız budalalık tazeler…

31

Bir Diyet Sorunu Daha. — Julius Caesar’ın kendini hastalıklardan ve baş ağrısından koruduğu yöntemler: muazzam yürüyüşler, en basit yaşam tarzı, sürekli açık havada kalma, sürekli meşguliyet — bunlar, genel olarak, bakım ve koruma önlemleridir, aşırı kırılganlığına karşı, adına deha denilen, o narin ve en ağır baskı altında çalışan makinenin. —

32

Ahlak-sız Konuşuyor. — İnsan, arzuladığı sürece, bir filozofun beğenisine en çok aykırı düşen şeydir… Filozof, insanı yalnızca edimlerinde gördüğünde, bu en cesur, en kurnaz, en dayanıklı hayvanı labirent gibi durumlarda yolunu şaşırmış bir halde bile görse, nasıl da hayranlık uyandırıcı olarak görünecektir ona insan! Hâlâ ona hitap ediyordur… Ama filozof, arzulayan insanı horgörür, “arzulayabilen” insanı da, genel olarak insanın tüm arzularını, tüm ideallerini. Bir filozof nihilist olabilseydi, insanın tüm ideallerinin ardında hiçbir şey bulamadığı için olurdu. Hatta, hiçi bile bulamadığı için — yalnızca hiç değeri olmayan, saçma, hastalıklı, korkak, bitkin yaşamının içilip boşaltılmış çanağından geri kalan her türlü tortuyu… Gerçeklik olarak bu denli saygıdeğer olan insan, nasıl oluyor da, arzuladığı anda, hiçbir saygıyı hak etmiyor? Gerçeklik olarak bu kadar değerli oluşunun cezasını mı çekmesi gerekiyor? Edimini, her edimdeki kafa ve istenç gerilimini, elini hayali ve saçma olana doğru uzatarak mı dengelemeli? — Arzuladıklarının tarihi şimdiye dek partie honteuse’üydü86 insanın: onu uzun süre okumaktan kaçınmalı, insanı haklı çıkartan, onun gerçekliğidir — onu sonsuza dek haklı çıkartacaktır. Ne kadar değerlidir gerçek insan, herhangi bir salt arzulanmış, düşlenmiş, yapmacık ve uydurma bir insanla kıyaslandığında? Herhangi bir ideal insanla… Ve şimdi de ideal insan aykırı düşüyor, filozofun beğenisine.

33

Egoizmin Doğal Değeri. — Bencilliğin değeri, ona sahip olanın fizyolojik değeri kadardır: değeri çok büyük olabilir, hiçbir değeri olmayabilir ve aşağılık olabilir. Her bireye, yaşamın yükselen çizgisini mi, alçalan çizgisini mi serimlediği açısından bakılabilir. Bu konuda bir karar verildiğinde, onun bencilliğinin değerinin ne olduğuna ilişkin bir kural da elde edilir. Çizginin yükselişini serimliyorsa, aslında onun değeri olağanüstüdür — ve onunla birlikte bir adım ileri giden genel yaşamın uğruna, kendisi için en iyi koşulları yaratma ve koruma çabası da aşırı olabilir. Halkın ve felsefecilerin bugüne kadar anladığı anlamıyla birey, “Individuum”,87 bir yanılgıdır: kendi başına bir şey, bir atom, “zincirin bir halkası” değildir, eski zamanlardan miras kalmış değildir — kendisine kadar varan tüm bir insanlık çizgisinin bizzat kendisidir… Alçalan çizgiyi, çöküşü, kronik yozlaşmayı, hastalanmayı serimliyorsa (— Hastalıklar, genel olarak çöküşün sonuçlarıdırlar, nedenleri değil), fazla bir değeri yoktur onun, hakkaniyet, gelişmişlerden olabildiğince az şeyi almasını gerektirir. Onların ancak bir asalağıdır…

34

Hıristiyan ve Anarşist. — Bir anarşist, toplumun düşüşteki tabakalarının sözcüsü olarak, güzel bir öfkeyle “hukuk”, “adalet”, “eşit haklar” talep ediyorsa, aslında kültürsüzlüğünün baskısıyla yapıyordur bunu, kendisine acı çektiren şeyin ne olduğunu kavrayamayan — neyin yoksulu olduğunu: yaşamın… Bir neden-içgüdüsü etkindir onda: kendini kötü hissetmesinden birisi suçlu olmalıdır… “Güzel öfke”si de iyi gelir ona, küfretmek bir zevktir, tüm sefil yaratıklar için, — küçük bir güç sarhoşluğu verir. Yakınma, şikâyetçi olma bile, onun uğruna yaşama katlanılabilmesini sağlayan bir çekicilik kazandırabilir yaşama: daha ince dozda bir intikam, her yakınmada bulunur, kendini kötü hissedişini, duruma göre kendi kötü halini başka türlü olanların üstüne bir haksızlık gibi, haksız bir ayrıcalık gibi atar kişi. “Ben bir pisliğim, sen de öyle olmalısın”: bu mantıkla yapılır devrim. — Şikâyetçi-olmak hiçbir durumda işe yaramaz: zayıflıktan kaynaklanır. Kişinin kendini kötü hissedişinin suçunu, başkalarına ya da kendi kendisine yüklemesinin — birincisini sosyalistler, ikincisini de örneğin Hıristiyanlar yapıyor — aslında hiçbir farkı yoktur. Bunların ortak, diyelim ki aynı zamanda rezil yanı, birisinin acı çekiyor oluşundan, herhangi bir kimsenin suçlu olması gerektiğidir — kısacası, acı çeken, çektiği acılara karşı, intikamın balını yazmaktadır kendi reçetesine. Bir haz-gereksinimi olarak rastgele nedenlerdir: acı çeken, küçük intikamını almak için her yerde nedenler bulabilir, — bir Hıristiyansa, bir daha söyleyelim, kendi içinde bulur onları… Hıristiyan ve Anarşist — ikisi de dekadandır. — Ama bir Hıristiyan “dünya”yı yargılar, ona kara çalar, onu lekelerken, sosyalist bir işçinin toplumu yargılayışındaki, ona kara çalışındaki, onu lekeleyişindeki içgüdünün aynısıyla yapar bunu: “ahiret günü” bile intikamın tatlı avuntusudur — sosyalist işçinin beklediği devrimin, biraz daha uzak bir zamanda düşünülenidir… “Öteki dünya”nın kendisi de — bu dünyaya çamur atmanın bir aracı değilse, ne gerek var bir öteki dünyaya?…

35

Dekadans Ahlakının Eleştirisi. — “Diğerkâm” bir ahlak, bencilliğin köreldiği bir ahlak, — her koşulda kötü bir belirtidir. Bireyler için geçerli olduğu kadar, özellikle halklar için de geçerlidir bu. Bencillik eksilmeye başladığında, en iyi şey eksiliyor demektir. İçgüdüsel olarak, kendine-zararlı olanı seçmek, “çıkarsız” güdülerin cazibesine kapılmak, adeta dekadansın formülünü vermektedir. “Kendi çıkarını gözetmemek” — bu sadece ahlaksal bir incir yaprağıdır, tamamen farklı, fizyolojik bir gerçekliğin örtüldüğü: “Kendi çıkarımı nasıl gözeteceğimi bilemiyorum”… İçgüdülerin dağılması! İnsan diğerkâm olduğunda, işi bitmiş demektir. — Naif bir biçimde “Ben artık beş para etmem” demek yerine, der ki, dekadansın ağzındaki ahlak-yalanı: “Hiçbir şeyin değeri yok — yaşam beş para etmez”… Böyle bir yargı büyük bir tehlike oluşturur nihayetinde, bulaşıcıdır, — toplumun bütün çürük zemininde kimi zaman tropik bir kavram bitkisi gibi büyür, bazen bir dine (Hıristiyanlık), bazen felsefeye (Schopenhauer’lik) dönüşür. Bazı koşullarda çürümenin zemininde yetişmiş bir zehirli bitki, havasıyla binlerce yıl boyunca zehirler yaşamı…

36

Hekimler için Ahlak. — Hasta, toplumun bir asalağıdır. Belirli bir durumda daha da uzun yaşamak küstahlıktır. Yaşamın anlamı, yaşama hakkı kaybolduktan sonra, hekimlere ve uygulamalara korkakça bir bağlılık içinde ot gibi yaşamaya devam etmek, toplumda derin bir horgörü uyandırmalıydı. Hekimler de, bu horgörünün ileticileri olmalıydılar — reçete değil, her gün yeni bir doz tiksinti, hastalarına… Yeni bir sorumluluk yaratmak, hekim için, yaşamın, yükselen yaşamın en yüksek çıkarının, yozlaşan yaşamı acımasızca aşağıya ve kenara itmeyi gerektirdiği tüm durumlar için — örneğin dölleme hakkı için, doğurulma hakkı için, yaşama hakkı için… Onurlu bir biçimde yaşamak artık mümkün değilse, onurlu bir biçimde ölmek için. Gönüllü olarak seçilen ölüm, tam zamanında, neşeyle ve sevinçle, çocukların ve tanıkların ortasında gerçekleştirilen ölüm: öyle ki gerçek bir vedalaşma mümkündür henüz, veda eden henüz oradadır, ayrıca ulaşılanın ve istenilenin gerçek bir değerlendirilişi, yaşamın bir özetlenişi — tüm bunlar, Hıristiyanlığın ölüm saatini dönüştürdüğü sefil ve ürpertici komedinin tam zıddını oluşturur. Hıristiyanlığın, ölen kişinin zayıflığını zorunlu bir vicdan terbiyesi, ölme tarzını insan ve geçmiş hakkında bir değer-yargılaması olarak kötüye kullandığı asla unutulmamalı! — Bu noktada, önyargının tüm korkaklıklarına inat, öncelikle, nihayetinde aynı zamanda “doğal olmayan” bir ölüm, bir intihar olan sözümona doğal ölümün, doğru yani fizyolojik değerini belirlemek gerekir. Kişi, asla kendisinden başkasıyla birlikte gitmez ölüme. Ancak en aşağılık koşullarda bir ölümdür bu, gönülsüzce bir ölüm, yanlış zamanda, korkakça bir ölümdür. Yaşam sevgisinden ötürü —, başka türlü istemeli ölümü, özgürce, bilinçli, rastlantıya yer bırakmadan, bir baskın gibi ani değil… Son olarak, kötümser beylere ve öteki dekadanlara bir tavsiye. Doğurulmayı engellemek, elimizde değil: ama bu hatayı — çünkü bazen bir hatadır — telafi etmek elimizde. Kişi kendini lağvederse, en saygıdeğer işi yapmış olur: bununla, adeta yaşamayı hak eder… toplumun, o da bir şey mi! Yaşamın ta kendisinin feragat, kansızlık ve başka erdemler içindeki herhangi bir “yaşam”dan daha fazla çıkarı vardır bunda — kişi, ötekileri kendi görüntüsünden kurtarmıştır, yaşamı bir itirazdan kurtarmıştır… Kötümserlik, pur,88 vert, ancak bay kötümserin kendi kendini çürütmesiyle kanıtlar kendini: yaşamı, Schopenhauer’in yaptığı gibi salt “istenç ve tasarım” ile olumsuzlamamak için, onun mantığında bir adım daha ileri gidilmesi gerekir — ilkönce Schopenhauer’i olumsuzlamak gerekir… Bu arada, kötümserlik, ne kadar bulaşıcı olsa da yine de bir dönemin, bir soyun hastalıklılığını genelde artırmaz: onun bir anlatımıdır. Koleraya yakalanıldığı gibi yakalanılır ona: bunun için bünyenin yeterince hastalıklı olması gerekir. Kötümserlik fazladan bir kişiyi daha dekadans yapmaz; kolera salgınının azdığı yıllardaki toplam ölüm vakalarının, öteki yıllardan daha fazla olmadığını, istatistiklerden anımsıyorum.

37

Daha Ahlaklı mı Olduğumuza Dair. — Benim “iyinin ve kötünün ötesinde” kavramıma karşı, beklenileceği üzere, bilindiği gibi Almanya’da ahlakın kendisi olarak kabul edilen, modern aptallaşmanın tüm vahşeti harekete geçirildi: bu konuda enfes öyküler anlatabilirdim. Her şeyden önce, çağımızın törel yargı alanındaki “yadsınamaz üstünlüğü”, bu alanda gerçekten kaydettiğimiz ilerleme anımsatıldı bana: bizimle kıyaslandığında, Cesare Borgia’nın89 “daha üstün” bir insan olduğu, bir tür üstinsan olduğu, benim yaptığım gibi öne sürülemezmiş kesinlikle… İsviçre’deki “Bund” dergisinin editörü, böyle bir şeye girişmekteki cesaretime duyduğu saygıyı belirtmekten de geri kalmayarak, yapıtımı, onunla tüm ciddi duyguların ortadan kaldırılmasını istediğim biçiminde “anladığını” söylemeye kadar vardırdı işi. Müteşekkirim!90 — Yanıt olarak, gerçekten daha ahlaklı mı olduk, sorusunu sorma hakkını görüyorum kendimde. Tüm dünyanın buna inanıyor oluşu, şimdiden buna karşı bir itiraz oluşturuyor… Biz modern insanlar, çok narin, çok kırılgan, yüzlerce özen göstererek ve gösterilerek, aslında sergilediğimiz bu narin insanlığın, merhamette, yardımseverlikte, karşılıklı güvende ulaşılan bu hemfikirliliğin, olumlu bir ilerleme olduğunu, bununla Rönesans insanlarından çok ileride olduğumuzu zannediyoruz. Oysa her çağ böyle düşünür, böyle düşünmek zorundadır. Şurası kesin ki, kendimizi Rönesans koşulları içine sokamayız, öyleymiş gibi düşünemeyiz bile; sinirlerimiz o gerçekliğe dayanamaz, kaslarımızın sözünü bile etmiyorum. Oysa bu yeteneksizlikle, bir ilerleme değil, yalnızca bir başka, daha geç bir bünye, zorunlu olarak daha bol özenli bir ahlakın doğduğu kanıtlanmış oluyor. Narinliğimizi ve geçliğimizi, fizyolojik yaşlılığımızı bir an için yok sayalım, “insanlaşma” ahlakımız da derhal değerini yitirir — hiçbir ahlakın kendi başına değeri yoktur —: bizzat bizde küçümseme duygusu uyandıracaktır. Öte yandan, biz modernlerin, kesinlikle hiçbir kayaya çarpmak istemeyen, kalın vatkalı insancıllığımızla, Cesare Borgia’nın çağdaşlarını gülmekten çatlatacak bir komedi oluşturacağımıza hiç kuşkumuz yok. Aslında, ister istemez, ölçülerin ötesinde komiğiz, modern “erdemlerimiz”le… Düşmanca ve güvensizlik uyandıran içgüdülerin dıştalanması — buydu bizim “ilerleme”miz — dirimselliğin genel dıştalanışının sonuçlarından yalnızca birini oluşturuyor: böyle koşullu, böyle geç bir varoluşu sürdürmek, yüz katı daha fazla çaba, daha fazla özen gerektirir. Bu durumda herkes karşılıklı yardım eder birbirine, herkes bir ölçüde hasta ve hastabakıcıdır. Sonra buna “erdem” denir —: yaşamı başka türlü, daha tam, daha savurgan, daha taşkın bilen insanların arasında, başka bir ad verilirdi buna, “korkaklık” belki, “zavallılık”, “kocakarı ahlakı”… Töreleri yumuşatışımız — budur benim ilkem, budur isterseniz, benim getirdiğim yenilik — çöküşün bir sonucudur; törenin katılığı ve korkunçluğu ise, tam tersine bir yaşam bolluğunun sonucu olabilir: sonra elbette daha fazla cesaret edilebilir, daha çok meydan okunabilir, çok şey de israf edilebilir. Eskiden beri yaşamı besleyen kökler, bizim için birer zehir olurdu… Kayıtsız olmak — bu da bir güçlülük biçimidir — bunun için de yine yaşlıyız, geç kalmışız: ona karşı ilkönce benim uyardığım duygudaşlık-ahlakımız l’impressionisme morale91 diyebileceğim şey, dekadan olan her şeye özgü fizyolojik aşırı hassaslığın bir başka anlatımıdır. Schopenhauer’in merhamet-ahlakıyla denediği, kendini bilimselmiş gibi sunma hareketi — çok talihsiz bir deneme — ahlaktaki asıl dekadans hareketidir. Hıristiyan ahlakıyla yakından akrabadır. Güçlü çağlar, seçkin kültürler, merhamete, “komşusunu sevme”ye, benliğin ve benlik duygusunun eksikliğine, horgörülesi bir şey olarak bakarlar. Çağlar olumlu enerjilerine göre değerlendirilir — ve böylece o savurgan ve felaket dolu Rönesans çağının son büyük çağ olduğu sonucu çıkıyor ve bizim, korkak, kendimize-şefkatimizle ve komşu sevgimizle, çalışma, iddiasızlık, hakseverlik, bilimsellik — toplayıcı, ekonomik, makinasal — erdemlerimizle zayıf bir çağ olduğumuz sonucu çıkıyor… Erdemlerimiz koşullara bağlıdır, zayıflıklarımızın sonucunda ortaya çıkmışlardır. “Eşitlik”, “eşit haklar” kuramında yalnızca dile gelen, gerçekten bir ölçüde birbirine benzeme, aslında çöküşe aittir: insanla insan, zümreyle zümre arasındaki uçurum, tiplerin çoğulluğu, kendisi olma, kendini üste çıkarma istenci, mesafe pathosu dediğim şey, her güçlü çağın özgün yanıdır. Aşırı uçlar arasındaki enerji, açıklık günümüzde gitgide küçülüyor — aşırı uçlar da sonunda birbirlerine benzeyerek ortadan kalkıyor… Tüm siyasal kuramlarımız ve devlet yapılarımız, “Alman İmparatorluğu” da kesinlikle dahil olmak üzere, çöküşün sonuçları, zorunlu sonuçlarıdır; dekadansın bilinçsiz etkisi tek tek bilimlerin ideallerine varıncaya dek, egemen olmuştur. İngiltere ve Fransa’daki sosyolojinin tamamına itirazım, deneyimlerinden yalnızca toplumun çöküş-yapılanmasını bilmesi ve kendi çöküş-içgüdülerini tam bir masumiyetle, sosyolojik değer yargısının normu olarak almasıdır. Çökmekte olan yaşam, organize eden, yani ayıran, uçurumlar açan, aşağıya ve yukarıya yerleştiren her türlü kuvvetin azalışı, günümüz sosyolojisinin ideali olarak formülleniyor… Sosyalistlerimiz dekadandırlar, ama Bay Herbert Spencer da bir dekadandır, — diğerkâmlığın zaferini istemeye değer bir şey olarak görüyor!…

38

Benim Özgürlük Kavramım. — Bazen, bir şeyin değeri, onunla neye ulaşıldığına değil, onun için ne ödendiğine — bize neye mal olduğuna dayanır. Bir örnek vereyim. Liberal kurumlar, ulaşıldıkları andan itibaren, liberal olmaktan çıkarlar: daha sonra özgürlüğe liberal kurumlardan daha kötü ve kalıcı zararlar veren olmaz. Etkilerinin ne olduğu çok iyi biliniyor: güç istencinin altını oyuyorlar, dağı ve vadiyi aynı seviyeye düzleyip, ahlak diye yüceltiyorlar bunu, küçük, korkak ve keyifli kılıyorlar — sürü hayvanıdır, onlarla her defasında zaferini kutlayan. Liberalizm: açıkçası sürü-hayvanı-yapma… Aynı kurumlar, onlara ulaşılmak için savaş verildiği sürece, tamamen başka sonuçlar doğuruyorlar, pratikte özgürlüğü güçlü bir biçimde destekliyorlar. Daha doğrusu, savaştır bu sonuçları ortaya çıkartan, liberal kurumlar uğruna verilen savaş, liberal olmayan içgüdülerin sürmesini sağlayan savaş. Ve savaş özgürlüğe eğitir. Nedir ki özgürlük! Kendinden sorumlu olma istencine sahip olmak. Bizi ayıran mesafeyi korumak. Zahmete, sertliğe, yoksunluğa karşı, hatta yaşamın kendisine karşı kayıtsız olmak. Kendi davası için insanları feda etmeye hazır olmak, kendisi de dahil olmak üzere. Özgürlük demek, erkeksi, savaştan ve zaferden hoşlanan içgüdülerin, öteki içgüdüler üzerinde, örneğin “mutluluk” içgüdüsü üzerinde egemen olması demektir. Özgürleşmiş insan, en az bir o kadar da, özgürleşmiş tin, esnafın, Hıristiyanların, ineklerin, İngilizlerin ve öteki demokratların düşledikleri aşağılık refah türünü ayaklarıyla çiğner. Özgür insan savaşçıdır. — Neyle ölçülür özgürlük, bireylerde ve halklarda? Aşılması gereken direnişle, mal olduğu yukarıda kalma çabasıyla. En yüksek özgür insan tipini, sürekli en yüksek direnişin aşıldığı yerde aramak gerekir: tiranlıktan beş adım ötede, kölelik tehlikesinin hemen eşiğinde. Psikolojik açıdan doğrudur bu, burada “tiran” deyince, kendine karşı maksimum otoriteyi ve terbiyeyi davet eden, acımasız ve korkunç içgüdüler anlaşılsın — en güzel tipi Julius Caesar’dır —; siyasal açıdan da doğrudur bu, tarihte bir gezinti yapılsın yeter. Biraz değeri olan, değer kazanan-halklar, bu değere asla liberal kurumlarla ulaşmadılar: büyük tehlike onları büyük saygıyı hak eden halklar yaptı; bize çarelerimizi, erdemlerimizi, savunmamızı ve silahlarımızı, bizim tinimizi öğreten tehlike, — bizi güçlü olmaya zorlayan… Birinci temel ilke: güçlü olmak zorunda olunmalı, yoksa asla güçlü olunmaz. — Güçlü, gelmiş geçmiş en güçlü insan türü için o büyük seralar, Roma ve Venedik tarzı aristokratik kent devletleri, özgürlüğü, tam da benim özgürlük sözcüğünü anladığım anlamda anladılar: sahip olunan ve olunmayan bir şey olarak, istenen, fethedilen…

39

Modernliğin Eleştirisi. — Kurumlarımız artık bir işe yaramıyor: bu konuda hemfikiriz. Ama kurumlardan değil, bizden kaynaklanıyor bu durum. Kurumların yetişmesini sağlayan tüm içgüdülerimizi kaybettikten sonra, şimdi de kurumlarımızı kaybediyoruz, çünkü biz artık onların işine yaramıyoruz. Demokratizm, örgütleyici gücün çöküş-biçimi olmuştur her zaman: daha “İnsanca Pek İnsanca” kitabımın I. cildinde, 318. sayfasında,92 modern demokrasiyi, “Alman İmparatorluğu” gibi yarım biçimleriyle birlikte, devletin çöküş biçimi olarak tanımlamıştım. Kuramların olabilmesi için, kötülük derecesinde antiliberal türden bir istencin, içgüdünün, buyruğun olması gerekir: gelenek istenci, otorite istenci, yüzyıllar sürecek bir sorumluluk istenci, ileriye ve geriye doğru in infinitum93 bir soylar-silsilesinin dayanışması istenci. Bu istenç varsa, imperium Romanum94 gibi bir şey kurulur: ya da günümüzde bünyesinde kalıcılık olan, bekleyebilen, hâlâ bir şeyler vaat edebilen biricik güç, Rusya gibi — Rusya, Alman İmparatorluğu’nun kuruluşuyla birlikte kritik bir duruma girmiş olan acınası Avrupa küçük devletçiliğinin ve sinirliliğinin karşıt-kavramı… Bütün bir Batı dünyası, kurumların ondan yeşerdiği, geleceğin ondan filizlendiği bu içgüdüye sahip değil artık: belki de “modern tini”yle bu kadar çok çelişen başka bir şey yok. Bunun için yaşanıyor, çok hızlı yaşanıyor, — çok sorumsuz yaşanıyor: tam da buna deniliyor “özgürlük”. Kurumları kurum yapan özellik aşağılanıyor, ondan nefret ediliyor, yadsınıyor: “otorite” sözcüğünün sadece telaffuz bile edildiği yerde, yeni bir kölelik tehlikesine inanılıyor. Politikacılarımızın, siyasal partilerimizin değer-içgüdüsündeki dekadans bu noktaya kadar varıyor: içgüdüsel olarak seçiyorlar, çözülmekte olanı, sonu hızlandıranı… Bunun bir kanıtı, modern evlilik. Akıl adına ne varsa modern evlilikten apaçık uzaklaşmıştır: bu evliliğe karşı değil, modernliğe karşı bir itiraz oluşturur. Evliliğin aklı — erkeğin hukuksal açıdan tek başına sorumlu oluşuna dayanıyordu: evliliğin ağırlık noktasını bu oluşturuyordu, şimdi ise iki ayağı üzerinde sendeliyor. Evliliğin aklı — onun ilkesel olarak çözülemezliğine dayanıyordu: böylelikle duygunun, tutkunun ve anın rastlantısı karşısında kendisine itaat ettirmeyi bilen bir vurguya sahipti. Evlililiğin aklı, ailelerin, eşlerin seçimindeki sorumluluğuna da dayanıyordu. Aşk-evliliğinden yana artan bir hoşgörüyle, adeta evliliğin temeli, onu asıl bir kurum yapan şey, aradan çıkartıldı. Bir kurum asla ve hiçbir zaman bir aşırı tepki üzerine kurulmaz; evlilik, söylendiği gibi “aşk” üzerine “kurulmaz”, — evlilik cinsel dürtü üzerine kurulur, mülkiyet dürtüsü üzerine (mülk olarak kadın ve çocuk), iktidar dürtüsü üzerine kurulur, bu dürtü ki sürekli olarak iktidarın en küçük birimini, ulaşılmış bir güç, nüfuz, zenginlik niceliğini fizyolojik açıdan da sabit tutmak için, uzun görevlere, yüzyıllar arasındaki içgüdü-dayanışmasına hazırlanmak için, çocuklara ve varislere gereksinen aileyi organize eder. Bir kurum olarak evlilik en büyük, en kalıcı örgütlenme biçiminin olumlanmasını daha kendi içinde kavrar: toplumun kendisi, birbirine en uzak soylara varıncaya kadar, bir bütün olarak kendisine kefil olmadıkça, evliliğin hiçbir anlamı yoktur. — Modern evlilik anlamını yitirdi, — dolayısıyla ortadan kaldırılıyor. —

40

İşçi-Sorunu. — Aptallık, aslında bugün her türlü aptallığın sebebini oluşturan içgüdü-yozlaşması, bir işçi-sorununun varlığına dayanıyor. Belirli şeyler hakkında soru sorulmaz: içgüdünün birinci buyruğu. — Avrupalı işçilerle, ondan ilkin bir sorun yapıldıktan sonra ne yapılmak istendiğini kesinlikle göremiyorum. Adım adım daha çok soru sormayacak, mütevazılıktan daha uzak sorular sormayacak kadar iyi bir durumda bulunuyor. Sonunda büyük çoğunluk ondan yana. Burada mütevazı ve yetingen bir insan türünün, bir Çinli tipinin sınıflaştığına ilişkin umut tamamen tükendi: ve bu sınıfın aklı olurdu, adeta bir zorunluluk olmuş olurdu. Ne yapıldı? — Bunun koşulları dahil her şey, daha nüve halindeyken yok edildi. — Bir işçiyi sınıf olarak olanaklı kılan, kendisi olarak olanaklı kılan içgüdülerin kökü, sorumsuz bir düşüncesizlikle, tamamen kazındı, işçiler askerliğe elverişli kılındılar, koalisyon hakkı, siyasal oy hakkı verildi onlara: işçilerin bugünkü varoluşunu şimdiden bir acil durum olarak (ahlaksal açıdan söylenirse, haksız olarak) duyumsamasına şaşmalı mı? Peki ne isteniyor? diye soralım bir daha. Bir amaca ulaşmak isteniyorsa, bunun araçları da istenmelidir: köleler isteniyorsa, o zaman onlara efendilik eğitimi vermek, soytarılıktır. —

41

“Benim kastet mediğim özgürlük…” — Günümüzdeki gibi zamanlarda, içgüdülerine bırakılmış olmak, fazladan bir beladır. İçgüdüler birbirleriyle çelişir, birbirlerini bozar, yıkarlar; modernliği fizyolojik öz-çelişki olarak tanımlamıştım. Eğitimin aklı, demir bir disiplin altında, bu içgüdü-sistemlerinin en azından bir tanesinin, bir diğerinin kuvvet kazanması, güçlenmesi, egemen olması uğruna felç olmasını ister. Bugün birey, ancak budanarak olanaklı kılınmalıydı: olanaklı, yani bütün… Tam tersi oluyor: bağımsızlık, özgürce gelişme, laiser aller95 talebi tam da hiçbir dizginin yeterince sıkı olamayacağı kişiler tarafından en ateşli bir biçimde öne sürülüyor — politikada da böyle, sanatta da. Ama bu dekadansın bir belirtisidir: bizim modern “özgürlük” kavramımız, içgüdü-yozlaşmasının fazladan bir kanıtıdır. —

42

İnanç Nerede Gerekli. — Ahlakçılar ve azizler arasında, en az rastlanan şey dürüstlüktür; belki tam tersini söylüyorlardır, belki de inanıyorlardır bu söylediklerine. Bir inanç, bilinçli ikiyüzlülükten daha yararlı, daha etkili, daha ikna ediciyse, çok geçmeden içgüdüsel olarak ikiyüzlülük masumluk olur: büyük azizlerin anlaşılması için birinci ilke. Başka bir tür aziz olan filozofların zanaatları da, yalnızca belirli hakikatlere izin vermelerini gerektirir: yani zanaatlarının kamusal bir yaptırıma sahip olmasını sağlayan hakikatlere, — Kant’ça konuşursak, pratik aklın hakikatlerine. Neyi kanıtlamaları gerektiğini bilirler, pratiktirler bu konuda, — birbirlerini “bu hakikatler” hakkında görüş birliği içinde olmalarından tanırlar. — “Yalan söylememelisin” — açıkçası: sakının kendinizi, filozof beyim, hakikati söylemekten…

43

Muhafazakarların Kulağına Söylenen. — Eskiden bilinmeyen, bugün bilinen, bilinebilen —, herhangi bir anlamda ve derecede bir gerileme, bir geri dönüş kesinlikle mümkün değildir. En azından biz fizyologlar biliyoruz bunu. Ne var ki tüm din adamları ve ahlakçılar buna inandılar — insanlığı daha eski bir erdem ölçütüne geri götürmek, geri döndürmek istediler. Ahlak her zaman bir Prokrustes yatağıydı. Politikacılar bile bu konuda erdem vaizlerini taklit ettiler. Bugün hâlâ, her şeyin akrep yürüyüşüyle geri geri gitmesini hayal eden partiler var. Ama akrep olmak, hiç kimsenin elinde değil. Çaresi yok: ileriye, yani adım adım dekadansa doğru gitmek gerekiyor (— budur benim modern “ilerleme” tanımım…). Bu gelişmenin önüne set çekilebilir ve set çekilerek yozlaşmanın birikmesi, toplanması, daha şiddetli ve daha apansız olması sağlanabilir: daha fazlası yapılamaz. —

44

Benim Deha Kavramım. — Büyük adamlar da, büyük zamanlar da, içlerinde muazzam bir kuvvetin biriktiği patlayıcı maddeler gibidirler; var olma koşulları daima tarihsel ve fizyolojik olarak, uzun bir süre boyunca toplanmış, biriktirilmiş, tasarruf edilmiş ve korunmuş olmalarıdır, — uzun süredir hiçbir patlamanın gerçekleşmemiş oluşudur. Gerilim bu ölçüde arttığında, en rastlantısal bir uyaran, “deha”yı, “eylem”i, büyük yazgıyı doğurmaya yeter. Sonrasında çevrenin, çağın, “çağın ruhu”nun, “kamuoyu”nun hiçbir önemi kalmaz! — Napolyon örneğine bakılsın. Devrim Fransası ve daha çok da devrim-öncesi Fransası, kendi bağrından Napolyon’a en zıt tipi çıkartırdı, onu da çıkarttı. Ve Napolyon, farklı olduğu için, Fransa’da çürüyüp dağılan uygarlıktan daha güçlü, daha uzun sürmüş, daha eski bir uygarlığın varisi olduğu için, burada hükümdar oldu, yalnızca burada hükümdar dı. Büyük insanlar zorunludurlar, ortaya çıktıkları dönem, rastlantısaldır; hemen hemen her zaman, ortaya çıktıkları dönemin efendisi oluşlarının tek nedeni, daha güçlü, daha eski oluşlarıdır, uzun süre biriktirilmiş oluşlarıdır. Bir deha ile yaşadığı dönem arasında, güçlü ile zayıf, yaşlı ile genç arasındaki gibi bir ilişki vardır: dönem her zaman görece olarak daha gençtir, daha zayıftır, daha erginleşmemiştir, daha kendine güvensiz, daha çocuksudur. — Bugün bu konuda Fransa’da tamamen farklı düşünülüyor oluşu (Almanya’da da öyle: ama bunun bir önemi yok), orada kuramın ortama ait, gerçek bir nevrozlu-kuramı olması, dokunulmazlık ve adeta bilimsellik kazanması ve fizyologlar arasında ona inanılması: işte bu “iyi kokmuyor”, insanda hazin düşünceler uyandırıyor. — İngiltere’de de farklı düşünülmüyor, ama buna kimsenin canı sıkılmayacaktır. İngilizlerin önünde dehayla ve “büyük adam”la anlaşmak için yalnızca iki yol vardır: ya Buckle’ın tarzıyla, demokratik bir biçimde, ya da Carlyle’ın tarzıyla dindar bir biçimde. — Büyük insanlardaki ve zamanlardaki tehlike, olağanüstüdür: her türden bitkinlik, sterillik adım adım izler onları. Büyük adam bir sondur; büyük dönem, örneğin Rönesans, bir sondur. Deha — yapıtlarında, eylemlerinde — zorunlu olarak bir savurgandır, kendini harcıyor oluşudur, büyüklüğü… Kendini koruma içgüdüsü adeta askıya alınmıştır; coşup taşan kuvvetlerin devasa basıncı ona böyle her türlü korumayı ve dikkati yasaklar. Buna “feda etme” denir; kendi “kahramanlığı” ile övünür, kendi esenliğine karşı kayıtsızlığıyla, bir ideale, büyük bir davaya, bir vatana adanmışlığıyla: tüm bunlar yanlış anlamalardır… Taşar, aşar, tüketir kendini, acımaz kendine, — yazgısallıkla, felaket getirerek, isteği dışında, bir nehrin kıyılarının dışına taşmasının, isteği dışında oluşu gibi. Böylesi patlamalara çok şey borçlu olunduğu için, buna karşılık onlara da çok şey hediye edilmiştir, örneğin bir tür üstün ahlak… Bu da insanın şükran duyma tarzıdır: kendisine iyilik yapanları yanlış anlar. —

45

Suçlu ve Ona Akraba Olan. — Suçlu tipi, elverişsiz koşullardaki güçlü insan, hasta edilmiş güçlü bir insan tipidir. Her güçlü insanın içgüdüsündeki silah ve korunma olan her şeyin haklı olarak var olduğu yabanıllık, belirli bir daha özgür ve daha tehlikeli doğa ve varoluş biçimi eksiktir onda. Erdemleri toplumdan sürgün edilmişlerdir; beraberinde getirdiği en canlı içgüdüleri, çok geçmeden en bunaltıcı duygulanımlarla, kuşkuyla, korkuyla, onursuzlukla çarpıklaşırlar. Bu da handiyse, fizyolojik yozlaşmanın reçetesidir. En iyi yapabildiği, en severek yaptığı şeyi, gizli gizli, uzun bir gerilim içinde, dikkatle, sinsilikle yapmak zorunda kalan, kansızlaşır; ve içgüdülerinden hep tehlike, kovuşturma, bela hasat ettiği için, duygusu da bu içgüdülere karşı yönelir — onları tehlikeli olarak duyumsar. Dağlardan ya da denizin serüvenlerinden gelen doğal yapılı bir insanı zorunlu olarak bir suçluya yozlaştıran, toplumdur; bizim uysal, ortalama, yontulmuş toplumumuz. Ya da hemen hemen zorunlu olarak: çünkü, böyle bir insanın toplumdan daha güçlü çıktığı örnekler vardır: Korsikalı Napolyon en ünlü örnektir. Burada var olan sorun için Dostoyevski’nin tanıklığı önem taşıyor — yeri gelmişken, Dostoyevski kendisinde öğrenecek bir şeyler bulduğum biricik psikologdur: yaşamımın en güzel şanslarından biridir, Stendhal’i keşfedişimden de güzel. Sığ Almanları hor görmeye on kat hakkı olan bu derin insan, aralarında uzun süre yaşadığı, çoğu ağır suçlulardan oluşan, topluma yeniden karışmaları artık olanaksız Sibirya mahkûmlarını, kendi beklediğinden de çok farklı bulmuştu — hemen hemen Rus toprağında yetişen en iyi, en sert ve en değerli ağaçtan yontulmuşlardı. Suçlu örneğini genelleştirelim: herhangi bir nedenle, toplum tarafından onaylanmayan, iyi, yararlı bulunmadıklarını bilen karakterleri düşünelim, — eşit olunmadığına, dışlanmış, değersiz, kirli kabul edildiğine ilişkin o çandala duygusu. Tüm bu karakterlerin düşünceleri ve eylemleri, yeraltına ait olanın rengini taşır; her şey, varoluşları gün ışığında olanlardakinden daha soluktur onlarda. Oysa bugün bizim seçkin bulduğumuz, hemen hemen tüm varoluş biçimleri, eskiden bu yarı-mezar havasında yaşıyorlardı: bilimsel karakter, sanatçı, deha, özgür tinli, oyuncu, tüccar, büyük kaşif. Din adamı en üstün tip olarak kabul edildiği sürece, her değerli insan türü değersizleştirilmişti… Zamanı geliyor — söz veriyorum — bu tipin en değersiz kabul edilmesinin, bizim çandalamız, en sahte, en namussuz insan türü olarak kabul edilmesinin… Bugün bile dünyada, en azından Avrupa’da hüküm sürmüş en yumuşak ahlak rejimi altında her sapkınlığın, her uzun, çok uzun süre altta kalmanın, her alışılmadık, saydam olmayan varoluş biçiminin, suçluda yetkinleşen tipe yakınlaştırdığına dikkat çekiyorum. Tinin tüm yenileyicileri, bir süreliğine soluk ve meşum çandala damgasını taşımışlardır alınlarında: böyle algılandıkları için değil, kendilerini alışılageldik ve saygın olandan ayıran korkunç uçurumu bizzat hissettikleri için. Hemen hemen her deha kendi gelişmelerinden biri olarak bilir “Catilina96 varoluşu”nu, zaten var olan, artık var olmayacak olan her şeye karşı bir nefret, intikam ve isyan duygusunu… Catilina — her imparatorun ön-varoluş biçimi. —

46

Burada Manzara Açık. — Bir filozofun susması, ruhun yüksekliği olabilir; kendisiyle çelişmesi, aşk olabilir; bilen kişi yalan söylüyorsa, nezaketten olabilir. Çok incelikle söylenmiş bir sözdür: il est indigne des grands coeurs de répandre le trouble, qu’ils ressentent:97 buna bir de, en yakışıksız olanın karşısında korkmamanın da, ruhun büyüklüğü olabileceğini eklemek gerekir. Seven bir kadın, onurunu feda eder; bilen biri “sevince” belki insanlığını feda eder; seven bir tanrı, oldu bir Yahudi…

47

Güzellik Rastlantı Değil. — Bir soyun ya da ailenin güzelliği, tüm davranışlarının zerafeti ve iyiliği de üzerinde çalışarak elde edilmiştir: deha örneğindeki gibi, kuşaklar boyunca biriktirilmiş emeğin ürünüdür, iyi beğeniye büyük kurbanlar vermiş olmak gerekir, onun uğruna birçok şey yapmış, birçok şeyi yapmamış olmak gerekir — Fransa’nın on yedinci yüzyılı her iki açıdan da hayranlık uyandırıcıdır — bu yüzyılda toplum, mekân, giysiler, cinsel doyum için bir seçme ilkesine sahip olunmuş olmalıdır; güzellik yarara, kanıya, üşengeçliğe tercih edilmiş olmalıdır. En üst ilke, kişi kendisini bile “gevşek bırakmamalı”dır. — İyi şeyler olağanüstü pahalıdırlar — ve her zaman şu yasa geçerlidir, onlara sahip olan biri, onları edinenden farklı biridir. İyi olan her şey, kalıtımla alınır: kalıtımla alınmamış olan eksiktir, bir başlangıçtır… Atina’da, bu konudaki şaşkınlığını dile getiren Cicero’nun zamanında, erkekler ve delikanlılar, güzellikte kadınlardan fersah fersah üstündüler: ama erkek cinsinin kendisi, güzelliğin hizmetinde yüzyıllar boyunca ne kadar emek ve çaba istemişti kendisinden! — Buradaki yöntem hakkında yanılmamak gerekir: duyguların ve düşüncelerin sadece terbiye edilmesi hemen hemen hiçbir şeydir (— tamamen yanıltıcı bir eğitim olan Alman kültürünün büyük yanılgısı burada yatmaktadır): önce bedeni ikna etmek gerekir. Önemli ve seçilmiş jestlerin katı bir biçimde korunması, yalnızca kendini “gevşek bırakmayan” insanlarla yaşamak yükümlülüğü, önemli ve seçilmiş olmak için tamamen yeterlidir: iki, üç kuşak sonra zaten her şey içselleştirilmiş olur. Halkın ve insanlığın yazgısında, kültüre doğru yerden başlamaktır, belirleyici olan — (din adamlarının ve yarı din adamlarının uğursuz batıl inancı gibi) “ruh”tan değil: doğru yer bedendir, jestlerdir, diyettir, fizyolojidir, gerisi arkadan gelir… Yunanlılar bu yüzden tarihin ilk kültür-olayı olarak kalıyorlar — gerekenin ne olduğunu biliyor, yapıyorlardı; Hıristiyanlığın bedeni aşağılamış olması, şimdiye kadarki en büyük talihsizliğiydi insanlığın. —

48

Benim Anladığım ilerleme. — Ben de “doğaya geri dönüş”ten söz ediyorum, aslında bu bir geri gidiş değil, bir yükseliş olsa da — yukarıya, yüksek, özgür korkunç doğaya ve doğallığa, büyük görevlerle oynayan, oynayabilen… Bir benzetmeyle söyleyecek olursak: Napolyon bir parça, benim anladığım gibi “doğaya geri dönüş”tü (örneğin rebus tacticis’te,98 dahası, askerlerin bildiği gibi, stratejik alanda). Ya Rousseau — o nereye dönmek istiyordu aslında? Rousseau, idealistin ve alçağın bir kişide toplandığı bu ilk modern insan —, kendi görünümüne katlanabilmek için ahlaki “saygınlığa” gereksinim duyan; dizginsiz kibirden ve dizginsizce kendini aşağılamaktan hastalanmış. Kendini yeni çağın eşiğine yerleştiren bu hatalı doğum da “doğaya geri dönmek” istiyordu — bir kez daha soralım, Rousseau nereye dönmek istiyordu? — Ben, daha devrimdeki Rousseau’dan nefret ediyorum: devrim bu idealist ve alçak ikiliğin dünya-tarihsel anlatımıdır. Bu devrimin oynadığı kanlı fars, onun “ahlak-sızlığı” beni pek ilgilendirmiyor: benim nefret ettiğim şey, ondaki Rousseaucu ahlaksallıktır — devrimin hâlâ etkili olduğu ve sığ ve ortalama olan her şeyi kendine ikna ettiği sözümona “hakikatleri”dir. Eşitlik öğretisi!… Ama zehirlerin en zehirlisidir bu: adaletin sonu olduğu halde, adalet tarafından vaaz edilmiş gibi görünür… “Eşit olana eşit, eşit olmayana eşit olmayan — adaletin gerçek sözü bu olurdu: ve buradan çıkan sonuç, eşit olmayanları asla eşit yapmamaktır.” Söz konusu eşitlik öğretisi etrafında bu kadar korkunç ve kanlı olaylar yaşandığı için, bu kusursuz “modern idea”da bir tür görkem ve ateş kızıllığı vardır, o yüzden bir tiyatro oyunu olarak devrim, en soylu ünleri bile ayartmıştır. Nihayetinde bu, ona daha fazla saygı göstermek için bir neden değildir — Devrimi, nasıl duyumsanması gerekiyorsa öyle, tiksintiyle algılayan tek bir kişi biliyorum — Goethe…

49

Goethe. — Bir Alman olayı değil, bir Avrupa olayı: on sekizinci yüzyılı doğaya bir geri dönüşle, Rönesans’ın doğallığına bir yükselişle aşma yolunda muaazzam bir deneme, yüzyılın cephesinden bir tür kendini aşma. — Goethe o yüzyılın en güçlü içgüdülerini barındırıyordu: duyarlılık, doğaya tapma, tarihselliğe karşı olma, idealistlik, gerçekdışılık ve devrimcilik (— sonuncusu yalnızca gerçekdışılığın bir biçimidir), tarihten, doğa biliminden, Antik Çağ’dan ve de Spinoza’dan, özellikle de pratik etkinlikten yararlandı; kendini sınırlı ufuklarla çevreledi; yaşamdan kopmadı, içine girdi; başarısız değildi ve olabildiğince çok şey aldı üstüne, üzerine, içine. İstediği bütünsellikti; aklın, tenselliğin, duygunun, istencin (— Goethe’nin öncülü olan Kant’ın vaaz ettiği, en ürkütücü skolastikte) birbirinden ayrı oluşuyla savaştı; kendini bir bütünlük olarak disipline etti, kendini yarattı…Goethe, gerçekdışı zihniyetli bir çağın ortasında, inanmış bir gerçekçiydi: bu konuda kendisiyle akraba olan her şeye evet dedi, — Napolyon adındaki o ens realissimum’dan99 daha büyük bir yaşantısı olmamıştı. Goethe güçlü, iyi yetişmiş, her bedensel olayda becerikli, kendi kendini dizginleyebilen, kendisine saygısı olan bir insan tasarlıyordu, doğallığın tüm kapsamını ve zenginliğini kendine yakıştırabilen, bu özgürlük için yeterince güçlü bir insan; zayıflığından değil, güçlülüğünden dolayı hoşgörülü insan: ortalama karakterin yok oluşuna neden olacak şeyi, kendi yararı için kullanmasını bildiği için; artık kendisi için yasaklanmış hiçbir şey bulunmayan insan, yoksa bir zayıflık olurdu bu, ister günah, ister erdem denilseydi adına… Böyle özgürleşmiş bir tin, neşeli ve güvenen bir meşumlukla duruyor evrenin ortasında, yalnızca bireyin horgörülesi olduğu, her şeyin bütünde çözüldüğü ve olumlandığı inancıyla — artık olumsuzlamıyor… Böyle bir inanç ise, olası tüm inançların en yücesidir: onu, Dionysos adıyla vaftiz ettim. —

50

Goethe’nin bir kişi olarak ulaşmaya çalıştığı her şeye, bir anlamda on yedinci yüzyılın da ulaşmaya çalıştığı söylenebilir: anlamada, onaylamada evrensellik, herkesin kendine-yaklaşmasına-izin-vermek, pervasız bir gerçekçilik, gerçek olan her şeye duyulan derin bir saygı. Bunun toplam-sonucunun bir Goethe değil de, bir kaos oluşu, nihilist bir iç-çekiş, başka-neden-neyin-geleceğini-bilemeyiş, pratikte sürekli yeniden on sekizinci yüzyıla başvurmaya iten bir yorgunluk içgüdüsü? (— Örneğin duygu-romantizmi olarak, diğerkâmlık ve aşırı-duygusallık olarak, beğenide feminizm, politikada sosyalizm olarak.) On sekizinci yüzyıl değil mi bu, hele ki son yıllarında, sadece güçlenmiş, kabalaşmış bir on sekizinci yüzyıl? Yani bir dekadans yüzyılı? Öyle ki, Goethe yalnızca Almanya için değil, tüm Avrupa için bir ara olay, nafile bir güzellik olmuştu — Ama onlara, yalnızca kamusal bir yararı dikkate alan, sefilce bir perspektiften bakıldığında, büyük insanlar yanlış anlaşılırlar. Onlardan bir yarar sağlamamayı bilmek, belki bu da büyüklüğe girer…

51

Goethe, derin bir saygı duyduğum son Almandır: benim duyumsadığım üç şeyi duyumsamıştı, — “çarmıh” konusunda da anlaşıyoruz onunla… Sık sık soruluyor bana, neden Almanca yazıyorum diye: başka hiçbir yerde, anavatanımdaki kadar az okunmuyorum oysa. Peki kim söyleyebilir ki, bugün okunmayı arzu ediyor bile olduğumu? — Zamanın, dişlerini üzerlerinde boş yere denediği şeyler yaratmak; biçimiyle, tözüyle, küçük bir ölümsüzlük için çabalamak — kendimden daha azını bekleyecek kadar mütevazı olmadım şimdiye kadar. Almanların arasında ilk ustası olduğum aforizma, özdeyiş, “bengiliğin” biçimleridir; benim hırsım, başkalarının bir kitapta söylediğini on cümlede söylemektir — başka herkesin bir kitapta söylemediğini…

İnsanlığa, sahip olduğu en derin kitabı, Zerdüşt’ümü verdim: çok yakında en bağımsız kitabı da vereceğim. —

FRIEDRICH NIETZSCHE

PUTLARIN ALACAKARANLIĞI
YA DA
ÇEKİÇLE NASIL FELSEFE YAPILIR?

ALMANCA ASLINDAN ÇEVİREN: MUSTAFA TÜZEL