A’dan Z’ye Aslı Erdoğan

asli-erdoganA.:
“Farz edin ki, taş binaya giden sokakta bir kahve, kahvenin önünde de yaz-kış bir adam var. (Binanın içinde dev bir avlu, avluyu çevreleyen merdivenlerde insan boyunu aşan tel örgüler… Kimse kendini aşağı atmasın diye. Çünkü insan hayatı, taşlarda parçalanmayacak kadar değerli son bir-iki yüzyıldır. Dışındaysa döne döne beşinci kata dek yükselen bir yangın merdiveni.

Geceleri, soğuk ay ışığının altında basamakları tırmanan gölgeler belirir, ama kimsenin indiği görülmemiştir bugüne değin.) Hangi çağdan kaldığını kestiremediğiniz bir kalıntı gibi hep oradadır, kaldırımlarda… Bulabildiğinde gazetelerin, kartonların, mukavvaların üzerine oturur. Yanı başında boş şişeler, yemek artıkları, kusmuk, idrar birikintileri görmek mümkündür. Ay yüzeyi gibi pürtüklü derin bir yara iziyle eşit olmayan iki parçaya ayrılmış yüzü, hiçbir sırrını, yaşını dahi ele vermez. Ama bu yara izini, yer yer içeri göçmüş kafatası boyunca izlerseniz, bir dağ yolunu izlercesine, ıssız, hüzünlü göz çukurlarının çevresinden dolanıp bir uçurumun kıyısında bulursunuz kendinizi. İnsanların değil, rüzgârın ve ay ışığının, taşların diliyle konuşan bir uçurum. Adını bile sormaya cesaret edemeyeceğinizden, ona alfabenin ilk harfini verebilirsiniz: A.”

(Başlangıç, Taş Bina ve Diğerleri)

BEKLEYİŞ:
“Saatin çalmasından çok önce uyanmıştı. Gecenin bittiğinden emin olmak istercesine, nemli alacakaranlıkta gözlerini kırpıştırdı bir süre. Topu topu üç saat uyumuştu, ama sıçramalarla, yoğun bir gerçeklik duygusu taşıyan, gerçeklikten çok daha acı veren düşlerle dolu gece sonsuzca uzamıştı sanki. Uçsuz bucaksız bir bekleyiş…

Saatler boyu, ufacık bir gürültüye kulak kabartarak, kımıldamaktan korkarak, dizleri karnına çekili, zincirlenmiş bir hayalet gibi yatmıştı. Ağlayamadan, uyuyamadan… Karanlıkta bir mum bile yakmadan… Sanki onunla beraber eşyalar da gözlerini kırpmamış, belli belirsiz, sıkıntılı kıpırdanmalarını sürdürmüşlerdi.”

(Mahpus)

COŞKU:
“Kendisini çağıran aşkın güce boyun eğmiş, ölüm ile yaşamın ince, keskin, kaygan sınırlarındaki yolculuğa katılmıştı. Tehlike onu uyarmış, bütün duyumlarını kamçılamıştı. Cinsel arzuya benzer bir duyguyla doluydu. Nasıl da derinlemesine seviyordu yaşamı şu an, var olmanın coşkusunu iliklerinde hissediyordu. Avuçlarında tuttuğu bir taş ya da çalı değil, ormanın, dünyanın, yaşamın kocaman yaralı yüreğiydi.”

(Tahta Kuşlar)

ÇIĞLIK:
“Ve o gölge adam, taş binaya vardığında, tüyler ürpertici çığlıklar yükselirmiş. Gündoğumuna dek kesilmeyen çığlıklar… Kuşlar çığlık atarmış, kara alevlerden bir girdap gökyüzünü sararmış. Uçsuz bucaksız, dipsiz bir çığlığa dönüşürmüş gece. Tek, uzun, kesintisiz bir çığlığa… Kabaran uçurumun üzerinde incecik bir zar gibi titrermiş, çırılçıplak ve kana bulanmış, korkunç yaralar açılırmış her yerinde, yırtılır, yarılır, kanar, çatlar, yaralarına boşluğun susamış dudakları kapanırmış. Sonunda paramparça olur, dünyanın dört bir yanına dağılırmış. Karanlık göğün taşları biçiminde yağarmış insanların üzerine, karabasanlar ve lanetler; bir gölge gibi dolaşırmış uyuyanların arasında, kara bir karla örtermiş gövdelerini, en derin çukurları doldurur, en gizli damarlara sızar, kör bir kaplan gibi atılırmış uykunun üzerine… İşte o zaman, belleğin tek, uzun, bitimsiz gecesi başlarmış…”

(Sabah Ziyaretçisi)

“Sesleri dinlersin, fısıltıları, adımları, bağırışları, dış dünyanın çağrılarını… Seni çoktan bütün resimlerinden silmiş dış dünyanın uğultusunu. Taşların cömertçe ilettiği, gerçek mi, hayal mi, anı mı olduğunu kestiremediğin seslerle yankılarını… Çınlayan topuklar, çarpan kapılar, bir yerlerde ısrarla çalan, açılmayan bir telefon. Bir çığlık başlar, kesilir, iniltiye dönüşür, yeniden başlar. Bu kez devam eder. Çığ gibi büyüyen, seni karanlığın derinlerine, duvarlara dek gerileten bir çığlık. Bir kadından mı, erkekten mi, bir insandan mı yoksa çok daha masum bir yaratıktan geldiğini anlayamadığın bir çığlık. Bedenden mi, yoksa ruhun kendisinden mi? Belki de kendini uçurumlardan salan Sfenks’in çığlığıdır bu. Hazırlanırsın sen de, kendince, olabildiğince… İçindeki sen’lerden hangisini cepheye sürüp hangisini geri çekeceğine karar verirsin. İçinizden biri mutlaka ölesiye korkacaktır.”

(Duvarın Berisinde)

DİLEK:
“Düşler gibi belirdik saydam şafakta, gecenin geride bıraktığı ince tedirgin gölgeler gibi. Teker teker çıktık taş binadan… Fırtına durulunca topraktan çıkan solucanlar kadar şaşkın, aç, parçalanmış. Tıka basa doluyduk acıyla, utançla, aşağılanmayla… Konuşmadan, vedalaşmadan, bir kez olsun göz göze gelmeden dağıldık. Kimse dayanamazdı kendi gözlerini görmeye…. Hâlâ sonlanmayan, sonlanmayacak uçurumunu ötekinin gözlerinde izlemeye… Yazgımızın yeniden keşişmemesinden, bir sokakta, bir taş binada, bir avluda, ölümlerle dolu bomboş bir odada bir daha karşılaşsak bile, birbirimizi tanımamaktan başka bir dileğimiz yoktu.”

(Final)

EZGİ:
“Ansızın, içlerinden biri duyulur duyulmaz bir sesle şarkı söylemeye başladı. Ezgisi tanıdık ama sözlerini anlamadığım, belki de sözcüklerin dünyasında karşılığı olmayan bir şarkı. Sanki ceplerinde, kırıntıların arasında gizlediği bir somunu çıkarıp paylaşıyormuş gibi. Hemen ona katıldılar, birinin bıraktığı yerden öteki sürdürüyordu yalın, tekdüze, duraksız ezgiyi, sesleri giderek yükseliyordu. Yaşamak için söylüyorlardı, tutkuyla, yaşam adına, ellerinde avuçlarında ne kalmışsa ortaya koyarak… Gözlerinde kısacık bir an boyunca beliren güçlü, saf, fışkıran ışıltısıyla çocukluğun… Son mumunu yakmışlardı dirençlerinin, karanlıkta tutuşan, alevler içinde kalan yalın bir ezgiyle… Uzun, anlaşılmaz, durdurulamaz, büyülü… Yeryüzünün, şimdiye dek pek azını gördükleri yeryüzünün en ıssız yerinden, buzdan bir kıskaca alınmış bir yürekten geliyordu bu ezgi, kabarıp taşıyor, her şeyden yeniden doğuyor, taşların arasında bile gökyüzünü yeniden kuruyordu. Yoluna çıkan her yüreğe koyu koyu, ılık ılık yayılıyor, onu akşamın hüznüyle dolduruyor, sonsuza çekip götürüyordu. Mutluluğa, umuda hiç benzemeyen bit yaşama sevinciyle, nesnesi belirsiz bir sevme gücüyle… Durmamacasına yükseliyor, yükseliyor, yükseliyor, onu işiten her insanla yükseliyor, ufuklarda sarı bir çizgiye dönüşmüş günbatımının ötesine geçiyordu. Aslında seslendiği yere, sahipsiz bir yüreğe, Hiçkimse’nin yüreğine doğru, gökyüzünün derinliklerine doğru, gökyüzünün derinliklerinde uçup gidiyordu. İçinde her şeyin, herkesin kaybolduğu bir yolda… Kendi gecesinde kayan bir yıldız gibi.”

(Koro)

FELICITA:
“Akciğer hastalarının eşsiz bir ironiyle ‘Felicita’ –‘mutluluk’ diye çağırdıkları Filiz, son derece karamsar, içe dönük, kırgın biriydi. Polietik göçmen statüsü, tarih doktorası, odasındaki cilt cilt kalın kitaplarıyla, hastaların gözünde pek de sevimli olmayan bir entelektüel konumundaydı. ‘Ah, şu bizim Felicita,’ derdi Dijana. ‘Onunla sohbete kalkışacağıma onkoloji kitabı okurum daha iyi.”

(Tahta Kuşlar)

GÜLÜMSEME:
“Dijana gülümsedi, bir anda olağan neşesine kavuşmuştu. Eşi bulunmaz bir gülümsenesi vardı doğrusu, orantısız yüzünü baştan aşağı dönüştürürdü. İnsanın içine işleyecek denli yalın, içten ve abartısızdı. Filiz, mutluluğu bu kadar kolayca dile getirebilen bir başka ifadeyi hiç görmediğini düşündü.”

(Tahta Kuşlar)

HAVLU:
“Mavi, yumuşak, yağlıymışçasına yumuşak havluyla ellerini kuruladı. Ondan geriye kalan tek nesne buydu. Bütün tutku dokunuşlarından, dokunuşların anısından daha sıcak, daha sokulgan olabilen, indirimli alınmış bir Bursa havlusu! Bu sabah da buradaydı işte, kaybolup gitmemişti, insan yalnızlığının tanığı nesnelerin ortak yazgısıyla, hep el altında, hep ulaşılabilir beklemişti. Suskun direnciyle, deniz mavisi sevecenliğiyle, onu burada unutup gitmiş adamdan çok, yokluğunu hatırlatıyordu, ve tuhaftır, sanki her geçen gün o da büyüyordu. ‘Mola yerinden aldım,’ demişti adam, ufacık çantasını karıştırırken, aylar sonra çıkıp geldiği o gece. ‘Evinde belki havlu bile yoktur diye düşündüm.’ ‘Bir düzine var,’ diye cevaplamıştı, alınarak…”

(Mahpus)

HAYAT:
“İnsan bedeniyle yazmalı, tenin altındaki çıplak, savunmasız bedenle… Oysa sözcükler yalnızca başka sözcüklere seslenir. Bir ‘H’ harfi alırsın, iki tane ‘A’, ‘Y’ ve ‘T’: HAYAT diye yazarsın. Tek sır, harflerin yerini şaşırmamak. Efsanedeki gibi, bir harfi düşürüp canlanan çamuru saf ölüme çevirmemek… Hayat, diye yazıyorum, bir soluktan çok derin bir iç çekmeyle, onu koparıp alabilenlerin. Dalından bir meyveyi, topraktan bir kökü koparırcasına… Sana kalansa, boş bir kabuğa kulağını dayadığında duyduğun uğultu. Hayat: İliğine kemiğine dek emilmiş bir sözcük, iç sızısını andıran bir uğultu, okyanuslar dolusu uğultu.”

(Başlangıç)

IRMAK:
“Kırk-elli metre aşağılarda, kızgın bir ırmak hiddetle köpürerek, gürleyerek, çentik çentik oyduğu kayalara hiç durmadan darbeler indirerek akıyordu. İri karanfillere benzeyen, mor çiçekli bir patika, ırmağın keskin bir kavis çizip kayalıklar arasında yitip gitmesinden önce görünen boynuz biçimli dilimi boyunca yamaca işlenmişti, ince bir nakış gibi.
‘Mor düşler yolu,’ diye düşündü Filiz.”

(Tahta Kuşlar)

İNSAN:
“Hepimiz insanız, diyordum satır aralarında, hani Diyojen’in elinde bir lambayla sokak sokak aradığı, kiminin seslenmek, kiminin işitmek, bir bulsa, kiminin yaşatmak, kiminin öldürmek için aradığı son insan. Masaların, evrakların, kilitli kapıların, ışıkla karanlığın zıt köşelerinde bulunuşumuz yazgının talihsiz bir oyunu. Yoksa özünde hepimiz aynıyız, hepimiz birer kurbanız.”

(Koro)

“Sonuçta her insan hayatı bir yenilgidir, ama bazılarınınki daha görkemli bir yenilgi.
Kahvedekilerse cehennemi bilirler, adını koymasalar da… ‘Özgürlük’ onlara tellerle çevrili avluyu hatırlatır. ‘İnsan’ denince… İnsan daha ilk çığlığında ‘insan’ olarak doğmaz mı? Ama bunu taşıması güçtür, yalnızca bununla yetinmesi daha da güçtür.”

(Başlangıç)

“Güzel bir şey insanın geçmişin olması, gerçekten güzel hikâyesini geçmiş zamanda anlatabilmesi.
Yoksa, insan dediğin nedir ki! Yersiz bir kahkaha işte.”

(Final)

JİLET:
“Şafaktan az önce, gecenin tükendiği ama aydınlığın geri gelmediği bir saat var, şehrin bütünüyle boşaldığı tek saat, işte o Hiçkimse’nin saatidir. Gökyüzü böğürtlen rengi, nar rengi alevlerle kıpır kıpırdır, izlerle, işaretlerle, doğumlarla… bir başıma, başıboş yürürüm sokaklarda, çamurlu kaldırımlarda, taş döşenmiş sessizlik yollarında, sokaklar bende yürür. Metruk binalara girerim, üst katlara çıkarım, ortasından yırtılıp yapıştırılmamış bir suret gibi beliririm ıssız pencerelerde, yukarılara, rüzgârlı çatılara tırmanırım. Jiletle doğrarım kollarımı, göğsümü, dudaklarımı, acıması için değil, acımaz zaten, uykusundan uyanan, eski yaralardan akan kanı dinleyebilmek için. Yağmurlarla yıkanmış yürekten fırlayan yabani kanı… Sesi korkutucudur, bağırır, ulur, çığlıklar atar ama sala yalan söylemez. Söyleyemez.”

(A.nın Finali)

KORKUNÇ:
“Üst dişlerimden aralıksız boşalan kan, ılık ılık, sinsi ve sevecen, dilimde damaklarımda dolanıyor, dudaklarımın kenarından sızıyor, genzime doluyordu. Titrek, yitik gövdede daha fazla kalamazmışçasına can havliyle damarlardan fırlıyor, ama sanki giderayak beni terk etmeye kıyamıyordu. Ne kadar uzun sürüyordu kanın kuruması… Canım acımıyordu, dedikleri gibi tuzlu da değildi tadı, ama çenelerimin durmamacasına birbirine çarpmasını engelleyemiyordum. Hiçbir şey korktuğun kadar kötü değildir, derlerdi, insan soyunu tanımayanlar, acının bir başlangıç bir de sonu olduğuna inananlar… Hep aşina uçurumların tepesinde dolandıklarından, Korkunç’un sonsuz çemberine yakalanmayanlar… ‘Eninde sonunda şafak söker,’ derlerdi. Hem geceden başka nerde bekleyebilirdik şafağı?”

(Koro)

LEKELİ:
“A.’ya gelince… Kimsenin dikkatini çekmez. Boş bir çuval gibi pencerenin önüne serilmiştir, dünyanın suratına çarptığı bütün kapıların önüne serildiği gibi. Bütün sokaklar onundur, ama o hiçbir yere gitmez. İçerideki bir şeye -belki sobaya, belki televizyona- sevdalanmışçasına… Baka baka eskittiği bir şeye… Kirli cam, varlığının görüntüsünü yansıtır. Lekeli, çok lekeli… Onun varlığı, insan üzerine uzun bir şiirdir.”

(Başlangıç)

MEKTUP:
“Ezberlercesine okuduğu mektuplardan ona geçen, ağır bir havasızlık, soluksuzluk, boğulma duygusuydu. Gene de nasıl iç burkucuydular! Cezaevi sansürünün üstünü çizdiği, bir mezar kazıcısı gibi teker teker arayıp bulduğu sözcüklerde kök salmıştı ilişkileri. Söylenenden çok söylenmeyende, simsiyah, kalın şeritlerde…”

(Mahpus)

MUTLULUK:
“Şu dünyada bir parçacık mutluluk istiyorsan, oradan oraya hoplayıp zıplayan bir kız çocuğuna dönüşmelisin.”

(Tahta Kuşlar)

NADEZDA:
“Kollarını kaldırsa gökyüzüne uçacağını düşleyen Nadezda’yı hatırladı Filiz, Çehov’un Düello’sundaki mutsuz Nadezda. Kendini bir Çehov kahramanı gibi hissediyordu. O anda bir kuşa da dönüşebilirdi belki, ama olsa olsa tahtadan bir kuş. Kanatları uçmaya değil de mekanik gürültüler çıkarmaya yarayan, cansız, aciz, gülünç bir kuş. Acı veren bir coşkuyla dolmuştu. Aynı anda hem ağlamak, hem gülmek; hem yaşamak, hem ölmek istiyordu.

(Tahta Kuşlar)

ORMAN:
“Basit, ilkel, görkemli bir ruh vardı karşısında, okyanus gibi. Onu kendi tozlu, kurak, fındık kabuğu dünyasından çıkarmış bambaşka bir varoluşun tınısını dinletiyordu. Vahşi, çok renkli, nabız gibi atan bir ritmi vardı ormanın. Tuhaf gölgeler, çekişkiler, ürpertilerle kaplıydı; sırlarının üzerini titreşimli, buğulu bir hava tül gibi örtmüştü. Ağaçlar, ağaçlar, ağaçlar… Yaşlı, ulu, vakur, yüksek, gür, buyurgan ağaçlar… Yeryüzündeki her mucizeyi ve suçu görmüşçesine ağırbaşlıydılar. Zamandan bile yaşlı… Derinlere salmışlardı köklerini, gökyüzünü, gökyüzünü hedefleyen yolculuklarında, sağa sola savrulmayı, özgürlük sanmayacak denli ilerlemişlerdi.”

(Tahta Kuşlar)

ÖLÜM SESSİZLİĞİ:
“O uzak diyarda, güneş batar batmaz karanlığa bürünen bir bina varmış. Her diyarda olan taş binalardan… Hatırlıyor musun? Karanlıkla birlikte uçsuz bucaksız, dipsiz bir sessizlik çökermiş. Ölümden de korkunç kâbusları bilmeyenler, buna ölüm sessizliği derler. Aslında, sessizliğin içindeki sesleri, yokluğun soluk alıp verişini duyamadıklarındandır bu.”

(Sabah Ziyaretçisi)

PAOLINHO:
“ ‘Brezilyalı Paolinho’yu hiç dinledin mi?’
‘Hayır
Aslında Güney Amerika müziğini yok denecek kadar az tanırım.’
Ansızın Graciella şarkı söylemeye başladı. Bir mucizeydi bu, umulmadık, şaşırtıcı, sarsıcı, olağanüstü bir şeydi.. ‘Vida e bonita…’
İnanılmaz hüzünlü, ipeğimsi, insanı can evinden vuran bir melodi. Aynı anda hem acı, hem mutluluk verebilen; ölüme de, yaşama da yakınlaştıran bir müzik. Gözleri doldu Filiz’in, ağlamamak için yutkundu. Kafasına silah dayasalar, başkalarının önünde ağlamazdı, şarkı da söylemezdir.
‘Sözlerinin anlamı şöyle: ‘Yaşam güzeldir, güzeldir, güzeldir… Keder ve neşeyle doludur, ama gene de güzeldir… Mutlu olmayı istemekten utanma…’ Paolino sokakta doğmuş, sefalet içinde sürünmüş, otuz üçünde de veremden ölmüş. Tüm bunları anlatmamım nedeni, şarkıya burun kıvırmanı önlemek.’”

(Tahta Kuşlar)

RUH:
“Görünmezin mürekkebiyle hayata mektup yazıyordu belki, ya da yalnızca dipnotları düşüyordu. En kimsesiz, en hırpalanmış sözcüklerle bir araya getirmeye çalışıyordu dağılmış parçalarını, gazete kâğıtlarından yamalar yapıyor, sağa sola atılmış isimsiz nesneleri, sonsuza dek kaybettiklerinin yerine koyuyor, bu çerden çöpten dünyadan kendine bir ruh biçiyordu. Ya da başkalarının ‘ruh’ dediği bir şey. Taşlarla konuşuyordu.”

(Duvarın Berisinden)

SÖZCÜK:
“Bazen çöp dağlarında, insanların döküp saçtıkları, kullanıp attıkları, adlarından ayrılmış nesneler arasında dolanırım, ama bu bollukta bile payıma düşen sözcüğü bulamam. Bu çerden çöpten, yoktan doğma dünyada insan bir kol, bir bacak, bir ceset bile bulabilir, ama kendi gecesinden düşmüş sözcüğü bulamaz. Kolu kanadı kırılmış, ikiye yarılmış, kahkahalar atan sözcük. Bulsaydı bile, onu söylemek ne ağır olurdu! Aklımın erdiği pek çok şey var, ama hayat bunların arasında değil. Ellerim benden daha iyi anlar hayatı, belki bunun için susarlar, kabuk kabul susarlar. Düş kurarlar kabukların altında, hayattan çok ölüme yoldaşlık ederler. Çoğu unutuldu zaten, neyse ki, yağmurlarla yıkanıp toprağa aktı, ölülerle diriler aynı sonrasız uykudalar şimdi. Birbirine sarılıp geçti gitti akşamın içinden kurbanlarla katiller.”

(Final)

ŞİMDİ:
“Akrebi düşmüş, yelkovanınsa sürekli aynı çemberde döndüğü yekpare, bitimsiz bir Şimdi’de kıstırılmıştım. Kırbaçlana kırbaçlana kan içinde kalmış saatler, bağlandıkları ağır yükü artık çekemiyor, ileri ya da geri tek adım atamıyor, zamanı yerinden kıpırdatamıyordu. Dünyanın haksızlıkla, zorbalıkla tıka basa dolu olduğunun sanki önceden farkında değil miydim? Bu taşlar, bu rezil, pis hücreler, nereye açılacağını bilmediğim bu kapılar olmadan da dünya yeterinde berbat, yeterince korkunçtu, ama işte bir tek burada avluyu çevreleyen teller insan boyunu aşıyordu.”

(Ben mi)

TAŞ BİNA:
“Kimse bana ‘Herkes sevdiğini öldürür’ dememişti ki! Taş binada birlikteydik. Sesleri dinledim, dinledim, bekledim. Sıra bana geldiğinde, henüz gün doğmamıştı.
Bana inanmıyor, taş binayı benim bir düşüm sanıyorsunuz, değil mi? Ama zaten bizler, düşlerin mayasından yaratılmadık mı? Eninde sonunda şafak söker, kan kırmızı izler belirir doğu ufkunda… Gergin, donuk, yamyassı gökyüzünde katılaşır kalır yıldızlar, teker teker görünmeze dağılır. Sonuncu yıldız bir ip sarkıtır, aşağılara bize doğru. Susmuş gecenin, ikiye yarılmış, kan içindeki sözcüklerin, ele verilmiş sahipsiz gölgelerin, kimsenin istemediği yürek rengi düşlerin, kanatlanmış ölülerin tırmanabileceği… Aramızda yaşamaya gelmiş, vedalaşmadan dönüp gitmiş bütün düşlerin derinlere tırmanabileceği… İçinde herkesin, her şeyin kaybolduğu en derine…”

(Başlangıç)

UÇMAK:
“Eninde sonunda gece bitecek, dünyanın henüz görmediği bir şafak sökecekti. Eninde sonunda kapı açılacak, saatlerin, göklerin, gökteki çöllerin geçit töreni başlayacaktı. O âna dek burada, tekme izleriyle kararmış, çökük, uykusuz yüzünde gecenin, başımı dizlerime dayayıp sıranın bana gelmesini bekleyecektim. Beni çoktan unutmuş bir hikâyenin sonlanmasını… Bir kozaya sığınırcasına senin yazgına bürünecek, senden geriye kalan çığlığı üstleneceğim zamanı bekleyecektim. Son sessiz çığlığınla bana bıraktığın suskunluğu. Hazır mısın uçmaya? Hayır, değilim.
Kimdi peki benimle, benim gecemde konuşan o ses? Kimdi o zaman hepimiz adına konuşan? Hiçkimsenin adına ölen?

(Ben mi)

ÜSTLENMEK:
“Bir başına, acıyla, dimdik doğrulursun, umudun ve umutsuzluğun, iyinin ve kötünün ötesine, güçten kesilen kolların iki yanından kırık kanatlar gibi sarkar. Soğuk bir hava akımı biçiminde yüzüne çarpar son özgür ülken, sonsuzluklarla dolu bir rüzgâr saçlarını dağıtır, ama sanki seni yeniden bir araya getirir, parçalarını toparlar, yüzünü sana geri verir. Uykuya susamış gözlerinde usulcacık dolaşır ay ışığının parmakları, bir mucizeymiş gibi gösterir hayatı, gözkapaklarını örter canını hiç yakmadan. Artık yaralanamaz gövden, gerili bir yay gibi titrer, son sürgününü bekler yeryüzünün kapılarında. Yalnızca bir çift yürek vuruşudur bir ufuktan ötekine yolculuğun, sabah yıldızı, senin yıldızın, yanına kadar tırmanabileceğin ipi uzatır, ilk kez böylesine bilincine vararak suçsuzluğunun, başını yaslarsın dikenli geceye. Tek başına, yenik ve mağrur, burada kesişmiş bütün yazgıları sahiplenir, rüzgârda sessizce sallanarak, kendi kayboluşun içinde dimdik durup yaşamın ve ölümün yalanlarını üstlenirsin.”

(Duvarın Berisinde)

VAROLUŞ:
“Bedeninde iki ayrı varoluş mücadelesi sürüyordu, sonsuza karar yitip gitmişle hiç başlamamış, bütünüyle ona ait olanla hiç olmayan, baş döndürücü bir biçimde iç içe geçiyordu. Yabanıl, vahşi, muhteşem bir şeyin, adlandıramadığı bir şeyin ısrarla büyüdüğünü, durmamacasına büyüdüğünü, bebekle birlikte kendisini de büyüttüğünü hissediyordu. Tekmeleriyle bağımsızlığını dile getiren, hiçbir sırrını ele vermeyen bebek, her geçen gün daha çok ‘olmak’ istiyordu. Birisi olmak, kendisi olmak, her şey olmak… Gün ışığına bakabildiği gün, tek başına, ciğerlerini yırtarcasına soluk alabildiği, geri dönüşsüz ilk ayrılığa, dünyaya koşacaktı. Ortalığı kan gölüne çevirerek… Doğacaktı.”

(Mahpus)

YAŞAM:
“Gazetelerde kafasını oyalayacak bir şey yoktu. İç politika, dış politika, kurlar, çapraz kurlar, haftanın kültür-sanat etkinlikleri… YAŞAM başlıklı sayfa. Gene bir savaş çıkmıştı, her savaşın ekonomik, politik, tarihsel nedeni vardır, hepimizin bildiği sömürgeci güçler, ezenler ve ezilenler, köle-efendi çatışması. Sadece kadınlar gözüne batıyordu. Şık, alımlı, sonsuz bir gençlik-güzellik hastalığına yakalanmış gibi duran, objektife sonsuzluğa bakarmışçasına bakan kadınlar. Güzel olmayan hiçbir şeyi yiyip içmez, giymez, söylemezlerdi. Aptalca kaybedilmemiş, trajedi-geçirmez bir hayatın belirgin rahatlığı içinde, insan ilişkileri üzerine fikir yürütürlerdi. Korkusuzca, bir an bile gözlerini ayırmadan bakarlardı geleceğe, objektife bakarcasına… Onlar da rötuşlanmıştı. Pozitif düşünmeyi öğrenmek gerek, dünyayı değiştiremiyorsan tarzını değiştir. İnsanı sevmek gerek, şimdilik boş ver insanları, bu hayata kendininmiş gibi sahip çık, nasıl olsa ölenler hep başkaları. Çapraz bulmacada yumurta biçimli bir çalgı soruluyordu. Günlük falı, sosyal etkinliklerle dolu bir gün vaat ediyordu, ancak kırıcı davranmamaya özen göstermeliydi. Uzun bacaklarını merdivenler boyunca uzatmış, kanı fıkır fıkır kaynayan çok genç bir kadın, gerçek aşkı bulamadığından yakınıyordu. (Sen de tıpkı basımlarla yetin, güzelim!) Yüzünü buruşturarak gazeteyi kapattı. Ne vazgeçebildiği, ne parçası olabildiği gerçek dünyaya -hadi öyle diyelim- nasıl da kinlendiğini şaşırarak fark etmişti.”

(Mahpus)

ZAMAN:
“Üzerimizden lime lime sarkan Zaman, yeraltının balçığına, soğuğuna, kâbuslarına bulanmış. Yıkımla, çürümeyle sonsuza dek tekvücut, dünyanın gizini oluşturan ilk, bitimsiz cinayetle sonsuza dek suç ortağı. Hâlâ akan, hep akan uçsuz bucaksız kanla. Hayatın ta kendisi olan sonsuz parçalanmayla.”

(Final)

(*) Taş Bina ve Diğerleri

İpekli Mendil yazarlarından Gülda Şahin, hazırladığı “A’dan Z’ye Aslı Erdoğan Sözlükçesi”yle Aslı Erdoğan’ın bir yazar olduğunu, kalemiyle haksızlıklara, eşitsizliklere başkaldırdığını hatırlatıyor…
Kaynak: http://www.sabitfikir.com/ 25-08-2016

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir