Adem ve Havva’nın Bir Günü
Doğayı, tarihi ve psikolojiyi anlamak için avcı toplayıcı atalarımızın zihinlerine girebilmemiz gerekiyor. Türümüz, tarihinin neredeyse tamamı boyunca avcı toplayıcı Sapiens olarak yaşamıştır. Giderek daha çok Sapiens’in günlük besinini şehirlerde çalışarak kazandığı geçtiğimiz 200 yıl ve çoğu Sapiens’in çiftçi olarak yaşadığı ondan önceki 10 bin yıl, atalarımızın avcılık ve toplayıcılık yaparak geçindiği on binlerce yılın yanında göz açıp kapama süresidir.
Giderek gelişen evrimsel psikoloji alanı, bugünkü pek çok sosyal ve psikolojik özelliğimizin bu tarım öncesi çok uzun dönemde oluştuğunu öne sürer. Bugün bile bu alanda çalışan akademisyenler beynimizin ve zihnimizin avcılık ve toplayıcılık yaşamına adapte olduğunu öne sürerler. Yeme alışkanlıklarımız, çatışmalarımız ve cinselliğimiz, avcı-toplayıcı zihnimizin etrafımızdaki post-endüstriyel ortamın mega şehirleri, uçakları, telefonları ve bilgisayarlarıyla etkileşiminin bir sonucudur. Bu ortam bize önceki tüm nesillerin sahip olduğundan çok daha fazla fiziksel kaynak ve uzun ömür sağlarken, bir yandan da sıklıkla yabancılaşmış, depresif ve baskı altında hissettirmektedir. Evrim psikologları bunun nedenini anlamak için bilinçaltımızda hâlâ içinde bulunduğumuz ve bizi şekillendiren avcı toplayıcı dönemi anlamak gerektiğini öne sürerler.
Örneğin, neden insanlar kendilerine pek az fayda sağlayan yüksek kalorili yiyeceklere saldırırlar? Günümüzün müreffeh toplumları, gelişmekte olan ülkelere de hızla yayılan obezite salgınından muzdariptir. Avcı toplayıcı atalarımızın yeme alışkanlıklarını analiz etmedikçe bizim neden en tatlı ve yağlı yiyeceklere yöneldiğimiz bir bilmece olarak kalacaktır. Atalarımızın yaşadığı savanlarda ve ormanlarda yüksek kalorili tatlılar nadiren bulunurdu ve gıda da çok bol sayılmazdı. 30 bin yıl önce yaşayan sıradan bir avcı toplayıcının tek bir tatlı yiyeceğe erişimi vardı: Olgunlaşmış meyve. Bir Taş Devri kadınının incirlerle dolu bir ağaç gördüğünde yapacağı en akıllıca şey, bunlardan olabildiğince fazla yemekti, ta ki o yöredeki bir babun grubu ağacı ele geçirene kadar. Yüksek kalorili yiyeceklerle tıkınmak bu yüzden genlerimize kazınmıştır. Bugün çok katlı apartmanlarda ağzına kadar dolu buzdolaplarıyla yaşıyor olabiliriz, ama DNA’mız hâlâ savanda yaşadığımızı zannediyor. İşte bugün bizim koca bir kap dondurmayı kaşıklamamızı ve bunun yanında da jumbo boy kolayı hüpletmemizi sağlayan şey budur.
Bu “tıkınma geni” teorisi genel olarak kabul görmektedir. Diğer teorilerse daha tartışmalıdır. Örneğin bazı evrim psikologları, eski avcı toplayıcı grupların tek eşli çiftlerin kurduğu çekirdek ailelerden oluşmadığını öne sürmektedir. Onlara göre çekirdek ailelerden ziyade, bu insanlar özel mülkiyetin, tek eşli ilişkilerin ve hatta babalığın bile olmadığı komünler halinde yaşamaktaydılar. Bu tür bir grupta, bir kadın aynı anda pek çok erkekle (ve kadınla da) cinsel ilişkiye girip yakın bağlar kurabilirken, grubun tüm yetişkinleri de çocuklara ebeveynlik ederek işbirliği yapardı. Hiçbir erkek hangi çocuğun kendisinin olduğunu kesin olarak bilemediğinden erkeklerin hepsi tüm gençlere eşit ilgi gösterirdi.
Bu tür bir toplumsal yapı ütopya değildir. Çeşitli hayvanlarda, özellikle de en yakın akrabalarımız olan şempanzeler ve bonobolarda gözlemlenmiştir. Günümüzde bile bazı insan kültürlerinde, örneğin Bari yerlilerinde, kolektif babalığın uygulandığı görülür. Bu toplumların inanışına göre bir çocuk tek bir adamın sperminden değil, pek çok spermin bir kadının rahminde birikmesiyle oluşur. İyi bir annenin, özellikle de hamileyken, pek çok değişik adamla seks yapması gerekir, böylece çocuğu sadece en iyi avcının değil, aynı zamanda en iyi hikaye anlatıcısının, en güçlü savaşçının ve en düşünceli âşığın da özelliklerini (ve babalık ilgisini) kazanacaktır. Eğer bu kulağınıza tuhaf geliyorsa, unutmayın ki modern embriyolojik çalışmalardan önce, insanların bebeklerin pek çok baba yerine tek bir babadan geldiğine dair kesin bir kanıtları yoktu.
Bu tür bir “eski komün”ün savunucuları, modern evliliklerde sıklıkla görünen sadakatsizliklerin, yüksek boşanma oranlarının, çocukların da yetişkinlerin de sıkça maruz kaldıkları psikolojik birtakım komplekslerin insanları tek eşli ilişkilerde ve çekirdek ailelerde yaşamaya zorlanmasından kaynaklandığını ve bu tür bir yaşamın bizim biyolojik yazılımımızla uyumsuzluğundan bahsederler.[8]
Bu teoriyi şiddetle reddeden pek çok akademisyen ise tek eşliliğin ve çekirdek aileler kurmanın temel insan davranışları arasında olduğunda ısrar eder. Bu akademisyenlere göre her ne kadar eski avcı toplayıcı toplumlar, modern toplumlardan daha eşitlikçi ve komünal yaşama sahip olsalar da, yine de birbirinden ayrı hücreler söz konusudur ve bunların her biri, kıskanç bir çift ve çocuklarından oluşmaktadır. Bu yüzden tek eşli ilişkiler ve çekirdek aileler, kültürlerin ezici çoğunluğunda norm durumundadır ve erkeklerle kadınlar kendi partnerleri ve çocukları konusunda son derece sahiplenicidirler, hatta bu yüzden bugün Kuzey Kore gibi ülkelerde siyasi otorite hâlâ babadan oğula geçmektedir.
Bu ihtilafı çözmek ve cinselliğimizi, toplumumuzu ve siyasetimizi anlamak için, atalarımızın yaşam koşullarıyla ilgili bir şeyler öğrenmemiz, Sapiens’in 70 bin yıl önceki Bilişsel Devrim’le 12 bin yıl önceki Tarım Devrimi arasındaki dönemde nasıl yaşadığını incelememiz gerekiyor.
* * *
Maalesef avcı toplayıcı atalarımızın yaşamıyla ilgili pek az şey kesindir. “Eski komün” ile “ebedi tek eşlilik” ekolleri arasındaki tartışma, genellikle zayıf kanıtlar üzerinden sürmektedir. Doğal olarak, elimizde avcı toplayıcıların döneminden herhangi yazılı bir belge yoktur, ayrıca arkeolojik kanıtlar da genellikle fosilleşmiş kemikler ve taştan yapılma araçlardır; daha çabuk çürüyen malzemeden (örneğin tahta, bambu veya deri) yapılmış şeyler ise ancak belirli koşullar altında bozulmadan kalabilir. Tarım öncesi insanların Taş Devri’nde yaşadığına ilişkin yaygın bir yanlış anlaşılma da bu arkeolojik durumdan kaynaklanır. Taş Devri aslında Tahta Devri olarak adlandırılmalıdır, çünkü bu dönemde avcı toplayıcılar tarafından yapılan aletlerin çoğu tahtadan yapılmıştır.
Eski avcı toplayıcıların yaşamını elimizde kalan aletlerle canlandırmaya çalışmak çok problemlidir. Eski avcı toplayıcılarla onların tarım ve endüstri dönemi torunları arasındaki en bariz farklardan biri, avcı toplayıcıların ellerinde çok sınırlı sayıda eşya olmasıydı; bu eşyalar da onların yaşamında daha sınırlı bir rol oynadı. Yaşamı boyunca modern zengin bir toplumun sıradan bir üyesinin, arabalardan eve, tek kullanımlık bezlerden karton sütlere, milyonlarca eşyası olur. Kendi tasarladığımız nesneleri içermeyen neredeyse hiçbir faaliyet, inanç ve hatta duygumuz yoktur. Yeme alışkanlıklarımız kaşıktan bardağa, genetik mühendislik laboratuvarlarından dev gemilere kadar pek çok öğenin baş döndürücü koleksiyonu tarafından şekillenir. Oyun oynamak için plastik kartlardan 100 bin kişilik stadyumlara kadar sınırsız sayıda oyuncak kullanıyoruz. Romantik ve cinsel ilişkilerimiz de yüzükler, yataklar, güzel kıyafetler, seksi iç çamaşırları, prezervatifler, şık restoranlar, ucuz moteller, havaalanlarındaki dinlenme salonları, düğün salonları ve yemek firmaları tarafından donatılıyor. Dinler de kutsal olanı Müslüman camileri, Gotik katedraller, Hindu aşramları, Tibet’in dua çarkları, Kur’an kaligrafisi, seccadeler, papaz cüppeleri, mumlar, tütsüler, Noel ağaçları, mezar taşları ve altından ikonalar aracılığıyla katıyor yaşamımıza.
Yaşamımızın her anında ne kadar çok eşyanın olduğunu ancak yeni bir eve taşınırken fark ediyoruz. Avcı toplayıcılar her ay, her hafta hatta bazen her gün taşınırlardı ve bu sırada da neleri varsa sırtlarındaki bohçaya atarlardı. Çilelerini biraz olsun hafifletmek için yanlarında hareketli yük arabaları, hatta yük taşımak için hayvanları bile yoktu. Bu yüzden ancak en önemli varlıklarıyla idare etmek zorundaydılar. Buna bağlı olarak da, bu insanların zihinsel, dini ve duygusal yaşamlarının büyük kısmının eşyaların yardımı olmadan sürdürüldüğünü öne sürmek mantıklı olacaktır. Günümüzden 100 bin yıl sonra kazı yapan bir arkeolog, herhangi bir cami kalıntısından çıkardığı sayısız eşyayla Müslüman inanışının ve ibadetinin oldukça gerçekçi bir resmini çizebilir. Eski avcı toplayıcıların inançlarını ve ritüellerini anlamaya çalışırkense mutlaka kayıpla başlıyoruz. Bu çelişki tıpkı gelecekteki bir tarihçinin 21. yüzyıl Amerikalı gençlerinin toplumsal yaşamını yalnızca postalara bakarak anlaması gibidir. Bu durumda telefon konuşmaları, e-postalar, bloglar ve kısa mesajlardan hiçbiri kalmayacaktır.
Bu yüzden de eşyalara dayanarak çıkarım yapmak, eski avcı toplayıcı yaşamıyla ilgili yanlı sonuçlara varmaya neden olur. Bunu gidermenin bir yolu, modern avcı toplayıcı topluluklara bakmaktır. Bunlar doğrudan antropolojik gözlem yoluyla incelenebilir. Fakat günümüzdeki avcı toplayıcı topluluklardan, antik dönemlere ilişkin çıkarım yaparken dikkatli olmayı gerektiren sebepler vardır.
Birincisi, günümüzde hayatta kalmayı başarmış tüm avcı toplayıcı topluluklar, etraflarındaki tarım ve sanayi toplumlarından etkilenmiştir: Onlar için geçerli olan şeyin binlerce yıl önce de geçerli olduğunu iddia etmek risklidir.
İkincisi, modern avcı toplayıcı topluluklar genellikle tarıma elverişli olmayan topraklarda ve zor iklim koşullarında hayatta kalmıştır. Kalahari Çölü gibi çok uç koşullara adapte olanlar, geçmişte Yangtze Irmağı Vadisi gibi çok bereketli yerlerde yaşam sürmüş toplulukları anlamak için yanıltıcı bir model olabilir. Özellikle de Kalahari Çölü gibi bir bölgedeki nüfus yoğunluğu, Yangtze’nin etrafındaki bölgede eskiden olduğundan çok daha azdır ve bunun da insan gruplarının yapısı, büyüklüğü ve gruplar arasındaki ilişkiler üzerinde ciddi etkisi vardır.
Üçüncüsü, avcı toplayıcı toplulukların en önemli özelliği birbirlerinden nasıl ayrıldıklarıdır. Bu topluluklar sadece dünyanın çeşitli yerlerinde farklı olmakla kalmaz, aynı bölgede bile birbirlerinden ayrılırlar. Buna iyi bir örnek, ilk Avrupalı yerleşimcilerin Avustralya’daki Aborjinler arasında gördüğü çok ciddi farklılıklardır. İngiliz fethinden önce, kıtadaki 200 ila 600 kabilede 300 bin ile 700 bin arasında avcı toplayıcı yaşamaktaydı, ve bu kabileler de kendi içlerinde pek çok gruba ayrılmıştı.[9] Her kabilenin kendi dili, dini, normları ve âdetleri vardı. Güney Avustralya’da, günümüzdeki Adelaide civarında, babanın soyunu esas alan ataerkil klanlar yaşamaktaydı. Bu klanlar toprak esasında bir araya gelerek kabileleri oluşturuyordu. Buna karşılık, kuzey Avustralya’daki bazı kabilelerde anne soyuna daha çok önem verilirken kabile aidiyeti de topraktan ziyade o kişinin totemiyle ilişkiliydi.
Aynı şekilde, eski avcı toplayıcılar arasındaki etnik ve kültürel farklılıklar da muhtemelen etkileyici seviyedeydi. Tarım Devrimi’nin arifesinde dünyaya yayılmış beş ila sekiz milyon arasında avcı toplayıcı, binlerce farklı dil ve kültüre ev sahipliği yapan binlerce farklı kabileye bölünmüştü.[10] Bu zaten Bilişsel Devrim’in temel miraslarından biriydi. Kurgunun ortaya çıkışı sayesinde, aynı genetik yapıya sahip olan ve benzer çevre koşullarında yaşayan insanlar, çok farklı hayali gerçeklikler yaratabiliyor ve kendilerini farklı normlar ve değerler aracılığıyla ifade edebiliyorlardı.
Örneğin 30 bin yıl önce yaşamış ve günümüz İstanbul’unun olduğu yerde bulunan bir avcı toplayıcı grubun, günümüz İzmir’inde bulunan bir gruptan farklı bir dil konuştuğuna inanmak için pek çok sebep vardır. Bu gruplardan biri barışçıl, diğeri savaşçı olabilir. Belki de İstanbul grubu komün yaşamı sürerken, İzmir’deki çekirdek ailelerden oluşuyordu. İstanbul halkı koruyucu ruhlar için tahtadan heykeller yapmaya saatler harcarken, İzmir’dekiler dans aracılığıyla ibadet ediyorlardı. Belki ilk grup reenkarnasyona inanırken ikinci grup bunun anlamsız olduğunu düşünüyordu, bir toplumda eşcinsel ilişkiler kabul edilirken diğerinde tabuydu.
Başka bir deyişle, modern avcı toplayıcıların antropolojik gözlemi, eski avcı toplayıcılar hakkında bazı muhtemel özellikleri anlamamızı sağlasa da, dönemin ihtimalleri çok daha fazlaydı ve bunların büyük kısmı da gözümüzün önünde gerçekleşmedi.[11] Homo sapiens’in “doğal yaşam biçimi” hakkındaki hararetli tartışmalar asıl konuyu gözden kaçırıyor. Bilişsel Devrim’den bu yana, Sapiens için tekbir doğal yaşam biçimi olmadı. Bunun yerine, akıl almaz genişlikte bir olasılıklar evreninden seçilmiş kültürel tercihler söz konusuydu.
İlk Müreffeh Toplum
Yine de, tarım öncesi yaşam hakkında hangi genellemeleri yapabiliriz? En azından, insanların büyük çoğunluğunun birkaç düzine ya da en fazla birkaç yüz bireyden oluşan kamplarda yaşadığı ve bu bireylerin hepsinin insan olduğu söylenebilir. Bu son cümleye dikkat etmek gerekir, çünkü bu durum zannedildiği kadar kolay anlaşılabilen bir şey değildir. Tarım ve sanayi toplumları üyelerinin büyük bir kısmı evcilleştirilmiş hayvanlardır. Sahipleriyle eşit olmasalar da yine de onlar gibi topluluğun üyeleridirler. Bugün Yeni Zelanda toplumu 4,5 milyon Sapiens ve 50 milyon koyundan oluşmaktadır.
Bu kuralın bir tek istisnası vardı: köpek. Köpek Homo sapiens tarafından evcilleştirilen ilk hayvandı ve Tarım Devrimi’nden önce evcilleştirilmişti. Uzmanlar tam tarih konusunda anlaşamıyorlar, fakat günümüzden on beş bin yıl önce evcilleştirilmiş köpeklerle ilgili gayet ikna edici kanıtlarımız var, hatta köpekler insan gruplarına binlerce yıl önce bile katılmış olabilirler.
Köpekler hem avlanmak hem de savaşmak, ayrıca vahşi hayvanlara ve davetsiz misafirlere karşı da bir alarm sistemi olarak kullanılıyordu. Nesiller boyunca, iki tür birbirleriyle daha iyi iletişim kuracak şekilde birlikte evrildi. İnsanların ihtiyaçlarına ve duygularına en çok dikkat eden hayvan olan köpekler, insanlar tarafından diğer hayvanlara göre daha çok ilgi görüp beslendiler, bu yüzden de hayatta kalma şansları daha yüksekti. Eşzamanlı olarak köpekler de, insanları kendi ihtiyaçları için manipüle etmeyi öğrendiler. 15 bin yıllık bağ, insanlarla köpekler arasında, insanlarla diğer hayvanlar arasındakinden çok daha derin bir yakınlık ve karşılıklı anlaşma yarattı[12]; hatta bazı durumlarda köpekler de tıpkı insanlar gibi törenle gömüldüler.
Grup üyeleri birbirlerini çok yakından tanır ve etrafları yaşamları boyunca arkadaşları ve akrabalarıyla çevrili olurdu. Mahremiyet ve yalnızlık nadirdi. Komşu gruplar muhtemelen kaynak için birbirleriyle yarışıp savaştılar, ancak dostça ilişkileri de olmadı değil. Üye takası yaptılar, birlikte avlandılar, nadir bulunan şeylerin ticaretini yaptılar, siyasi ittifaklar oluşturdular ve dini törenler gerçekleştirdiler. Bu tür bir işbirliği Homo sapiens’in başlıca özelliklerinden biriydi ve ona diğer insan türleri karşısında çok büyük bir avantaj sağladı. Bazen komşu gruplar arasındaki ilişkiler o kadar sıkıydı ki, gruplar bir araya gelerek tek bir kabile oluşturdular, ortak bir dili, ortak mitleri, değerleri ve normları paylaştılar.
Yine de bu tür dışsal ilişkilerin önemini abartmamalıyız. Kriz durumunda komşu gruplar bir araya gelseler, hatta zaman zaman birlikte avlanmak ve ziyafet çekmek için toplansalar da, yine de zamanlarının çoğunu birbirlerinden ayrı ve bağımsız olarak geçirirdiler. Ticaret kabuklar, kehribar ve boya gibi prestijli ve sınırlı ürünler için geçerliydi. İnsanların meyve ve et gibi ürünlerin ticaretini yaptığına veya bir grubun varlığının diğerinden ithalat yapmasına dayalı olduğuna dair bir kanıt yok elimizde. Sosyopolitik ilişkiler de düzensizdi. Kabile, daimi bir siyasi yapı olarak var olamıyordu, mevsimsel toplanma yerleri olsa da yerleşik şehirler veya kurumlar yoktu henüz. Ortalama insan, kendi grubu dışından hiç kimseyi görmeden veya duymadan aylarını geçirebiliyordu ve yaşamı boyunca da toplamda birkaç yüz kişiden fazlasıyla karşılaşmıyordu, çünkü Sapiens nüfusu geniş alanlara çok seyrek biçimde yayılmıştı. Tarım Devrimi’nden önce tüm gezegenin toplam insan nüfusu günümüz İstanbul’undan daha azdı.
Çoğu Sapiens gıda ararken bir yerden başka bir yere göçer ve yolda yaşardı. Hareketleri, değişen mevsimlerden, hayvanların yıllık göçlerinden ve bitkilerin büyüme döngülerinden etkilenirdi. Genellikle ev kabul ettikleri ve büyüklüğü birkaç yüz kilometrekareye varan arazilerde ileri geri hareket ederlerdi.
Zaman zaman gruplar kendi sahalarının dışına çıkarak yeni yerler de keşfederdi. Bunun sebebi doğal felaketler, şiddetli savaşlar, nüfus baskısı veya karizmatik bir liderin önayak olması olabiliyordu. Bu gezintiler insanın tüm dünyayı keşfetmesinin motoruydu. Bir avcı toplayıcı grubu, her kırk yılda bir ikiye bölünse ve bölünen grup yüz kilometre doğuya doğru gitse, Doğu Afrika’yla Çin arasındaki mesafe 10 bin yılda katedilebilirdi.
Bazı istisnai durumlarda, örneğin belli bir bölgede yiyecek çok bolsa, gruplar mevsimlik hatta bazen kalıcı yerleşimler oluştururlardı. Gıdayı kurutma, tütsüleme ve (arktik bölgelerde) dondurma teknikleri de belli bir bölgede daha uzun süre kalabilmeyi mümkün kılıyordu. En önemlisi, balık yönünden zengin ve su kaynağı demek olan nehirlerin ve denizlerin kıyılarında kurulan kalıcı balıkçı köyleriydi. Bunlar Tarım Devrimi’nden çok daha önce, insanlık tarihindeki ilk kalıcı yerleşimlerdi. Endonezya kıyılarındaki balıkçı köyleri 45 bin yıl önce bile, ortaya çıkmış olabilir. Bunlar aynı zamanda Homo sapiens’in ilk okyanus aşırı girişimi olan Avustralya’nın işgalini başlattığı üs olarak da işe yaramış olabilirler.
* * *
Çoğu doğal ortamda Sapiens fırsatçı ve esnek biçimde beslenirdi: Termit arar, yemiş toplar, kök çıkarmak için toprağı kazar, tavşan kovalar, mamut ve bizon avlardı. Popüler “avcı insan” imgesi bir yana, toplayıcılık Sapiens’in ilk faaliyetiydi ve toplayıcılık hem tüketilen kalorinin büyük bölümünü, hem de çakmaktaşı, ahşap ve bambu gibi hammaddeleri sağlardı.
Sapiens sadece hammadde ve gıda için toplayıcılık yapmıyor, aynı zamanda bilgi de topluyordu. İnsanların hayatta kalabilmek için bölgelerinin detaylı haritalarını akıllarında tutmaları gerekiyordu. Günlük gıda arama etkinliğini en üst düzeye çıkarmak için, tüm hayvanların alışkanlıklarını ve tüm bitkilerin büyüme biçimlerini bilmeleri gerekiyordu. Hangi gıdaların besleyici, hangilerinin hasta ettiğini ve diğerlerinin de nasıl ilaç olarak kullanılacağını bilmeleri gerekiyordu. Mevsimlerin ilerleyişini, bir kuraklığın veya fırtınanın öncü işaretlerini tanımaları gerekiyordu. Bu yüzden de yakınlarındaki tüm akıntıları, ceviz ağaçlarını, ayı mağaralarını ve çakmaktaşı birikimlerini inceliyorlardı. Tüm bireyler taştan bıçak nasıl yapılır, yırtık bir pelerin nasıl onarılır, tavşan tuzağı nasıl kurulur, çığ düşünce, yılan ısırınca ve aç bir aslanla karşılaşınca ne yapılır, bilmek durumundaydı. Tüm bu becerilerin her birinde ustalaşmak yıllar süren bir çıraklık ve ustalık süreciydi. Ortalama bir avcı toplayıcı, çakmaktaşını dakikalar içinde mızrak haline getirebilirdi. Biz aynı başarıyı tekrarlamaya çalışınca genellikle rezil oluruz. Çoğumuz çakmaktaşı ve bazaltın özelliklerini bilmeyiz ve bunları ince işlemek için gerekli motor becerilerinden yoksunuz.
Bir başka deyişle, ortalama bir avcı toplayıcının etrafı hakkında, torunları olan modern insanların çoğundan daha geniş, derin ve çeşitli bilgisi vardı. Bugün sanayi toplumlarındaki çoğu kişi hayatta kalabilmek için dünyanın doğal düzeni hakkında bu kadar çok şey bilmek zorunda değil. Fabrika işçisi, tarih öğretmeni, sigortacı veya bilgisayar mühendisi olmak için ne bilmeniz gerekir? Kendi dar uzmanlık alanınızla ilgili çok şey, fakat yaşamın diğer gerekliliklerinin çoğu için gözünüz kapalı başka insanlara güveniyorsunuz ki, bu insanların da bilgileri kendi dar uzmanlık alanlarıyla sınırlıdır. Kolektif insan bugün eski grupların bildiğinden çok daha fazlasını biliyor. Ama birey olarak bakıldığında, eski avcı toplayıcılar tarihteki en becerikli ve bilgili insanlardı.
Avcı toplayıcılık devrinden beri insan beyninin küçüldüğüne dair kanıtlar var.[13] O dönemde hayatta kalabilmek, herkesin muhteşem zihinsel becerilere sahip olmasını gerektirirdi. Tarım ve sanayi ortaya çıkınca, insanlar hayatta kalabilmek için giderek diğer insanların becerilerine daha fazla güvendiler ve “embesiller için yeni fırsatlar” ortaya çıktı. Üretim bandında çalışan bir işçi olarak, sıradışı olmayan genlerinizle hayatta kalabilir ve bunları bir sonraki nesle aktarabilirsiniz.
Avcı toplayıcılar sadece etraflarındaki hayvanları, bitkileri ve nesneleri değil, aynı zamanda vücutları ve hisleri, yani kendi iç dünyalarını da ustaca öğrenmişlerdi. Örneğin çimlerdeki en ufak hareketi bile, bir yılan geçme ihtimaline karşı dikkatle izler; meyveler, arı kovanları ve kuş yuvaları bulmak için ağaçları dikkatle incelerlerdi. En az çabayla ve gürültüyle yürür, en etkili ve çabuk şekilde oturmayı, yürümeyi ve koşmayı bilirlerdi. Vücutlarını sürekli ve çeşitli şekillerde kullanmaları, onları maraton koşucuları kadar fit hâle getirmişti. Fiziksel çeviklikleri, bugün insanların yıllar süren yoga ve tai-chi antrenmanlarından sonra bile yakalayamadığı seviyedeydi.
* * *
Avcı toplayıcıların yaşamı, bölgeden bölgeye ve mevsimden mevsime ciddi şekilde değişirdi ama genel olarak kendilerinden sonra gelen çoğu köylünün, çobanın, işçinin ve ofis çalışanının yaşamından daha konforlu ve ödüllendiriciydi.
Günümüzün zengin toplumlarındaki insanlar haftada 40-45 saat, gelişmekte olan ülkelerde haftada 60 hatta kimi zaman 80 saat çalışırken, bugün dünyanın yaşamaya en uygun olmayan bölgelerinde —örneğin Kalahari Çölü— yaşayan avcı toplayıcılar haftada ortalama sadece 35-45 saat çalışırlardı. Üç günde bir avlanır ve toplama işine de günde sadece 3-6 saat ayırırlardı. Normal zamanda, kampı beslemeye yeterlidir bu. Kalahari Çölü’nden daha bereketli bölgelerde yaşayan avcı toplayıcılar ise gıda ve hammadde toplamak için muhtemelen bundan da az zaman harcıyorlardı. Bunlara ek olarak, avcı toplayıcıların ev işleri daha azdı. Yıkayacak bulaşıkları, süpürecek halıları, silinecek parkeleri, değiştirilecek bezleri ve ödenecek faturaları yoktu.
Avcı toplayıcı ekonomisi, insanların çoğuna tarım veya sanayiden daha ilginç yaşamlar sunuyordu. Bugün Çinli bir fabrika işçisi sabah yedide evden çıkar, kirli sokaklardan geçerek atölyeye gider, aynı makineyi aynı biçimde günde on saat boyunca çalıştırır, akşam yedide bulaşık ve çamaşır yıkamak üzere de evine döner. 30 bin yıl önce Çinli bir avcı toplayıcı, kampı arkadaşlarıyla birlikte, mesela saat sekizde terk ederdi. Yakınlardaki ormanlarda ve çayırlarda gezerek mantar toplar, yenebilir kökler arar, kurbağa yakalar ve zaman zaman da kaplanlardan kaçarlardı. Öğleden sonra kampa dönerek öğlen yemeği yerlerdi. Bu onlara dedikodu yapmak, birbirlerine hikayeler anlatmak, çocuklarla oynamak ve dinlenmek için epeyce zaman bırakırdı. Elbette zaman zaman kaplanlar onları yakalar veya yılanlar ısırırdı, öte yandan sanayi kirliliği veya trafik kazaları gibi sorunları yoktu.
Pek çok yerde ve çoğu zaman, avcı toplayıcılık ideal besini sağlıyordu. Bu da şaşırtıcı değil; insan yüz binlerce yıldır böyle besleniyordu ve vücudu buna çok iyi uyum sağlamıştı. Fosilleşmiş iskeletlerden elde edilen bulgular, eski avcı toplayıcıların açlık veya yetersiz beslenme sıkıntısını kendilerinden sonra gelen köylülerden daha az çektiklerini, ayrıca genellikle daha sağlıklı ve daha uzun boylu olduklarını gösteriyor. Ortalama yaşam süresi, anlaşıldığı kadarıyla 30-40 yıldı ama bu da yüksek oranda çocuk ölümleriyle alakalıydı. İlk baştaki zorlu yılları geçen çocukların, yaklaşık 60 yıl yaşama şansı yüksekti ve bazıları 80’li yaşlarına kadar yaşayabiliyordu. Modern avcı toplayıcılarda 45 yaşındaki kadınların bir 20 yıl daha yaşaması beklenir ve nüfusun yüzde 5 ila 8’i de 60 yaşın üzerindedir.[14]
Avcı toplayıcıların başarısının sırrı yiyeceklerinin çeşitli olmasıydı ve bu da onları açlıktan ve yetersiz beslenmekten korumuştu. Çiftçilerse genellikle sınırlı ve dengesiz beslenirler. Özellikle modern öncesi çağlarda tarım nüfusunun aldığı kalorinin önemli kısmı tek bir üründen gelirdi (buğday, patates veya pirinç gibi) ve bunlar da insanların ihtiyacı olan vitamin, mineral veya diğer besleyici şeyler açısından zayıftır. Geleneksel Çin’deki sıradan bir köylü sabah kahvaltıda, öğlen ve akşam yemeğinde pirinç yerdi. Eğer şanslıysa bir gün sonra da aynısını yiyebilmeyi umardı. Buna karşın, eski avcı toplayıcılar düzenli olarak düzinelerce farklı gıdayla beslenirdi. Belki de köylünün büyük büyükannesi, kahvaltıda dut ve mantar; öğlen meyve, salyangoz ve kaplumbağa; akşam yemeğinde de tavşan bifteği ve yabani soğan yiyordu; üstelik bir sonraki günün menüsü de tamamen farklıydı. Bu çeşitlilik eski avcı toplayıcıların tüm gerekli besinleri almasını mümkün kılardı.
Daha da ötesi, pek çok farklı gıda tükettiklerinden, bunlardan birinin tükenmesine karşı daha korunaklıydılar. Oysa tarım toplumları kuraklık, yangın veya depremler, yıllık pirinç veya patates hasadını yok ettiğinde mahvolurlardı. Avcı toplayıcılar da doğal felaketlere karşı korunaklı değillerdi ve zaman zaman açlık da çektiler, ancak genel olarak bu tür sıkıntılarla daha kolay baş edebiliyorlardı. Besin kaynaklarının bir kısmını kaybettiklerinde başka türleri avlıyor veya topluyor ya da daha az etkilenmiş bir bölgeye göçüyorlardı.
Eski avcı toplayıcılar aynı zamanda bulaşıcı hastalıklardan da daha az etkileniyorlardı. Tarım ve sanayi toplumlarını etkileyen bulaşıcı hastalıkların çoğu (tüberküloz, çiçek ve kızamık gibi) evcil hayvanlarda ortaya çıkmış ve insanlara Tarım Devrimi’nden sonra bulaşmıştır. Sadece köpeği evcilleştirmiş eski avcı toplayıcılar bu tür sıkıntılardan uzaktı. Ayrıca tarım ve sanayi toplumlarında, çoğu insan bu tip hastalıklar için ideal kuluçka mekanları olan, hijyenik olmayan ve sıkışık daimi konutlarda yaşardı. Avcı toplayıcılar ise doğayı küçük gruplar halinde gezerdi ve bu durum salgınların sürmesine engel olurdu.
* * *
Yeterli ve çeşitli gıda, görece kısa çalışma saatleri ve bulaşıcı hastalıkların olmaması, pek çok uzmanın tarım öncesi avcı toplayıcı topluluklarını “ilk müreffeh toplumlar” olarak tanımlamasına sebep olmuştur. Yine de, bu eski insanların yaşamını idealize etmek hatalı olacaktır. Tarım ve sanayi toplumlarındaki çoğu kişiden iyi yaşasalar da, yine de zor ve hata kabul etmeyen bir hayatları vardı. Zaman zaman açlık ve kıtlık çekiyorlardı, çocuk ölümleri yüksekti ve bugün küçük sayılabilecek bir kaza ölüm sebebi olabiliyordu. Çoğu kişi grubun yakın samimiyetini yaşıyordu, ama grubun düşmanca veya alaycı tavırlarına maruz kalan şanssızlar, muhtemelen çok sıkıntı çekiyorlardı. Modern avcı toplayıcılar, grubun hızına ayak uyduramayan yaşlı veya engelli kişileri genellikle terk ediyor, hatta bazen öldürebiliyorlardı. İstenmeyen bebekler ve çocuklar öldürülebiliyor, hatta bazen dinden ilham alarak insan katliamları bile gerçekleştiriyorlardı.
Paraguay’da 1960’lara kadar yaşamış olan Ache topluluğu, avcı toplayıcılığın karanlık yüzüne ilişkin bir fikir verir. Grubun değerli bir üyesi öldüğünde, Acheler gelenek olarak küçük bir kızı da öldürür ve ikisini birlikte gömerdi. Achelerle görüşme yapan antropologlar, bir defasında hastalanıp gruba ayak uyduramayan orta yaşlı bir adamın terkedildiğini kaydettiler. Adam bir ağacın altına bırakılmıştı, yukarıda lezzetli bir yemek bekleyen akbabalar vardı. Ama adam tekrar toparlanarak hızlı hızlı yürüyüp gruba katılmayı başardı. Vücudu akbabaların dışkılarıyla kaplanmıştı, dolayısıyla ona “Akbabalardan Düşenler” rumuzu verilmişti.
Bir Ache kadını grubun geri kalanına ayak bağı olmaya başladığında, genç erkeklerden biri onun arkasından sessizce yaklaşır ve kafasına baltayla vurarak onu öldürürdü. Bir Ache erkeği, antropologlara cangıldaki ilk yıllarını şöyle anlatır: “Âdetlere göre kadınları öldürürdüm. Teyzelerimi öldürürdüm… Kadınlar benden korkardı… Şimdi burada beyazlarla birlikte zayıf birisi oldum.” Saçsız doğan bebekler azgelişmiş kabul edilir ve hemen öldürülürdü. Kadınlardan biri, kabiledeki diğer erkekler başka bir kız çocuğu istemediği için ilk kızının öldürüldüğünü hatırlıyor. Bir adam, küçük bir erkek çocuğunu “ağladığı ve mutlu olmadığı” için öldürmüştü. Bir başka çocuk da “komik görünüşlü olduğu ve diğer çocuklar ona güldüğü” için canlı canlı gömülmüştü.[15]
Fakat Ache toplumunu yargılamakta aceleci davranmamalıyız. Onların arasında yıllarca yaşayan antropologların aktardığına göre yetişkinler arası şiddet son derece nadirdir. Kadınlar da erkekler de istedikleri zaman eş değiştirebilirler. Daima gülümser ve gülerler, liderlik hiyerarşisi yoktur ve hükmetmeye çalışan insanlardan kaçınırlar. Az sayıdaki eşyaları konusunda son derece cömerttirler ve başarı, zenginlik gibi takıntıları yoktur. Hayatta en çok değer verdikleri şey iyi arkadaşlıklar ve iyi sosyal ilişkilerdir.[16] Çocukların, hastaların ve yaşlıların öldürülmesini, bugün pek çok kişinin kürtaj ve ötenaziyi gördüğü gibi görüyorlardı. Ayrıca Achelerin, Paraguaylı çiftçiler tarafından kovalanıp öldürüldüğünü de unutmamak gerekir. Achelerin gruba ayak bağı olanlara karşı tavizsiz ve sert bir tutum geliştirmesinde, muhtemelen düşmanlarından sürekli kaçma zorunluluğu etkili olmuştur.
Sonuç olarak Ache toplumu da tüm insan toplulukları gibi oldukça karmaşıktır. Yüzeysel bilgi ve tahminlerle belli bir grubu şeytanlaştırmanın veya idealize etmenin tehlikelerine karşı dikkatli olmalıyız. Acheler ne melekti ne de şeytan. Eski avcı toplayıcılar gibi onlar da sadece insandı.
Konuşan Hayaletler
Eski avcı toplayıcıların ruhani ve zihinsel yaşantıları hakkında ne söyleyebiliriz? Avcı toplayıcı dönemi ekonomisinin temelleri birtakım nesnel ve ölçülebilir etkenlere dayanarak yeniden oluşturulabilir. Örneğin, bir insanın hayatta kalabilmek için günde kaç kaloriye ihtiyaç duyduğunu, bir kilogram cevizden kaç kalori elde edilebileceğini ve bir kilometrekarelik bir ormandan ne kadar ceviz elde edilebileceğini hesaplayabiliriz. Bu verilerle de cevizin onların beslenmesindeki yerini aşağı yukarı tahmin edebiliriz.
Ama onlar cevizi sıradan bir gıda mı yoksa bir lüks olarak mı görüyordu? Ceviz ağaçlarında ruhların yaşadığına mı inanıyorlardı? Ceviz ağacı yapraklarını güzel mi buluyorlardı? Eğer bir avcı toplayıcı erkeği bir avcı toplayıcı kızını romantik bir yere götürmek istiyorsa ceviz ağacının altı bunun için uygun muydu? Düşünceler, inançlar ve duygular dünyasını anlamak çok daha zordur.
Çoğu araştırmacı, animist inançların eski avcı toplayıcılarda yaygın olduğu konusunda birleşir. Animizm (Latince ruh anlamına gelen “anima”dan) temel olarak her yerin, her hayvanın, her bitkinin ve her doğa olayının farkındalığı ve hisleri olduğuna ve insanlarla doğrudan iletişim kurabildiği fikrine dayanır. Bu yüzden animistler tepenin üstündeki büyük kayanın da arzuları ve ihtiyaçları olduğuna inanabilir. Kaya, insanların yaptığı bir şeye kızabilir veya başka bir hareketlerine sevinebilir, insanlara tembihte bulunabilir veya onlardan iyilik isteyebilir. Bu arada insanlar da kayaya hitap edebilir, onu yatıştırabilir veya tehdit edebilir. Sadece kaya değil, aynı zamanda tepenin eteklerindeki meşe ağacı, tepenin aşağısında akan dere, ormanın ortasındaki su pınarı, etrafında büyüyen çalılar, o pınara giden patika, oradan su içen fareler, kurtlar ve kargalar da ruhu olan yaratıklardır. Animist dünyada, ruhu olan varlıklar sadece nesneler ve canlı şeyler değildir. Bir de fiziksel olmayan varlıklar vardır. Bugün bizim şeytanlar, melekler ve periler olarak adlandırdığımız ölülerin ruhları, dost canlısı veya kötü niyetli varlıklar.
Animistler insanlarla diğer varlıklar arasında sınır olmadığına inanır. Onlara göre bu varlıkların hepsi konuşma, şarkı söyleme, dans ve tören aracılığıyla iletişim kurabilir. Bir avcı, geyik sürüsüne seslenerek aralarından birinin kendini kurban etmesini, eğer av başarılı olursa da ölü hayvandan kendisini affetmesini isteyebilir. Birisi hastalandığında şamanlardan biri hastalığa sebep olan ruhla iletişim kurarak onu korkutmaya veya yatıştırmaya çalışabilir. Eğer gerekirse şaman diğer ruhlardan yardım isteyebilir. Bütün bu iletişim eylemlerini belirleyen şeyse hitap edilen nesnelerin yerel olmasıdır. Bunlar evrensel tanrılar değil, daha ziyade orada bulunan belirli bir ağaç, geyik, dere veya hayaletlerdir.
İnsanlarla diğer varlıklar arasında bir sınır olmadığı gibi belirli bir hiyerarşi de yoktu. İnsan dışı varlıklar sadece insanın ihtiyacını gidermek için değillerdi. Dünyayı istedikleri gibi yöneten sonsuz güç sahibi tanrılar da yoktu. Dünya insanların veya başka herhangi bir canlı varlığın etrafında dönmüyordu.
Animizm belirli bir din değildir. Birbirinden çok farklı binlerce din, kült ve inanç için ortak bir tanımdır. Bunların hepsini “animist” yapan şey dünyaya ve insanın dünyadaki yerine karşı ortak yaklaşımlarıdır. Eski avcı toplayıcıların muhtemelen animist olduğunu söylemek modern öncesi tarım toplumlarının muhtemelen teist olduğunu söylemek gibidir. Teizm (Yunanca tanrı anlamında “theos”tan), evrensel düzenin insanlar ve ruhani varlık olan tanrılar arasındaki hiyerarşik ilişki üzerine kurulu olduğuna inanır. Modern öncesi tarım toplumlarının teist olmaya meyilli oldukları doğrudur, ama bu tüm detayları öğrenmemiz için yeterli değildir. Genel “teist” tanımı, 18. yüzyıl Polonyasının Yahudi hahamlarını, 17. yüzyıl Massachusetts’inin cadı yakan Püritenlerini, 15. yüzyıl Meksika’sının Aztek rahiplerini, 12. yüzyıl İran’ının Sufi düşünürlerini, 10. yüzyıl Türk savaşçılarını, 2. yüzyıl Roma lejyonerlerini ve 1. yüzyıl Çin bürokratlarını kapsar. Bunların her biri, diğerlerinin inançlarını ve ibadetlerini tuhaf ve kafirce bulur. “Animist” grupların inançlarının ve ibadetlerinin arasındaki farklar da muhtemelen bu derece büyüktü. Onların dini deneyimleri de karşıtlıklar, reformlar ve devrimlerle dolu ve inişli çıkışlıydı.
Bu temkinli genellemelerden daha ileri gidemeyiz. Arkaik ruhaniliğin özelliklerini tasvir etmek için girişilecek her çaba çok spekülatif olacaktır, çünkü elimizde neredeyse hiç kanıt yok ve olanlar da (bir avuç eşya ve mağara resimleri) binlerce değişik şekilde yorumlanabilir. Avcı toplayıcıların nasıl hissettiklerini bildiğini iddia eden akademisyenlerin teorileri, Taş Devri dinlerinden ziyade, bu kişilerin kendi önyargılarına ışık tutar.
Küçük bir tepe sayılabilecek mezar kalıntılarının, mağara resimlerinin ve kemik heykelciklerin üzerine koca teoriler inşa etmek yerine, samimi olup eski avcı toplayıcılarının inançları üzerine son derece belirsiz bir kavrayışımız olduğunu itiraf etmek gerekir. Onların animist olduğunu varsayıyoruz ama bu da yeterince bilgilendirici değil. Hangi ruhlara dua ettiklerini, ne tür törenler düzenlediklerini, neleri tabu kabul ettiklerini bilmiyoruz. Hepsinden önemlisi, hangi hikayeleri anlattıklarını bilmiyoruz. Bu, insanlık tarihiyle ilgili kavrayışımızdaki en büyük eksikliklerden biridir.
* * *
Avcı toplayıcıların sosyopolitik dünyası da neredeyse hakkında hiçbir şey bilmediğimiz bir alan. Yukarıda açıklandığı gibi, akademisyenler özel mülkiyetin varlığı, çekirdek aileler ve tek eşli ilişkiler gibi en temel konularda bile anlaşamıyor. Farklı grupların farklı yapılar oluşturmuş olması çok muhtemel. Bazıları hiyerarşik, yoğun ve en vahşi şempanze grubu gibi şiddete meyilli iken, diğerlerinin bir grup bonobo gibi rahat, barışçıl ve şehvet düşkünü olmaları muhtemeldir.
Arkeologlar 1955’te Rusya’daki Sungir’de bir mamut avcısı kültürüne ait 33 bin yıllık bir gömü alanı keşfettiler. Mezarlardan birinde, etrafında yaklaşık üç bin mamut dişinden yapılmış taşla çevrili ve boncuklarla kaplı elli yıllık bir adam iskeleti buldular. Adamın kafasında tilki dişleriyle süslenmiş bir şapka ve bileklerinde yirmi beş fildişi bilezik vardı. Oysa aynı alandaki diğer mezarlarda çok daha az eşya bulunuyordu. Buradan yola çıkan araştırmacılar, Sungir mamut avcılarının hiyerarşik bir toplumda yaşadığını ve ölü adamın belki de grubun veya pek çok gruptan oluşan bir kabilenin lideri olduğu sonucuna vardılar, çünkü birkaç düzine grup üyesinin bu kadar çok eşyayı üretmiş olması olağandışıdır.
Arkeologlar bundan daha ilginç bir mezar da keşfettiler. Mezarın içinde kafa kafaya gömülmüş iki iskelet vardı. Biri 12-13 yaşlarında bir erkek çocuğuna, diğeriyse 9-10 yaşlarında bir kız çocuğuna aitti. Erkek çocuk beş bin fildişi boncukla kaplıydı. Tilki dişinden bir şapka ve 250 tilki dişinden bir kemeri vardı (bu miktarı elde edebilmek için en az 60 tilkinin dişlerinin çekilmiş olması gerekiyordu). Kız çocuğu 5.250 fildişi boncukla kaplıydı. İki çocuk da küçük heykelciklerle ve pek çok fildişi nesneyle çevriliydi. Yetenekli bir oymacı tek bir fildişi boncuk için aşağı yukarı 45 dakikaya ihtiyaç duyuyordu. Diğer bir deyişle, iki çocuğu kaplayan 10 bin boncuk yapmak için, diğer eşyaları saymazsak bile, deneyimli bir zanaatkarın 7.500 saat, yani üç yıldan fazla çalışması lazımdı.
Sungir çocuklarının bu kadar genç yaşta kendilerini lider veya mamut avcısı olarak kanıtlamış olmaları çok düşük bir ihtimaldir. Sadece kültürel inançlar, onların neden bu kadar gösterişli bir şekilde gömüldüğünü açıklayabilir. Teorilerden biri, konumlarını ailelerinden aldığını ileri sürer. Belki de bu çocuklar liderin çocuklarıydı ve kültürleri aile karizmasına veya katı halef olma kurallarına dayanıyordu. İkinci bir teoriye göre, çocuklar daha doğumlarında uzun süre önce ölmüş bazı ruhların dirilişi olarak görüldüler. Üçüncü bir teori de çocukların gömülüşünün hayattaki statülerinden ziyade, onların nasıl öldüğünü yansıttığını ileri sürer. Bu teoriye göre bu iki çocuk törenle kurban edilmiş (belki de liderin gömülme törenlerinin parçası olarak) ve şatafatlı bir törenle gömülmüşlerdir.[17]
Doğru cevap ne olursa olsun, Sungir çocukları 30 bin yıl önce yaşayan Sapienslerin, DNA’mızın gerektirdiğinin ve diğer insan ve hayvan türlerinin davranış örüntülerinin çok ötesinde sosyopolitik kodlar icat edebildiğini kanıtlamaktadır.
Savaş mı Barış mı?
Sonuç olarak, avcı toplayıcı toplumlarda savaşın rolünün ne olduğuna dair bir mesele de mevcuttur. Bazı araştırmacılar eski avcı toplayıcı toplulukları barışçıl olarak hayal ederlerken, savaş ve şiddetin de ancak Tarım Devrimi’nden, insanlar özel mülkiyet edinmeye başladıktan sonra ortaya çıktığını iddia ederler. Diğer araştırmacılar ise eski avcı toplayıcı yaşantısının olağanüstü zalim ve şiddet içerdiğini öne sürerler. Her iki düşünce de gerçeğe, zayıf arkeolojik kalıntılarla ve günümüz avcı toplayıcılarının antropolojik gözlemleriyle bağlıdır; adeta gökyüzüne inşa edilmiş şatolardır.
Antropolojik bulgular merak uyandırıcı fakat sorunludur. Günümüzde avcı toplayıcılar genellikle Kuzey Kutbu civarı ve Kalahari Çölü gibi izole ve yerleşime uygun olmayan bölgelerde yaşamaktadır ve buralarda nüfus yoğunluğu düşük olduğundan diğer insanlarla savaşma ihtimalleri de çok düşüktür. Ayrıca avcı toplayıcılar son zamanlarda modern devletlerin otoritesi altına girdiklerinden büyük çaplı çatışmalar da önlenmiştir. Avrupalı araştırmacılar, büyük ve yoğun nüfuslu ve bağımsız yaşayan avcı toplayıcıları, yalnızca iki kez gözlemleme şansı buldular. Bunlardan birincisi 19. yüzyılda Kuzey Amerika’nın kuzeybatısında, İkincisiyse 19. yüzyıl sonları ve 20. yüzyıl başında kuzey Avustralya’daydı. Hem Amerikan yerlilerinde hem de Avustralyalı Aborjinlerde sık sık silahlı çatışma olduğu gözlemlendi. Yine de, bunun zamandan bağımsız bir olgu mu, yoksa Avrupa emperyalizminin bir sonucu mu olduğu tartışmalı bir konudur.
Arkeolojik bulgular hem az hem de netlikten uzaktır. On binlerce yıl önce gerçekleşmiş bir savaştan günümüze hangi ufuk açıcı kanıtlar kalabilir ki? Üstelik o zamanlar istihkam duvarları ve kaleler yoktu, toplar, top mermileri, hatta kılıç ve kalkan bile yoktu. Eski bir mızrak ucu, savaşta da kullanılmış olabilirdi avcılıkta da. Fosilleşmiş insan kemikleri de olup biteni anlamak açısından aynı derecede zorluk çıkarır. Kemikteki bir kırık, bir savaşın izlerini gösteriyor olabileceği gibi bir kazayı da gösteriyor olabilir, ayrıca kemikte kırıklar ve kesikler olmaması birinin vahşice öldürülmediğini kanıtlamaz. Ölüm, kemikte iz bırakmayan yumuşak dokuların zedelenmesiyle gerçekleşmiş olabilir. Bundan daha da önemlisi, sanayi dönemi öncesi savaşlarda ölenlerin yüzde 90’ından fazlası silahlardan ziyade açlık, soğuk ve hastalıklardan ölüyordu. 30 bin yıl önce bir kabilenin komşu kabileyi yenerek onu avlanma sahasından kovduğunu hayal edin. Farz edin ki, son savaşta yenilen kabilenin 10 üyesi öldürüldü, bir sonraki yıl da aynı kabilenin 100 üyesi açlık, soğuk ve hastalıklardan öldü. Bu 110 iskeleti ortaya çıkaran arkeologlar, bütün bu ölülerin doğal bir felakete kurban gittiği yönünde kolaycı bir çıkarım yapabilirler. Bu kişilerin hepsinin acımasız bir savaşa kurban gittiğini nasıl bilebiliriz?
Arkeolojik bulgulara dikkatli bir şekilde yakından bakabiliriz. Portekiz’de Tarım Dönemi’nin hemen öncesinden kalma 400 iskelet üzerinde yapılan bir araştırmada, iskeletlerden sadece ikisinde açık şiddet izleri tespit edildi. Aynı dönemden kalma İsrail’deki 400 iskelet üzerinde yapılan araştırmada ise yalnızca birinin kafatasında insan şiddeti kanıtı olabilecek bir çatlak tespit edildi. Üçüncü bir araştırma da Tuna Vadisi’nde yer alan tarım öncesi yerleşimlerde yine 400 iskelet üzerinde yapıldı ve 18 iskelette şiddet izi tespit edildi. 400 iskelette on sekiz kulağa az gibi gelebilir, ama aslında bu oldukça yüksek bir orandır. Eğer gerçekten 18’i şiddet sebebiyle öldüyse, bu demektir ki Tuna Vadisi’ndeki ölümlerin yüzde 4,5’i insan şiddeti kaynaklıdır. Savaşlar ve cinayetleri de katarsak, bugün dünya ortalaması yalnızca yüzde 1,5’dir. 20. yüzyıl boyunca ölümlerin yalnızca yüzde 5’i insan şiddetinden kaynaklanmıştır. Üstelik bu, tarihteki en geniş çaplı soykırımların ve en kanlı savaşların gerçekleştiği yüzyıldır. Eğer bu keşif gerçekse, eski Tuna Vadisi 20. yüzyıl kadar vahşi demektir.[18]
Tuna Vadisi’ndeki umut kırıcı keşifler, diğer yörelerdeki benzer derecede umut kırıcı bulgularla da desteklenmektedir. Sudan’da yer alan Jabl Sahaba’da, 59 iskeletin bulunduğu 12 bin yıllık bir mezarlık keşfedildi. Toplam iskeletlerin yüzde 40’ına tekabül eden 24 iskeletin yanında oklar ve mızrak uçları bulundu. Kadınlardan birinin iskeleti, on iki ayrı yara izine sahipti. Bavyera’daki Ofnet Mağarası’nda arkeologlar iki çukura atılmış, çoğu kadın ve çocuk toplam 38 avcı toplayıcının kalıntılarını buldular. Çocuklar ve bebekler de dahil, iskeletlerin yarısında insan eliyle yapılmış olduğu belli sopa ve bıçak izleri bulunuyordu. Yetişkin erkeklere ait birkaç iskelet de ağır şiddet izleri taşıyordu. Muhtemelen, Ofnet’te bir avcı toplayıcı grubun tamamı katledilmişti.
Hangisi eski avcı toplayıcıların dünyasını daha iyi özetler: İsrail ve Portekiz’deki şiddet izi olmayan iskeletler mi, yoksa Jabl Sahaba ve Ofnet’teki mezbahalar mı? Cevap, hiçbiri. Avcı toplayıcılar nasıl çok değişik dinler ve toplumsal yapılar inşa ettilerse, muhtemelen aynı şekilde çok değişik seviyelerde şiddet uyguluyorlardı. Bazı bölgeler, belli dönemlerde barış ve sükunet içinde yaşadıysa da, son derece şiddetli çatışmalara sahne olanlar da olmuştu.[19]
Sessizlik Perdesi
Eski avcı toplayıcı yaşantısını yeniden kurmak zorken, belli başlı tekil olayları canlandırmaksa tamamen imkansızdır. Bir Sapiens grubu Neandertallerin yerleştiği bir vadiye ilk girdiğinde, bunu izleyen yıllar nefes kesici bir tarihsel drama sahne olmuş olabilir. Maalesef bu tür bir karşılaşmadan geriye, birkaç fosilleşmiş kemik ve en titiz akademik incelemede bile pek bir şey ifade etmeyen taştan yapılmış aletler dışında hiçbir şey kalmaz. Bu kalıntılardan insanın anatomisi, teknolojisi, beslenmesi hatta toplumsal yapısıyla ilgili çıkarımlar yapabiliriz. Fakat bu kalıntılar, birbirine komşu Sapiens grupları arasındaki siyasi ittifaklar, bu ittifakı kutsayan ölü ruhlar veya bu ruhların kutsamalarını garantilemek için büyücü doktora verilmiş fildişi boncuklarla ilgili hiçbir şey anlatmaz.
Bu sessizlik perdesi, on binlerce yıllık tarihi gizler arkasında. Bu uzun yıllar boyunca elbette savaşlar ve devrimlere, mutlulukla dolu dini hareketlere, derin felsefe teorilerine, emsalsiz sanat eserlerine tanık olunmuştur. Avcı toplayıcıların, Kıbrıs’ın yarısı büyüklüğünde imparatorlukları yönetmiş kendi Napolyonları, senfoni orkestraları olmasa da bambu flütleriyle insanların gözlerini yaşartabilen yetenekli Beethovenları ve evrensel bir yaratıcı tanrı yerine yerel bir meşe ağacının ruhunun sözlerini insanlara aktaran peygamberleri olmuştur. Ancak bunlar sadece tahmindir. Bu sessizlik perdesi öylesine kalındır ki, böylesi şeylerin detaylı tanımını yapabilmeyi bir kenara bırakın, bunların kesin olarak olduğundan bile emin olamayız.
Araştırmacılar yalnızca mantıklı bir şekilde cevaplayabileceklerini umdukları soruları sorarlar. Henüz elimizde olmayan yeni araştırma araçları keşfedilmezse, eski avcı toplayıcıların neye inandığını veya nasıl siyasi olaylar yaşadıklarını belki de hiç bilemeyeceğiz. Yine de herhangi bir cevabı olmayan sorular sormak can alıcı önem taşır, aksi hâlde 60 ila 70 bin yıllık insanlık tarihini, “o tarihlerde yaşayan insanlar kayda değer hiçbir şey yapmadı” bahanesiyle yok saymaya meyilli oluruz.
Aslında bu insanlar pek çok önemli şey yapmışlardır. Özellikle etrafımızdaki dünyayı pek çoğumuzun fark ettiğinden çok daha fazla şekillendirmişlerdir. Sibirya tundrasına, Orta Avustralya’nın çöllerine, Amazon yağmur ormanlarına dalan gezginler, el değmemiş, bakir yerlere geldiklerini düşünürler. Ama bu bir yanılsamadır. Avcı toplayıcılar bizden önce buralara gittiler ve en ıssız yaban ortamından en yoğun cangıllara, girdikleri her ortamda çok ciddi değişikliklere sebep oldular. Bir sonraki bölümde, avcı toplayıcıların ilk tarım yerleşimi kurulmadan çok önceleri, gezegenimizin ekolojisini nasıl baştan aşağı şekillendirdiklerinden bahsedeceğiz. Hikayeci Sapiens’in gezgin grupları, hayvanlar krallığının ürettiği en önemli ve en yıkıcı güçtü.
Yuval Noah Harari
Hayvanlardan Tanrılara: Sapiens
İnsan Türünün Kısa Bir Tarihi
Özgün Adı: Sapiens
A Brief History of Humankind
Yuval Noah Harari, 2012
Türkçesi: Ertuğrul Genç, 2015
Kolektif Kitap, 2015