Aristoteles – Francis Macdonald Cornford
Platon’un şöhreti nedeniyle Atina’ya cezp edilen Aristoteles, on sekizinci yaşında Kuzey Yunanistan’daki1 yurdundan kalkıp Akademi’nin öğrencisi olmak için oraya gitmişti. O zamanlar Platon altmış yaşındaydı ve en azından on beş yıldır okulun başındaydı. Hiçbir genç öğrenci Aristo’dan daha çok, bu kadar güçlü bir kişiliğin tahakkümüne maruz kalmamıştır. Aristoteles, elbette, Platoncu oldu ve sonraki yirmi yıl boyunca, MÖ 347’de Platon’un ölümüne kadar, önce öğrencisi sonra da meslektaşı olarak Akademi’de kaldı. Hocasını taklit ederek, Platon’un erken dönem eserleri gibi, Yunan dünyasındaki eğitimli halk için diyaloglar yazdı. Eserleri ölümünden yüzyıllar sonrası boyunca okunup takdir edilmesine rağmen günümüze kadar ulaşmadı. Ancak elimizde Aristoteles’in kariyerinin ilk dönemindeyken daha sonra vazgeçtiği ideal Formlar teorisini kabul eden yürekten bir Platoncu olduğunu kanıtlayan başka yazarlar tarafından korunmuş yeterince alıntı2 var.
Platon ölünce, Akademi’nin başkanlığı belirgin bir özelliği olmayan yeğeni Speussippos’a3 geçti. Düzeyi ölçülemeyecek derecede kendinden aşağıda olan bir meslektaşının bu göreve geçmesi karşısında Aristoteles’in hissettiklerine dair kayıt yok. Tek bildiğimiz, daha sonra Speusippos’un halefi olacak Ksenokrates ile Atina’yı terk ettiği ve Akademi’ye hatta Platonculuğa karşı tavrının gittikçe artan oranda düşmanca olduğudur.4 Eğer Aristoteles modern okuyucuya aptal, hatta kasten aptal hissi veriyorsa, sebebi Platon’un doktrinlerini eleştirme fırsatı yakaladığı yerleri okuyor olmanızdır. Bu tonu kişisel dargınlığa atfetmeye yetecek sebep yoktur. Aristoteles hiçbir zaman hocasına saygı duymaktan vazgeçmedi; on’un kurucusunun Akademi’nin kendi çağdaş yöneticilerini çekememesi için hiçbir sebebi yoktu. Karşıtlığın altında sadece mizaç uyumsuzluğu yatıyordu ve bir filozofun mizacı, eğer farkında olsa bile, kabullenmek istediğinden daha fazla felsefesini şekillendirir. Platon, modern psikoloji dilinde, bir içedönüktü; nihayetinde felsefesi de ortak tecrübelerden vazgeçme felsefesiydi. Platonculuk, duyulara güvenmez ve onları mahkûm eder. Platonculara göre, göz ve kulaklar ruhun gerçekliğe açılan pencereleri değildir. Ruh, en iyi pencereler kapalıyken görür ve düşünce sığınağında kendi kendine sessizce konuşur. Aristoteles’in doğal eğilimi ise başka bir yöne, gözlemle incelenebilecek olgulara yönelikti. İçinde tecrübenin tüm sahalarına karşı doymak bilmez bir merak vardı. Bir bilim adamının, düşünceleri ne kadar muhteşem olursa olsun, kendisininkilere asla uygun olmayan bir filozof tarafından bu kadar uzun bir süre vesayet altında tutulmuş olmasının yarattığı rahatsızlığı, kendisi tam olarak farkında olmasa bile, anlamak zor olmasa gerek.
Aristoteles ve Ksenokrates, Troad’daki5 Assos’a6 çekildiler, orada Akademi’nin eski öğrencilerinden, biri Atarneus kentinin yöneticisi olan üç arkadaş buldular.7 Aristoteles, Atarneus yöneticisi Hermias’ın yeğeni Pythias ile evlendi. Evlilikleri mutluydu ve Aristoteles, vasiyetinde eşiyle aynı mezara gömülmelerini istemişti. MÖ 343 yılında, Makedonya Kralı Philippos, o zamanlar on üç yaşında bir çocuk olan Büyük İskender’in eğitimine nezaret etmesi için onu davet etti. Philippos, Aristoteles’i bir çocukken tanımış olabilirdi, çünkü Aristoteles’in babası Nikomakhos, Makedonya kralının doktoruydu.
Hayatının bu ikinci döneminde Aristoteles’in zihninin doğal eğilimi, Platon’un otoritesinden kurtulmaya başlamıştı. Felsefe Hakkında başlıklı diyalogunun bize ulaşan parçaları, Aristoteles’in Assos’taki öğretiminin programı olabilir. Burada ilk defa Platonik Formlar kuramına, özellikle de Platon’un, Formları matematiğin sayılarından farklı olan kutsal bir aritmetiğin “ideal sayılarıyla” özdeşleştirmiş olduğu en son Pythagorasçı evresine açıkça karşı çıkılır. Aristoteles’in Platonculuğa karşı çıkışının merkezi Formlar dünyasının reddidir. İdeal Formların, onları bünyesinde bulunduran görünebilir elle tutulur şeylerden ayrı herhangi gerçek bir varoluşa sahip olabileceğini kabul etmez. Bunun yanı sıra matematiksel bilimlerin nesnelerinin zihnimiz tarafından yapılan soyutlamalardan başka bir şey olduğunu da kabul etmez. Mesela geometrik şekiller, mevcut cisimlerin diğer özelliklerinden soyutlanmış mekânsal özellikleridir. Aristoteles’in zihninde, (ve sağduyuya göre de) nesnelerin maddesel gerçekliği nesnelerin kendinde bulunmalıdır. Bu gerçeklik, zamanın ve değişimin ötesinde, çevremizde gördüğümüz geçici nesnelerin varlığına kayıtsız bir şekilde, kendi halinde ebediyen var olan, başka yahut daha yüksek seviyede varlıklara yerleştirilemez. Felsefe Hakkında başlıklı diyalogunun kozmolojisi dikkat çekecek derecede dinî bir ton taşır. Fakat Timaeus’un efsanevi yaratıcısı8 ve eserine kılavuzluk eden tanrısal model gözden kaybolmuştur. Dünyanın başlangıcı veya sonu yoktur; değişmez gerçekliğin kısa süren bir sureti değildir; bu dünyanın kendisi gerçek ve nesneldir. Aristoteles bu dünyanın insanıdır ve kaçıp başka bir dünyaya gitme özlemi yoktur. Aksine, sürekli olarak Platonculuğun öteki dünyacılığından kaçıp bu dünyaya dönmeye çalışır, sağduyu felsefesiyle bağı yeniden kurmak ister. Onun heyecanlı keşiflerini bekleyen bilgi sahası, duyuların ortaya koyduğu gibi doğadır. Bilginin yolu duyularımızın bize verdiği kanıtlardan başlamalıdır ve gözlemin gerçeklerini destekleyen daha kapsamlı bir kavrayışla yine ona dönmelidir.
Aristoteles’in bir özelliği de, felsefenin hangi dalında olursa olsun, konusuna en az filozofların fikirleri kadar, sıradan insanların fikirlerinden de başlamasıdır. Yaygın olarak inanılanı ya da sıra dışı düşünce gücü olanların öne sürdüklerini görmezden gelen birinin daha iyi bir fikirle ortaya çıkmasının pek olası olmadığını belirtir bir yerde. Hatta güncel düşüncenin, insanlığı zaman zaman etkisi altına almış olan, mesela Deukalion’un tufanı gibi büyük afetlerden kurtulup gelebilen kadim bilgelik kırıntılarını muhafaza ettiğini düşünmüştür.9 Sağduyu, her halükârda pratik tecrübeyle yakın temas halindedir. Sağduyunun inançları, ne kadar hantal ve karışık olsa da, eleştiriyle damıtılabilecek, mantıkî ve tutarlı bir şekilde yeniden modellenebilecek bir gerçek anlayışını içerir.
Yine de aklıselim ve gözlemin öğrettiği gerçeklere olan düşkünlüğüne rağmen, Aristoteles asla Platoncu olmaktan vazgeçememiştir. Platon’unki gibi onun düşüncesi de Sokrates’ten tevarüs edilen gaye fikri tarafından yönetilmekteydi, yani olay ve nesnelerin gerçek sebep veya izahları başlangıçta değil, amaçlarında aranmalıydı. Aristoteles felsefesi de bir nihai nedenler felsefesi olarak kalmıştır.
Burada, muazzam çalışkanlığıyla belki de sadece St. Thomas’ın10 çalışkanlığının boy ölçüşebileceği bir adamın sisteminin ana hatlarını vermeye teşebbüs dahi edemem. Aristoteles, zekânın ortaya atabileceği her soruyu sormuş ve en ince detayına kadar cevapların peşinden gitmiştir. Onun okulunda ilk defa, Pythagorasçılar ve Platon tarafından geliştirilen matematik bilimlerinin yanı sıra, arka planda mantık ve metafizik olmak üzere, doğa biliminin ana dalları ayrı ayrı araştırma sahaları olarak kabul edilmiştir. Aristoteles, Encyclopedia Britannica, Britanya bilim dünyasının bir eseri olarak kaldığı sürece11, içinde diğer bütün kişilerden daha fazla sayfa işgal etmiştir, çünkü felsefe ya da bilimin ana konularında muhakkak hâlâ duymaya değer olan bir şeyler söylemiştir. Ben burada sadece, felsefede Sokrates’in gerçekleştirdiği devrimle başlayan düşünce silsilesini takip edebilirim. Burada amacım Platon’un idealizminden koptuğu zamanlarda bile Aristoteles felsefesinin kalbinde gaye fikrinin olduğu noktasının üzerinde durmaktır.
Aristoteles’in düşüncesi biyolojiyle ilgili eserlerinde ve Etik‘te zirvededir. Bunun sebebi, bir nihai sebepler felsefesinin, hayvan yaşamı ve insanın ahlaki doğası üzerine olan incelemelerde, en aydınlatıcı haline bürünmesinde yatar. Modern bir bilim insanı muhtemelen Aristoteles’in biyolojik eserlerinin onun külliyatının en kalıcı değere sahip kısmı olduğunu düşünecektir. Ne olursa olsun, asil bir takdir yeteneğine sahip olan Darwin, bu eserlerden saygıdan çok sevgiyle bahseder.12 Aristoteles’in düşüncesinin cevherini bu doğa tarihi kitaplarında bulacağız. Bunlar, Büyük İskender’in eğitimini tamamladıktan sonra, yaşamının son döneminde Atina’da kurduğu okulun tipik ürünleridir.12 Lykeion’da kiralanan binalardan bazıları üniversite yapmak maksadıyla dönüştürülmüştü. Harita koleksiyonu olan büyük bir kütüphane ve dersleri örneklerle açıklamak için bir müze vardı. Aristoteles sabahları kendi öğrencilerine anlaşılması zor konularda eğitim veriyor, öğleden sonra daha geniş bir dinleyici kitlesine popüler dersler anlatıyordu. Öğrenciler derslere ve tartışmalara katılmadıkları zamanlarda, araştırma yapmakla meşguldüler. İnsan tarihi ve doğa tarihi konularındaki gözlemleri derleme görevini üstlenmişlerdi. Biyoloji eserleri, kuramsal irdelemelerin yanı sıra, ciddi miktarda gözlemin detaylı sonuçlarını da içeriyordu. Bitkilerin ve hayvanların yapısı ve alışkanlıkları tasvir ediliyordu, ayrıca avcı ve balıkçılardan bilgi toplanıyordu. Toplanan bilgiler her zaman doğru değildi, buna rağmen Akdeniz balıkçılarından deniz biyolojisi üzerine, günümüzde tekrar keşfedilmiş olan ilginç bilgiler temin edilmişti.
Gözlem ve tasvir bilimi Yunan dünyasında yeni bir şeydi. Hippokrates ve Kos tıp okulunun topladığı vakaların klinik kayıtları hariç, daha önce yapılan hiçbir şey bununla kıyaslanamaz.13 Hayvanların Kısımları adlı eserinin girişinden, ahlaki felsefe ve hitabet hakkındaki soyut tartışmalara alışkın delikanlıların, sürüngenlerin anatomisini veya böceklerin iğrendirici huylarını incelemeleri istendiği zaman tiksindiklerini görebiliriz. Aristoteles’in böyle duyguların üstesinden gelmek için verdiği tavsiyeler her çağdaki bilim insanı için kayda değerdir:
İtibarları ne olursa olsun, hiçbir şeyi atlamadan, yasayan yaratıkların doğalarını ele almak kaldı geriye. Kendilerini incelemenin duyularımızı incittiği yaratıklar için bile, onları tasarlamış olan doğa, nedenleri anlamak yeteneğine sahip felsefî bakışlı birisine olağanüstü bir mutluluk verir. Bu varlıkların suretine bakmaktan keyif alıyoruz, çünkü o zaman, onları yaratan ressam veya heykeltıraşın sanatını görmüş oluyoruz; doğanın islerini incelemenin onların sebeplerini öğrendiğimiz zaman daha büyük bir mutluluk vermemesi garip olur. Dolayısıyla, yasamın aşağı türlerini incelemek çocuksu bir tiksinti yaratmamalıdır.
Herakleitos’u tanımak için gelen bazı yabancılar hakkında bir hikâye vardır. Kendisini mutfak fırınında ısınırken gördükleri için geri çekilmişler. Herakleitos ise hiç çekinmeden buyurun çünkü “burada da tanrılar var” demiştir. Yasamın her sekline aynı ruh içerisinde tiksinmeden yaklaşmalıyız, çünkü her birinde tabiattan ve güzellikten bir şey vardır. Her şeyden önce tabiatın islerinde sıradan tesadüfün tersine o tasarım görülür, çünkü mükemmel formu almak için doğmuş veya yapılmış her tasarım güzellik rütbesini taşır.
“Doğanın eserlerinin gerçekleştirmek üzere tasarlandığı mükemmel form”, yaşayan varlığın özel Formudur. Gördüğümüz gibi bu Formlar, canlı doğanın düzeni içerisinde, Platon’un anlaşılır dünyasındaki matematik ve ahlaki formlara yakın olma iddiasında bulunabilecek öğeleri oluştururlar. Canlı türlerinin bir çeşit mükemmellik olarak görülen bu formu, yaşamın itici gücü tarafından arzu edildiği anlaşılan bir amaçtır. Biyoloji, mekanik gerekliliğin en içten savunucularının bile “nihai nedenler” terminolojisinden tamamen kurtulamadıkları bir doğa bilimi dalıdır.14 Bir aletin, çekicin ya da testerenin, yapısı ve esas özellikleri, sadece o aletin yapılma amacı bilinirse anlaşılabilir ve açıklanabilir. Aynı şey, yaşayan aletler ya da yaşayan varlıkların parçaları olan “ organlar” için de geçerlidir. Herhangi bir yerde gözün yapısının, gözün kasten görme amacıyla tasarlandığını ima etmeyen bir açıklamasını bulmak zor olacaktır.15 Göz yapısının açıklaması, gözün görevinde ya da gözün hangi eylem için var olduğunda saklıdır. Organizmanın bir bütün olarak yaşam tarihi, başlangıçtan beri, gerçekleşen sonuç olan formun önsezisi tarafından yönlendiriliyormuş gibi görünür. Meşe palamudu, eğer bir şey büyümesini engellemezse, başarısızlığa uğramadan bir meşe ağacı olarak gelişir. Yaşamın onun içindeki itici gücü, asla yanlış bir yola sapıp köknar ya da kayın ağacına dönüşmesine neden olmaz.16 Sağduyu, felsefi şüphelerle bulandırılmamışsa, bu süreçte, öngörülen ve arzulanan bir amaca sahip bir bilinci üreten zihnin işleyişine benzerlikten daha başka bir şeyler görmekten öteye geçmek istemez.17
Öte yandan, meşe palamudunun bilinçli (hatta bilinçsiz), akla ya da öngörüye sahip olduğunu düşünmeyiz. Hareketi bu kadar hatasız yönlendiren zihin nerededir? Yaşamın gücü neden bir sıvı misali sadece bu sabit Form kalıplarına akar ve her biri kendi özgül karakteristiğine sahip bu formlar neden muğlak ve ara formların bağlayamadığı köprüsüz bir uçurumla diğerlerinden kesin bir şekilde ayrıdır? Platoncu ilahiyatın kendine ait, doğanın düzenini hayvan türlerinin Formlarını da içeren mükemmel bir modele göre şekillendiren tanrısal bir sanatçı tertibatı vardır. Fakat Aristoteles bu çareden vazgeçmiştir: ideal Formların münferit varoluşunu reddeder, böylece Platon’un modelinin ortadan kalkmasıyla yaratıcının da ortadan kalkması gerekir. O zaman doğanın kendisinin mi bir ruhu vardır ve bu ruh esrarengiz bir bilinçaltı düzeyinde hareketi oluşturan bir şeyi mi hayal etmektedir? Aristoteles, “hiçbir zaman amaçsız iş yapmayan” fakat yine de bilinçli bir etmen olmayan kişileştirilmiş bir doğa resmi sunan bir dili sık sık kullanır. Buna rağmen böyle bir dilin, Timaeus‘un ilahiyatındaki kadar mitolojik olduğunun farkındadır. Bilim adamı ve biyolog Aristoteles düşüncelerini, varlığından şüphe edilmeyen nesnelerin dünyasına, tecrübenin dünyasına çağırmalıdır. Burada; doğan, büyüyen ve kendi türünü yeniden üreten yaşayan şeylerde, eğer onların oluşumunun gizini bir sezebilse, gerçeğin kalbi ve merkezi önünde duruyor olacaktır.
Aristoteles’in eldeki soruya kişisel katkısı “gerçekleşmemiş ama gerçekleşme imkânı olan”, yani “ potansiyellik” kavramıdır. Bilim insanları hâlâ “potansiyel enerji” fikri olmadan bir şey yapamamaktadırlar. Her iki kelimeye de önce Aristoteles rağbet kazandırmıştır. Potansiyel enerjinin kabul edilmesi, hiçten hiçbir şey çıkmayacağı şeklindeki kadim kuramın bir uygulaması olan enerjinin korunması prensibine zarar getirmez. Bilimin beşiğindeki ilk madde, tamamen hiçbir şeyden hiçbir şeyin oluşmaması ve mevcut olan hiçbir şeyin de kaybolamayacağı fikridir. Bu ilke enerjiye uygulandığında şu çıkar: Aşikâr bir şekilde var olan enerji yok olduğunda, aşikâr olmayan bir şekilde var olmaya devam etmelidir, gizli şekilde, yani potansiyel olarak var olmalıdır. Hakiki olmayan bir varoluşun, korunma prensibini desteklemek için icat edilmiş keyfi bir kurgudan farksız olmadığından şüphe edilebilir. Ancak, deneyim, bu hükmü destekler görünmektedir. Barut fıçısındaki potansiyel patlama gücünü yalanlamak isteyen bir şüpheci, cephaneliğe bir kutu kibritle girerse, sözünü geri alabilecek kadar yaşamayacaktır. Potansiyel varoluşun gerçekliğinin teminatı, ortadan yok olan ve gözden kaybolan enerjinin yeniden ortaya çıkabilmesidir. Kurulu bir yayın hareketsiz durgunluğunda depolanmış bir enerji vardır, fakat etkin hale getirildiğinde saatin kollarının hareket ettirilebilmesinde kullanılabilir.
Şimdi bu potansiyellik kavramını biyolojik bir probleme uygularsak, meşe ağacı Formunun potansiyel olarak meşe palamudunda bulunduğunu söyleyebiliriz. Meşe palamudu meşe ağacı olabilir ve başka bir ağaç olamaz. Bu yolla varoluşun mutlak bir başlangıcı olduğu ürkütücü fikrinden kaçabiliriz. Sonuç, başlangıçta saklı olacaktır ve sonunda genişleyip amaçlanan sonu gerçekleştirecektir. Maddeyi, Formun dışarıdan dayatılmasını bekleyen durağan ve edilgen bir yapı ya da Demokritos’un atomları gibi, sadece çarpışmanın şokuyla hareket eden, içine nüfuz edilemeyen katı topaklar olarak düşünmemeliyiz. Madde, yayın yapıldığı çelik gibi değildir; gizli hareket gücünün depolandığı kurulu yay gibidir. Aristoteles doğal bir nesneyi kendisinde hareket kaynağı bulunan bir şey olarak tanımlar. Basit cisimler veya unsurlar18 adını verdiği ateş, toprak, hava ve su bile kendilerine mahsus alana doğru hareket etme eğilimi taşırlar. Ateş yukarı, toprak aşağıya doğru. Varoluşu ister potansiyel evresinde, ister fiilî evresinde olsun, yaşayan varlıktaki bu hareket gücü, Formun kendisine atfedilebilir. Yeniden üretim sürecinde, “ hareket ettirici sebep” Aristoteles tarafından genellikle tamamen gelişmiş ebeveynde gerçekleşmiş olan özel Form ile özdeşleştirilir. Üretim eyleminde bu Form yeni bireye iletilir ve böylece, bir kez daha potansiyelden fiilî duruma gelişim sürecini taşıyacak olan güç aktarılmış olur. Böylece belirli bir Form, bitmeyen bir bireyler dizisi boyunca taşınır. Zaman içinde ölümsüz olan bir yaşamın taşıyıcısıdır; her birey doğup gelişimini tamamladıktan sonra ölecek ve yaşamı kendisinden sonrakilere verecek olmasına rağmen…
Bu yolla, türlerin Platonik Formu değişmez hakikatin göklerinden aşağıya indirilir, zamanın ve duyu tecrübelerinin akışına bırakılır. Aristoteles’e göre, Form, tamamıyla gerçekleşmiş ayrı, dışsal bir varoluşa sahip olarak düşünüldüğü sürece, kendine benzerliklerin varoluşunu sağlama gücü olamazdı. Ona göre, Platonik ideal Form gereksiz ve boş bir hipotezdi. Potansiyellik kavramı, “şiirsel metaforlara” başvurmadan ya da bir köprü misali geçici var oluşu nehrinin üzerinden geçen bir ideal gerçeklik dünyası kurmaya gerek duymadan, yaşamın gözlemlenebilir süreçlerini tasvir imkânı tanıdı.
Esas konumuza geri dönersek, bütün bu biyoloji bilimi, Platonculuktan geri kalmayacak şekilde gaye fikrinden esinlenmiştir. Tamamlanmış Form, sadece bir gelişim sürecinin son safhası olmak anlamında değil, aynı zamanda bir “iyi” ya da ”mükemmellik” olması bakımından da bir gayedir.19 Yaşamın kendini gerçekleştirmeye doğru yaptığı hareket, istediğimiz iyiliklere doğru insan arzusunun hareketi gibidir. İncelediğimiz kavram araçlarının (Aristoteles’in Form ve Maddesi, fiilî ve potansiyel) en kullanışlı ve aydınlatıcı olduğu alan biyolojidir. Aristoteles’in gereksiz tanrısal yaratıcı hipotezini ve onun modelini bu alandan çıkardıktan sonra sistemini herhangi bir Tanrı’ya ihtiyaç duymadan tamamlayacağı beklenebilirdi. Fakat biyolojiden bütün fiziksel bilimleri kapsayan alana geçince, Aristoteles Tanrı’dan feragat edemez. Bu Tanrı tam olarak gayenin mutlak amacıdır. Bu fikir Aristoteles’in zihninde o kadar köklenmiştir ki, ona doğadaki bütün hareket ve değişimi açıklamak için başvurur. Sadece yaşamın hareketinin değil, her türlü hareketin sebep veya nedeni, başlangıçta değil gayede bulunacaktır. Bir bütün olarak dünyayla ilişkisinde, bu gayenin adı, bütün her şeyi, mekanik itkiyle değil, arzu nesnesi gibi çekimle hareket ettiren, saf ve üstün Form “Tanrı’dır”.
Böyle bir varlığı ispat eden akıl yürütme, modern bilimsel zihne göre pek ikna edici değildir, dindar bilinçte de bir ürpertiye neden olur. Şöyle özetlenebilir: Nesneler var olan şeylerin ilkidir. Dolayısıyla, eğer nesneler yok olabiliyorsa, her şey yok olabilir. Fakat değişim ve zaman yok olmaz: Ne var olmaya başlamışlardır, ne de yok olabilirler. Uzayda sürekli ve bitmeyen tek değişim dairesel harekettir.20 O zaman, ebedi bir dairesel hareket olmalıdır ve böyle bir hareketi üretmek ve sürdürmek için, mahiyeti güç değil faaliyet olan ebedi bir nesne, yani maddesel olmayan saf bir Form gerekir. Deneyim bize ebedi bir dairesel hareket olduğunu göstermektedir, sabit yıldızlara sahip göğün dönüşü. Göğü hareket ettiren nedir? Demek ki, kendisi hareket etmeyen fakat harekete sebep olan bir şey olmalıdır. Bu hareket etmeyen hareket ettirici, ancak var oluşu ispat edilmiş, saf ve etkili bir Form olabilir.21 Bu Formun faaliyeti idrak edilebilir en yüksek türde olmalıdır. Bu faaliyet ebedi bir kendi kendine düşünme, bir tefekkür halidir. Tanrı’nın tefekkürüne yakın tek nesne Tanrı’nın kendisi olmalıdır. Mükemmel olduğundan hiçbir şey arzulamaz; ama mükemmel olduğundan dünyanın arzuladığı şeydir. Bu sebeple de, dönen kürelerin fiziksel hareketinin ve ay altı âlemindeki bütün formların kendini gerçekleştirmeye doğru hareketlerinin mutlak sebebidir.
Tanrının faaliyetinin düşünce veya tefekkür olduğu, akılcı tefekkürün insanlarca bilinen en yüce faaliyet şekli olmasından çıkarılmış olmalıdır. İlk Hareket Ettirici’yi tasvir ettikten sonra Aristoteles devam eder:
Gökler ve doğal âlem böyle bir ilkeye dayanır. Yaşamı da kısa bir süre için olsa bile tattığımız en iyi yaşamdır… Tefekkür faaliyeti en çok hoşa giden ve en iyi şeydir. Eğer Tanrı bizim arada bir tattığımız o iyi halde sürekli olarak bulunuyorsa bu bizim hayranlığımızı mucip olur. Eğer bizden de iyi bir haldeyse o zaman daha çok hayranlığımızı cezbeden Ve gerçekten de Tanrı daha iyi bir haldedir. Yaşam da Tanrıya aittir, çünkü düşüncenin fiiliyatı hayattır ve Tanrı bu fiiliyattır… Onun için biz Tanrı’ya yaşayan varlık, ebedi/ezeli ve en iyi olan deriz. Dolayısıyla yaşam ve süreklilik, sürekli ve ebedi/ezeli olarak Tanrıya aittir, çünkü Tanrı budur.
Tanrısal düşünce faaliyeti tefekküre dairdir, pratik değildir; kendi kendisiyle sınırlıdır, faaliyete geçmez. Faaliyetleriyle kendi dışına taşmayan, kendi kendini içeren bir şeydir. Tanrı dünyaya hiçbir şey yapmaz, dünya hakkında bilgisi bile yoktur. Tanrısal faaliyetin bu modeli açıkça insandaki karşılığından türetilmiştir. Etik kitabı, insanının amacının, kendi doğamızın esasında olan en yüce işlevin yapılması olduğunu öğretir. Sonunda bu işlev, Sokrates’in keşfettiği ve Platon’un ölümsüz olduğunu iddia ettiği o tanrısal akılcı benliğin faaliyetiyle özdeşleştirilir. Bu “sebep” ya da ruhun, bedensel organı yahut herhangi bir maddesel refakatçisi yoktur. Fakat bazen pratik bilgelikte faal olur ve yaptıklarımızı yönlendirir. Bu tarz pratik bir faaliyet, kendisinin ötesinde bir amaca araçtır; öte yandan kuramsal faaliyetin kendisi daima bir amaçtır ve dolayısıyla (diye iddia eder Aristoteles) daha değerlidir. Aristoteles’in Platonculuğa sadakati, bu bedenden bağımsız münferit ruh veya sebep doktrininde, bir kez daha göze çarpar. Bir bilim insanı olarak, hayat ilkesinden, yani ruhtan ayrı, ölümlü bedenin maddesinden ayrılmadığını söylediği ve dolayısıyla kendisi de ölümlü olan böyle bir ruha inanmak için hiçbir sebebi yoktu. Maddesinden ayrılabilen ölümsüz ruh, Sokrates ve Platon’dan miras kalan ve muhtemelen Aristoteles’in tutarlılık adına kurban etmeyecek kadar akıllı olduğu inancın, daha doğrusu imanın bir şartıdır. Aristoteles, kuramsal faaliyetin pratikten daha üstün olduğu fikrindeki coşkunluğunda Platon’dan daha Platoncudur; bu fikir onu ne evreni bilebilen ne de ona etki edebilen, fakat tüm dikkatini kendi kendini düşünmeye vermiş bir Tanrı anlayışına yöneltir.
Filozoflar tarafından “Tanrı” kelimesinin (sonuçta dini bir kelime) kendi sistemleri içinde, sevmeyi bir kenara bırakın, kimsenin tapınma nesnesi olarak bile düşünmeyeceği bir öğeyi ifade etmek için kullanılması bana her zaman talihsizlik gibi gelmiştir. Ortaçağda, skolastik rasyonalizmin ince eleyip sık dokuma kabiliyeti, Aristoteles’in tanrısıyla Incil’deki tanrının özleştirilmesi için sonuna kadar kullanılmıştır. Bu girişimlerin başarısına gelince, Katolik bir felsefecinin fikrini alıntılamayı tercih ederim. Don Miguel de Unamuno1322 Eski Ahit’in tanrısından bahsettikten sonra devam eder:
Daha sonra akıl (yani felsefe), içindeki kutsallık hissinin sonucu olarak insan bilincinde doğan bu Tanrı’nın mülkiyetini ele geçirdi, onu tanımlamaya ve bir fikre dönüştürmeye yeltendi. Bir şeyi tanımlamak, onu idealize etmek demektir, bu süreçte onun ölçülemez ya da akıldışı öğelerinin, hayati mahiyetinin soyutlaştırılması, yani özüne indirgenmesi mecburidir. Böylece, dışımızda var olan bir bilinç, eşsiz bir şahıs gibi duyulan ve aynı zamanda bizi kuşatıp hayatta tutan tanrısallık, yani hissedilen Tanrı, Tanrı fikrine dönüştürüldü.
Mantıki, aklın ürünü olan Tanrı, ens Summum, primum movens, teolojik felsefenin Ulu Varlığı… Tanrı fikrinden başka bir şey değildir, ölü bir şeydir…
Sözüm ona geleneksel olan Tanrı ispatlarının hepsi, bu Tanrı-Fikri’ne, bu mantıki Tanrı’ya, soyutlamayla elde edilen Tanrıya atıf yaparlar ve böylece hiçbir şeyi ispatlamış olmazlar, yani Tanrı fikrinin varlığından başka hiçbir şeyi ispatlayamazlar.
Kalben dindar bir zihnin, Katolik ilahiyat içine karışmış olan Aristoteles öğesine tepkisi böyledir. Gerçek şu ki, dünyanın arzusunun hedefi olarak tasvir edilen Varlık, yani arzunun amacı, arzu olarak tanımlanabilecek herhangi bir şeyi alevlendirebilecek bir nesne olmaktan çıkmıştır. Hislerin Tanrısı mantıki bir soyutlamayla rasyonelleştirildiğinde, hissin kendisi önemini yitirir ve iki maddesel parçacığın birbirini çekmesine sebep olan çekim gücü gibi, din açısından herhangi bir önemi olmayan bir şeye dönüşür. Kaderin tuhaf bir cilvesi sonucu, gaye felsefesi, dünyayla ilişkisinde, Anaksagoras’ın sistemindeki Akıl’la aynı işleve sahip bir Tanrı’yla sona erer. Sokrates, Anaksagoras’ın bu Aklı uzaydaki hareketi başlatmak amacıyla kullanmadığını görünce hayal kırıklığına uğramıştı. Sokrates dünyanın düzenini en iyisine göre kuran ilahi bir Akıl istiyordu. Platon’un mitolojik ilahiyatı bu talebi karşılıyordu; fakat Aristoteles’in Tanrısı ne dünyadaki düzeni planlar, ne de iyi bir amaç için çalışır. Tanrının kendisi, kendi mükemmelliğini tefekküre dalmış bir nihayettir. Dünyaya etkisi, yıldızların göğünün dönüşüne sebep olmakla kısacası uzaydaki hareketi oluşturmuş olmakla sınırlıdır. İlk Hareket Ettirici’nin, Anaksagoras ile başlangıçta mı yer alacağı, yoksa Aristoteles ile sonda mı yer alacağı çok fark etmiyor gibi görünmektedir. Gaye felsefesi baş aşağı edilmiş bir mekanizma haline gelmiştir. Eğer Sokrates Metafizik’i okuyabilseydi, kendisinin başlattığı yeni düşünce hareketinin sonucunu tanıyamazdı.
Bize göre, gaye ahlakının can damarının, mekanik çekimden zar zor ayırt edilebilecek bir şeye indirgenmiş “istek” olmadığı, daha yaşamsal bir his olduğu aşikârdır. Kral James Onaylı Incil’e sadık kalalım ve ona merhamet diyelim.23 Merhamet, Dante ve hocalarının, güneşi ve diğer yıldızları hareket ettiren Araor’da24, Aristoteles’in “isteği” ile kaynaştırmaya uğraştığı kayıp öğedir. Fakat bu öğe başka bir alandan gelmiş ve Dante gibi bir dâhi bile bu kaynaşmayı gerçekleştirmeyi becerememişti. Merhamet çok acı çekti, fakat tahammül edemeyeceği tek şey akılcılıktı.25 Aristoteles’in sistemi, biyoloji alanının ötesine geçip fizik ve metafiziği de kapsadığında, her sorunun bir cevabının olduğu, yoğun ve kapsayıcı devasa bir akılcılık anıtına dönüşür. Bir gün anıt mezara dönüşmek, ruhun kalıcı barınağı olamamak, böyle bir anıtın kaderinde vardır. Yunanlılar aklın, Hıristiyanlar da kalbin taleplerini öne sürdüler. Her iki talep de geçerli ve tamamlayıcıdır. Bazen eskiler tarafından modern dünyaya, eksiksiz bir yaşam felsefesinde, hem sıkı düşünmeye hem de duygulara yer olduğunun hatırlatılması gerekir.
Merhamet dışarıda bırakılırsa, gaye ahlakının gücü, onu sosyal kısıtlamalar ahlakından ayıran diğer özellikte saklı olur. Onun merkezi, büyük bir kişilikte cisimleşmiş bir idealdir; ki nadiren gerçekleşen mükemmelliğin insan doğasının üstün kabiliyetinin ötesinde olmadığının garantisi onun yaşamıdır. Antik dünya için bu kişilik Sokrates’ti. Sonraki yüzyıllarda Sokrates’ten türemiş olduklarını iddia eden ve birbirlerinin rakibi olan Stoacılar ve Epikürcüler gelir. İkisi de onu iç huzuruna ulaşmış gamsız bir adam olarak görmüş ve kendi farklı yollarıyla bunu mutluluğun sırrı olarak yorumlamışlardır.
Muhtemelen nazik Epikür’ün kendisi de mutlu bir yaşam sürmek amacıyla arkadaşlık denen merhamet türüne büyük önem verdiği için Epikürcüler daha çekicidir. Aristoteles’in donuk ilahiyatını kullanmadığı gibi, Platon’un öbür dünyadaki ahlaki cezalandırışı da onu itmiş ve korkutmuştur. Atomculuğun materyalist felsefesini, bilimsel meziyeti nedeniyle değil, insan ruhunu ölümlü kabul edip ölümden sonra ne bir ödül ne de cezaya maruz kalınacağını iddia ettiği için kabul etmiştir. Yok olunacağına dair kesin umut, dini dehşetinden mahrum bırakıyordu. Fakat böyle bir umudu çaresizlikten, hatta boyun eğişten ayırmak kolay değildir. Epikürcü tavsiyelerde kaçınılamaz bir melankoli vardır:
Öyleyse gelin, güzelliklerin keyfini sürelim, onları gençlikteki gibi hızla sarf eyleyelim. Kıymetli şarap ve yağlarla dolduralım kendimizi; baharın hiçbir çiçeğinin kaçmasına izin vermeyelim. Solmadan önce gül goncalarıyla taçlandıralım kendimizi. Şehvetten pay almadan göçüp gitmeye izin veremeyelim; neşemizin izlerini bırakalım her yerde; budur hissemiz bizim, yazgımız budur.
Stoacılarda bu muğlak tesellilerden eser yoktur. Stoacılık tutucudur, Sokrates’in bedensel hazlara olan neşeli umursamazlığına tutunur, fakat bu umursamazlığı nemrut ve kaba bir sofulukla karıştırmaya eğilimlidir. Tanrı’ya inanç ile kadere teslimiyet arasında bir fark göremez. Doğru yolda olduğuna dair sarsılmaz inancının pejmürdeliği içinde, yüzü yanılmaz bilgeliğin ve erdemin zirvesine yönelmiş bir halde yürür ki o zirveye seçkin kulların dahi tırmanma umudu yoktur.
Bahsettiğim bu sonraki felsefeler benim alanımın dışında kalıyor. Bunlardan bahsetmemin sebebi, daha önce bahsettiğim benzetmeyi tamamlamanın cazibesine karşı koyamamamdır. Sokrates öncesi bilimde, meraklı bir çocukluğun tutumunu gördük ve bazı sofistlerin ifadelerinde, otoriteye başkaldıran ergen isyanının aksanını duyduk. Sokrates, Platon ve Aristoteles’te, Yunan felsefesi sorumluluk sahibi yetişkinliğin olgunluğunu ve entelektüel gücün dolgunluğunu kazanır. Fakat mitoloji üreten hayal gücünün aşırılığı gibi, aklın aşırılığı da kendini aşmaya mahkûmdur. Geriye olgunluk çağının felsefesi, Keyif bahçesi üzerinde de Erdem’in inzivasında da aynı şekilde derinleşen bir günbatımının teslimiyetinden başka bir şey kalmaz.
Sokrates Öncesi ve Sonrası,
Francis Macdonald Cornford
Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları
İNGİLİZCE ÖZGÜN METİNDEN ÇEVİREN
A. M. CELÂL ŞENGÖR VE SENEM ONAN



