Arıza Babaların Çatlak Kızları – Ayten Kaya Görgün

Ayten Kaya Görgün’ün ilk romanı Arıza Babaların Çatlak Kızları, köyden kente göç olgusunu, Ankara’nın varoşlarında kır ve kenti iç içe yaşayan birinci ve ikinci kuşak göçmenlerin 80’lerdeki yaşam öykülerini ironik bir dille işliyor.

Anadolu’nun en sahipsiz bırakılmış ıssız köşelerinden, son umutlarını toplayıp atalarından kalma toprakları terketme cesareti göstererek, Samsun Asfaltı’ndan girdikleri bu kentin sağına soluna dağılan insanlar, kurdukları yeni mahallelerde buluştular. Yüklerini gelincik tarlalarının, papatyaların ortasına indirenler, dede yadigârı maşrapalar, bakır kazanlar, el dokuma kilimler ne var ne yoksa hepsini üçe beşe bakmadan tuğlaya, kuma, çimentoya, kazmaya, küreğe yatırdılar. El birliğiyle harcını karıp, üç duvarını ördülerse, dördüncüyü kıl kilimle çevirdikleri, çatısı gökyüzü olan tek göz damlarda “başlı-kıçlı” yattılar.

Kenti bir halka gibi çevreleyen bu çorak arazide elektrik veya su olsa tesisatçı bile olmaya aday erkekler hem mimar, hem duvar ustası, hem sıvacı, hem boyacı, hem camcıydılar… Kadınlar hem aşçı, hem taşıyıcı, hem badanacı, hem kuyu kazıcı, hem sucu, hem terzi… Çocuklar her şeydiler fakat sadece çocuk değildiler… Yine de en çabuk onlar alışmıştı kentin köye, köyün kente dönüştüğü bu silsileye. Anne-babalarından önce çözüldü dilleri. Ve onlara kılavuz olmakta gecikmediler.

Bu mahallelerde büyüyen yeni kuşağın, bir ayağında gelenekler, diğer ayağında kentin göz alıcı ışıkları takılıydı. Bir kulaklarında babalarının öğütsel yasakları, diğer kulaklarında yeni ufuklardan yayılan cezbedici sesler… Arıza Babaların Çatlak Kızları, aynı havanda dövülüp, aynı imbikte damıtılan insanların kimilerinin sirke, kimilerinin şıra, kimilerininse şarap olma öyküsünü anlatıyor… (Arka Kapak)

Kızını döven dizini döver! – Yüksel Işık
(27.01.2012 tarihli Radikal Kitap Eki)
Ayten Kaya Görgün kitabında, hayatın imbiğinden geçmiş sözlerle diyalektik materyalizmin ‘solcu muhabbetinin dumanlı havası’nın dışında da hayatla bir bağı olduğunu gösteriyor

Bir ayağı ?memleket?te olanların Samsun Asfaltı?nın sol yakasındaki Ankara?nın ünlü Çinçin Bağları?nın mezarlık yakasına konuşlanmış bir gecekonduda oturan ablamların yanına ilk geldiğimde korku dağları sarmıştı. Kocaman şehirde bir küçücük insan olarak nasıl yaşayabileceğime ilişkin sorularla başa çıkmaya çalışırken, bizim köyden farkının olmadığını fark ettiğimde ?yeni yetme? zamanlarıma da ulaşmıştım.
Problem, kabuğu çatlatmaktaymış; gerisi çorap söküğü gibi gelmişti. ?Art arda bir kaç zemheri?yi atlattıktan sonra ?bitirimlik sınavında ikmale kalmamak? için benzer konumdaki arkadaşlarla birlikte mahallenin kızlarına laf atma yarışına girmiştik. Diğerlerininkini hatırlamıyorum; benimki hemen sonuç vermişti! ?Gazamız? sonuç vermiş; arkadaşlarım nezdinde ?bitirimlik sınavı?nı geçtiğimi eve varır varmaz öğrendim. ?Sınav?ı geçmek için kullandığım söz, benden önce eve ulaşmış; torununa kol kanat geren anneannenin kim bilir gelmeden önce içinden kaç kez tekrarladığı, ?oğlunuz kızımıza?? diye başlayan cümlesini bitiremeden benim ?kol kanat gerenim? tarafından kovulmuştu.

?Namus belası?nın mağdurları!
Ben dersimi almıştım; şikâyete gelen anneannenin, bütün mahallenin ayıplayan bakışları altında gerisin geri gitmek zorunda kalmasının ballandıra ballandıra anlatılmasından çok utanmıştım. O kadar ki, bir daha benzer bir ?sınav?a girmemeye yemin etmiştim.
Benim sözüm sözdü ama mahallemizde olayların hiç eksik olmamasının benimle ilgisi yoktu. ?Şehir, milletin ?tebaatı?nı bozmuştu?! Akşam açık hava sinemasında, tuzlu çekirdek eşliğinde izlediğimiz filmin bir benzeri ertesi günlerde mahallemizde çevrilir olmuştu. Hayatın provası olmayan sürprizlerden ibaret bir oyun olduğunu anlatmak için olsa gerek, yaşlılar, doğdukları topraklardan edindikleri terbiyenin ışığında değerlendirdikleri mahalleye ?tiyatora? adını vermişlerdi.
Bütün bunları, Ayten Kaya Görgün?ün ?Arıza Babaların Çatlak Kızları? kitabını okuyunca hatırladım. Nice araştırmaların ciltler dolusu kitaba sığdıramadığı 70?li yılların bütün bir göç dalgasını keyifli bir romana sığdıran Kaya Görgün, çatısı teneke gecekondularda, sıradan kahramanların hayat hikâyelerini kara mizahla anlatıyor. Daha önce, ?ah ayna böyle çok çirkinim? örneğinde olduğu gibi damakta tat bırakan öykülerinden tanıdığımız Görgün?ün ilk romanında tanıdığınız bütün sözcüklerin yeni anlamlar kazanmasını şaşkınlıkla fark ediyorsunuz.
Daha ilk sayfada karşılaştığınız, ?Sakine, ablalarının boyunlarına taktıkları ?Ödenmiş Bedeller Kolyesi?nin tılsımıyla yeni bir yolculuğa çıkmıştı? cümlesi, romanın olağanüstü bir örgü ve söz oyunlarıyla kapılarını açacağı konusunda okuru uyarıyor.

Her şey bu kadar mı ?birbirine bağlıdır??
70?li yılların göçünü, göçün büyük kentlerde yarattığı çarpık kentleşmeyi, dünya konut literatürüne dahi olduğu gibi geçen gecekondulaşmayı, bir ressam gibi özenerek resmeden Görgün, bununla da yetinmeyip; romanın erkek kahramanı Paşa gibilerinin göçüp geldikleri yerlere dizdikleri methiyeleri, kadın kahramanı Fincan gibilerininse erkeklerinin ardını temizlemek, çocuklarıyla özellikle kız çocuklarıyla babaları arasındaki gerilimleri komşuya yansıtmamak için yaptıkları cambazlıkları da ayrıntılı fırça darbeleri yerine kullandığı sözcüklerle resmediyor. Romanı okuduğunuzda, bütün bir Tuzluçayır-Natoyolu örneğinde, İstanbul?un çeperlerini de, İzmir?in varoşlarını da ve elbette ille de Ankara?nın yakasına yapışmış konduları da hiç zorlanmadan gözünüzün önüne getirebiliyorsunuz. Her gün sokakta, evde, işyerinde, askerde, camide, cemevinde kullandığımız sıradan sözleri, büyük bir özenle giydirip sahneye çıkartan Görgün, hayatın imbiğinden geçmiş sözlerle diyalektik materyalizmin ?solcu muhabbetinin dumanlı havası?nın dışında da hayatla bir bağı olduğunu gösteriyor.
Görgün?ün romanı, bir yandan köyünden göçüp büyük şehirde rızkını arayan insanların, geride bıraktıkları topraklara olan özlemini; öte yandan taşradan taşınıp getirilen ve büyük şehirde kallavisi bulunan ?erkek egemen kültür?ün hegemonik söylemine tamamen bağımlı hale gelen ?Paşa?ların eşlerinden başlayıp kızlarıyla devam ettirdikleri baskı ve şiddeti anlatırken kara mizahı kullanıyor. Ama hepsinden önemlisi, sıradan hayatları, sıradan sözcüklerle anlatırken nasıl da sıra dışı olunabileceğine tanık oluyorsunuz.

?Öpüşmek, bana ters?
Söylemek istediğimi daha net görebilmek için romanda geçen şu birkaç satıra bakmanın yeterli olacağını sanıyorum.
?Güneş, mesaisini tamamlayarak eteğindeki son ışıkları da toplayıp gittikten sonra herkes kendi hikayesine çekilir, kimi canı sıkılanlar da yemek sonrasında akşam çayı, balkon sefası gibi son misafircilik oyunlarıyla bahçe kapılarından, balkonlardan komşu hikâyelere girerdi. Konuştukları hep aynı konulardı; çocuklarının okulu, odunun kömürün alınıp alınmadığı, tapu tahsis belgelerinin verilip verilmeyeceği, televizyondaki diziler, dizilerde dönen dolaplar ve yıllar öncesinde bıraktıkları/bırakmadıklarıydı. Ve nihayet ne olacak bu memleketin hali sohbeti uzayıp giderdi.?
Romanın karakterlerinden Haydar?a söylettirilen aşağıdaki cümle ise muhafazakârlaşan Türkiye?nin kadın ? erkek ilişkilerinin değişmez repliğini hatırlatıyor:
?Figen, ben yirmi dokuz yaşındayım artık evlenmek istiyorum. Seni çok beğenmiştim, çok güzelsin ama evleneceğim kızın benden önce başkasıyla öpüşmüş olması bana ters?.

?Çabuk eve koş?
70?li yılların gecekondusunda yaşamak, babalar için atılan her adımda memleketi özlemekse anneler içinse bazen mizah dergilerine konu olacak kadar komikleşseler de çocuklarına yaşam alanı açmak için daha fazla enerji sarfetmek anlamına geliyor. Kocasının kabalıklarının üstünü örtmek için bitap düşen Fincan?ın gerektiğinde toplumsal olaylara nasıl duyarlılık gösterdiğini, kızına yağdırdığı talimatları anlatan aşağıdaki cümleler, insanda, hayatın olağan filminden firar eden kahramanlarla karşılaştığı hissini yaratıyor. ?Çabuk eve koş/Ocağın altını karart/ Sakine?ye göz kulak ol/ Kapıyı kitle/ Sakın kimseye açma!?
Görgün, 70?lerde başlayıp, Özallı yıllarla birlikte dönüşüm yaşayan gecekondular üzerinden kadınların ve onların silik kopyaları konumundaki kızlarının yaşadığı dayanılmaz hayatı, öylesine resmediyor ki, romanın kahraman kenti Ankara, etrafını saran gecekonduların çoğundan kurtuldu ama kadına yönelik şiddet, artarak devam ediyor. Üstelik, eşini aşağılayan, sık sık şiddet uygulayan, gelecekte kendileri gibi erkeklerin eşleri olacak kızlarına şiddeti reva gören Paşa?nın tarzı bile bugünlere oranla masum kalıyor.
Ciltler dolusu kitapların anlatamadığını bir nefeste okuyup bitirebileceğiniz bir romanda okumak istiyorsanız, ?Arıza Babaların Çatlak Kızları?nı okumanızı öneririm.

Arıza babaların çatlak kızları – Serap Çakır
(Bu yazı 16 Aralık 2011 Cuma günü Birgün Gazetesi?nde yayımlanmıştır.)
Seksenli yıllar? Ankara?nın varoşlarında gelenekler ve yasaklarla dolu yaşamlarını, yeni ve daha iyi bir geleceğe dönüştürmeye çalışan kızlar ve onların daima arıza çıkaran babaları?

Türkan Şoray?la Bulut Aras?ın başrollerini paylaştığı hem duygusal hem de toplumsal mesaj içerikli Sultan filmini bilmeyeniniz yoktur sanıyorum. Bir gecekondu mahallesinde yaşayan, evlere temizliğe giden Sultan?a mahallenin bıçkın delikanlılarından Kemal kafayı takar, Sultan?ı evlenme vaadiyle kandırır. Bu arada mahallenin bulunduğu arsa satın alınır ve filmin arka planında muhtarın tabiriyle ?kıçı kırıklara? uygulanmak üzere büyük, kötü bir plan sahneye konur. Tek tek mahalle sakinleri tipik yetmişli yılların varoşlarını yansıtır. Dayakçı kocalar, fabrika işçileri, grev direnişçileri, namus bekçileri, yarı çıplak çocuklar, çeşme başında bekleşen kadınlar, Orhan Abi dinlenen minibüsler, akşamları gidilen ağlamaklı bir film?

Ayten Kara Görgün?ün ilk romanı ?Arıza Babaların Çatlak Kızları? ise seksenli yıllarını yaşayan varoş mahallelerinde dolaşır. Köyden kente göçün ikinci kuşağı da kapsadığı bir senaryoya davet eder yazar bizi. Yetmişli yıllardan itibaren değişen, değişmeyen ne varsa çarpıcı aynalarla aktarır okuyucuya. Ancak karamsar bir tablo olarak sunmaz Görgün olay örgüsünü, esprili bir dil de katar üslubuna ve ağlanacak kimi olaylara gülümseyiveririz. Kocaman binaların arkasına gizlenmiş gibi duran bu mahalle sakinlerinin ilk kuşağı, o binaların ardını pek de merak etmeden orta yaşın üstünü devirmiştir. Ama doğurdukları kızlar ve erkekler, parlak ışıklı, büyük şehirde özgürlüğün, eğitimin, çalışma hayatının ve aşkların tadını çıkarmak niyetindedir.

Ankara?nın sert kışları gibi, o küçük evlerde ilişkiler de çok sert geçer. Yalnızca kendisinin dediği olsun isteyen, öyle alışmış, hiç hayır duymamış, hiç dinlememiş birçok baba: ?Be kadın, sen bu kızı hiç uyarmadın mı, kulağını çekmedin mi? Bak, kızın başına dek pisliğe batıp gelmiş. Kes zırlamayı, sen bu yarı akıllıları böyle başıboş bırakırsan?? ?Aman kızım, sakın ha!?nın ötesine geçemeyen birçok anne: ?Tüü seni doğurduğum güne lanet olsun kız, ana lafı dinlemez, başının dikine dikine gidersen olacağı buydu.? Birçok ağabeyler, amcalar, dayılar ve enişteler? Üzerinde bunca yüke, baskıya rağmen, hata yapmaktan sakınarak, ürkek adımlarla ve merakla, bir o kadar hevesle bilmeye, görmeye, eğlenmeye hasret birçok kız?

Babalar ya en son duyar ya da hiç

?Zaman buralarda kadın kısmının çalışmasının ?ayıp? olduğu noktanın az ötesindeydi? diye başlıyor Arıza Babaların Çatlak Kızları. Ekonomik özgürlüğe kavuşmasalar da, çalışma hayatının ve sosyalleşmenin verdiği gücü hissetmeye başlayan ikinci kuşak, yeni ve daha iyi bir yaşamın varlığına inanarak baba evlerinde ayak diremeyi öğrenmektedir. Siyasetle haşır neşir olanı, üniversitede okuyanı, fabrikada çalışanıyla bu yeni nesil seksen kuşağı genç kızlar, evlerinden başlarını uzatmanın yolunu bulmuş, hayata direnen ve annelere babalara kafa tutup, üzerlerindeki baskıyı kaldırmanın derdindedir. Gelenekçi kuşağa isyanları kavgacı ve yaptıkları ?otorite? için yıkıcıdır. Dolayısıyla acıları büyük, mücadeleleri de zorludur ve bu sebepledir ki ?çöpün kıyısındaki bu yerlerde babalar çoğu şeyi ya en son duyarlar ya da hiç duymazlar. Çünkü onların gözünde kızlar hep kabahatlidir.?

Sevgi?nin Sakine?nin, Figen ve Eylem?in babaları arızalıdır yani. Bu mantıkla Hıdır?ın, Paşa amcanın kızlarına da çatlak olmak düşer. ?Sanki günlerimizi Aziz Nesin yazmış da biz de onuyoruz? diye düşünürler. Delilik sınırına vardırmadan çatlaklık çizgisinde bir oyundur onlarınki. Eylem, ormanda sevgilisiyle buluştuğu bir gün, saçına insan pisliği bulaşır, telaşla temizlemeye çalıştıkça üstü başı daha da pisliğe bulanır. Sevgilisi bu durumdan rahatsız olur ve kızın yanından hemen uzaklaşır. Eylem yürüyerek eve gecenin bir vakti varır; kızgın bir baba, ürkmüş bir anne, kaygılı bir kardeş ve umursamaz bir abla onu beklemektedir. Kendini hızlıca banyoya atar ve kapının önünde öfkeyle bekleyen babadan nasıl kurtulacağının hesaplarını yapmaya başlar.

Birazdan büyük gürültünün kopacağı bu evin birkaç adım ötesinde Paşa amcaların evinde de işler pek yolunda gitmiyordur. Fincan teyze olur olmaz konuşan kocasına küsüp odasına kapanmış, babası evin kızı Sakine?nin alnına bir kaşık fırlatmış, bununla da yetinmeyip bir tabak taze fasulyeyi kafasına boca etmiştir. Sakine de kendisini tıpkı Eylem gibi banyoya atar. Şimdi her iki kız da anlam veremedikleri bu Aziz Nesin oyununda başroldedirler. Yıkanırlar? Arınmaları, bedenlerine işleyen kötülük en azından ruhlarına işlemeden ondan kurtulmaları gerekir. Saçlarını, ellerini, ağızlarını, vücutlarının her bir noktasını suya teslim ederler. Evin hiddetinden kaçar, suyun merhametine sığınırlar.

Havası sert, ataları sert, geleneği sert bu mahallenin kadınları, doğdukları günden itibaren baş eğdikleri adamların delişmen hallerini hayra yormaktan, sabır taşını öğütmeye derman bırakmayan yaşamı, ucundan kıyısından umuda çevirmekten bıkıp usanmıştır. Yılgınlıkları suskunlukla geçen yılların içinde, sitemli gözlerinde saklıdır. Hayır ve şer Allah?tan ise, gecenin kör karanlığında gözyaşı döken bu kadınlar da, öfkesini kusmayı her akşam beceren adamlar da nasibini sabahın ilk ışıklarıyla birlikte, paylarına düştüğü kadar alacaklardır. Bir Kürt atasözünde der ki: ?Ava de seri, çı buhustek çı çar tıli? başı aşan su, ha bir karış olmuş ha dört parmak! Su taşmış, adam boyunu geçmiştir çoktan.

Ayten Kaya Görgün?ün ilk roman verimi ?Arıza Babaların Çatlak Kızları? köyden kente göç olgusunu, şehir yaşamına geçişin sancılı süreçlerini ironik bir dille işliyor. İki adamın öfkesi ve üç kadının küskünlüğüyle kurulan olay örgüsü, ?şimdi ne olacak? dedirtecek kadar ilginç bir maceraya dönüşüyor okuyucu için. Arka plandaki mahalle sakinleri ve yan karakterlerle zenginleştirilen eser, seksenli yılların dinamikleriyle resmedilmiş zorlu, bir o kadar da keyifli bir tablo çıkarıyor karşımıza. Daha önce çeşitli dergilerde öyküleri ve mizah yazıları yayımlanan Görgün?ün eseri Arıza Babaların Çatlak Kızları geçtiğimiz hafta Ayrıntı Yayınları?ndan çıktı.

Dünyanım tüm kadınları; birleşin ? Eray Ak
(Cumhuriyet Kitap, 8 Aralık 2011, Sayı 1138)
Ayten Kaya Görgün ilk romanıyla okuyucuların karşısında. Görgün bu ilk romanda, kadının toplumdaki yerini sorguluyor. Aile içindeki kadın algısını kaşıyan, kadın-erkek ilişkilerinde kadının neden hep ?ezilen? taraf olduğunu tartışan ve erkeğin bu toplumda kadına ettiği türlü eziyete rağmen neden hâlâ ?saygınlığının? sorgulanmadığı vurgusunu yapan bir roman Arıza Babaların Çatlak Kızları. Bunun yanında kimlik, dil ve aidiyet gibi uçta görülen ancak tam içte çöreklenen konuların da üstünden geçiyor. Roman, kadına yönelik şiddetin güncesinin tutulduğu bugünlerde, bugünlere nerelerden geçilip gelindiğini anlayabilmek adına 80?li yıllardan gönderilmiş bir mektup adeta.

Ayten Kaya Görgün adını daha öncelerde çeşitli edebiyat dergilerindeki öyküleri ve mizah dergilerindeki yazılarından hatırlayan olacaktır. Yazarın, mizah yazılarından öte öyküleri, edebiyatımız yeni bir ?öykücü? kazanacak dedirtirken, Görgün bir romanla okuyucuların karşısına çıktı: Arıza Babaların Çatlak Kızları.

Roman, yazarın daha önceki öykülerini ve yine bu öykülerinde yansıttığı hassasiyetlerini bilenler için çok da yabancı olmayan temalarla bezeli aslında. Genel olarak kadının toplumdaki yerini sorgulayan, aile içindeki kadın algısını kaşıyan, kadın-erkek ilişkilerinde kadının neden hep ?ezilen? taraf olduğunu tartışan ve erkeğin bu toplumda kadına ettiği türlü eziyete rağmen neden hâlâ ?saygınlığının? sorgulanmadığı vurgusunu yapan bir romanla okuyucu karşısına çıkmış Ayten Kaya Görgün. Artık gazete ve televizyonlarda kadına yönelik şiddet haberlerinin ?güncesinin? tutulduğu bugünlerde, zamanlama açısından da oldukça manidar ayrıca. Ancak Görgün?ün romanını; ele almaya, edebi bir dille sayfalara dökmeye çalıştığı bu geniş konuya rağmen sadece ?kadına yönelik şiddet? adlı bu derin havuza da hapsedemeyiz. Sayfalar ilerledikçe hiç gündemden düşmeyen başka konulara da dallarını uzatan, bir problemi sadece bir odağa bağlı tutmadan, geniş bir alana yayarak merkezine inmeye çalışan bir roman Arıza Babaların Çatlak Kızları.

?İNSAN NE KADARINI YÜKLEYİP, NEREYE KADAR SÜRÜYEREK TAŞIYABİLİR Kİ ÇOCUKLUK VATANINI??
Roman bir göç sahnesiyle açıyor kapılarını bize. Doğu illerinin birinden kalkıp Ankara?nın Mamak?ına gelen bir ailenin göç hikâyesi bu. Romanın ?giriş? bölümünde anlatılan bu göç sahnesi, aslında Arıza Babaların Çatlak Kızları?nın çok boyutlu yapısının da bir göstergesi. Romanın sadece ?kadın sorununa? endeksli bir metin haline indirgenemeyeceğinin kanıtı.
 Birçok göçmenin de hikâyesini içinde taşıyor aynı zamanda romanın bu bölümü. Kayboluşları, kaybedişleri ve tekrar kazanabilmek için verilen delice uğraşları dile getiriliyor bu girişte.

Bunun yanında gittikleri topraklara ne kadar ?yerleşseler? de hep ?göçmen? kalacaklarının vurgusu aynı zamanda giriş. Bu bağlamda ?kimlik?, ?dil?, ?aidiyet?, yani genel olarak ?kül¬tür? sorununun da kapılarının aşındırılacağı, biraz tekmelenip biraz hırpalanacağı belli ediliyor. Girişten küçücük bir parça, Ayten Kaya Görgün?ün dilinden bu konu hakkında önümüze nasıl pencere açıldığını gösterebilmek adına önemli: ?Her şeyi göze alanlar aysız bir gece vakti, yalnız kabı kaçağı, öteyi beriyi, tası tarağı, çoluğu çocuğu, yatağı yorganı, çulu çaputu değil; ellerindeki nasırı, dudaklarındaki duaları, kulaklarındaki ninnileri, içlerindeki sesleri, soludukları dağ kokusunu, dillerindeki dikenleri, dedelerinin anlattığı kaçgöç hikâyelerini, söyledikleri türküleri, akıllarındaki gelgideri, kuşkularını, kendilerinden öncekilerin sırtlarına bindirdiklerini, yaşayıp biriktirdikleri ne varsa güçleri yettiğince yüklediler kamyonun tepesine; kendileriyle birlikte. Kamyona yüklediklerinden, içlerine attıklarından daha çoktu geride bıraktıkları. İnsan ne kadarını yükleyip, nereye kadar sürüyerek taşıyabilir ki çocukluk vatanım?? (s. 6).

Sonrasında ise yaza¬rın kahramanlarına; babalara-annelere, ?çatlak kızlara? ve onların yine onlar gibi taşradan ge¬lip Ankara?nın Mamak?ına yerleşmiş kom¬şularının ?renkli? dün¬yasına doğru yol alıyor roman. Romanın hikayesi, ise aynı zamanlarda, yine aynı yerlerin farklı noktalarından ateşlenen iki ayrı olayın bir paralel düzlemde kesişmesinden doğuyor. Bu ana hikâye ise bazı yan olaylarla desteklenip omurgası sağlama almıyor. Roman da bu noktadan sonra asıl anlatmak istediği konuların çevresinde dolaşmaya, dile gelmeye başlıyor.

ÜÇ KAÇAK
 Romanın hikâyesine hız veren, eksenine oturmasını sağlayan ilk olayın kah¬ramanı Sakine. ?Balıkçıoğlu lşhanı?nın en üst katında, Avukat Aysun Abla?nın yanında işe başlamadan iki yıl kadar önce, Sakine ÖSYM duvarına çarpıp sırtüstü düşmüş ve aylarca bir böcek gibi debelenip durmuş? binlerce insandan sadece biridir Sakine. Babası Paşa amca, annesi Fincan teyze ve kardeşi Sevgi ile beraber ?mutlu mesut? yaşan tısına devam ediyordur. Annesi ve kardeşiyle beraber hemen her gün aşağılanıp dövülmeleri de mutluluklarına mutluluk katar. Ancak yeni çalışmaya başladığı iş- hanındaki avukatın bürosunda bir gün anlam veremediği bir olay yaşar. Hayatında hiç görmediği biri içeri girip onu döver ve ortada hiçbir neden yoktur. Aksi gibi bu olayı anlatıp inandırabileceği kimse de yoktur. Ne babası ne de annesi onun bu başına gelenlere inanacak değildir. Bu olayın şokuyla akşam eve gelip sofraya oturduğunda, babasının yıllardır ağzından düşürmediği Fincan teyzeye dört yüz lira başlık parası vermesi hikâyesinden ve bir ritüel haline getirdiği üç aylık maaşıyla aldığı pastırmaları kimseyle paylaşmamasından sonra ise isyan bayrağını çekip evden kaçmaya karar verir. Romanın ana hattını sürükleyen ikinci olayın başında ise Eylem var. Hıdır amcadan olma Nafiye teyzeden doğma Eylem, kardeşleri Figen ve Taylan?la birlikte ?mutlu bir ailedir?. Eylem, sevgilisi Mustafa ile birlikte geçirdiği ?mutlu? bir günün ardından akşam yemeğine saçları ?bok? içinde gelince Hıdır amcanın şartelleri atar. Eylem?in yolda düştüğünü söylemesi de yetmez Hıdır amcayı sakinleştirmeye, inanmaz buna ve kızına saldırır. Ancak Eylem kendini banyoya çoktan kapatmıştır. Hıdır amcanın kapıyı kırmasıyla da Eylem?in banyo camından kaçtığı anlaşılır. Sorun bunla da bitmez ayrıca: Eylem çıplaktır! Üzerinde bir bornozla evini terk etmiştir.
Mahallenin bu iki ?kaçağının? etrafında şekillenen romanın destekçisi ise Fincan teyze olur. O da ?gözüne dursun pastırmalar? diyerek kızından habersiz, ancak kızıyla beraber evi terk eder. Kocasının yıllardır başına kaktığı başlık parasını, yani iki inek parasını bulmak için yollara düşer ve mahalledeki kaçak sayısı üçe çıkar.

80?LERDEN MEKTUP
Arıza Babaların Çatlak Kızları?nın omurgası tüm bu ?trajikomik? olaylar çerçevesinde şekillense de alttan alttan yazarın ağzında dolaştırdığı bir ?mizah? da söz konusu. Romanda geçen olaylara ?kadın? yörüngesinden bakıldığında, her gün tanık olduğumuz dehşet tablolarının nereden, nasıl çıktığına dair de güzel bir örnek meydana getirmiş yazar. Kadın-erkek ilişkilerinde Türkiye?de yaşanan bunca zulmün nasıl anlatılacağı, nasıl insanların zihnine girilebileceği noktasında da güzel bir fikir ortaya atmış ayrıca. Ancak yazarın kadın ve erkek dünyasından doğurduğu ?tip?lerin, belli bir amaca hizmet etmek için yaratıldığı izlenimi, roman açısından bazı eksiler de getirmiyor değil. Fakat bu da romanda işlenen konuların ?ağırlığında?, geri planda kabul edilebilir durumlar arasında yer alıyor.

Romanın sadece kadın ve kadına dair sorunları içermediğini çok başka dalları da bu merkezden uzaklaşmadan yakaladığını söylemiştim. Görgün?ün değindiği bu konular da genelde ?uçta? görülen, ancak ?içte?, tam içimizde yer alan başlıklardan meydana geliyor. Bu konular ise belli bir karakter üzerinden değil de tüm karakterlere az biraz serpiştirilerek veriliyor. Özellikle ?dil? ve ?kimlik? sorgulaması romanın, kadın sorunlarından sonra değindiği konuların başını çekiyor. Bunun yanında, romanın 80?lerin boğucu atmosferinde geçmesi nedeniyle ?siyaset? de roman kahramanlarının ve atmosferinin şekillenmesi noktasında önem taşıyor.

Göçle birlikte şekillenen bir neslin geçmişiyle, yani kendi ailesi ve gelenekleriyle hesaplaşması bir diğer yanıyla Görgün?ün romanı. Bu bağlamda ?gelenek-modern? tartışması da romanın etrafında gezindiği sorunlar arasında yer alıyor. Bugün toplumda yaşananları hâlâ inatla ?gelenek?le açıklayan zihniyete de güzel bir cevap ayrıca. Kadın-erkek ilişkilerinde toplum olarak gördüklerimizi, yaşadıklarımızı anlayabilmek adına geçmişten, 80?lerden günümüze yollanmış bir mektup değerinde Arıza Babaların Çatlak Kızları.

Dönüşümün orta yerindeki kadın – Ceren Cevahir Gündoğan
(12 Ocak 2012, Star Gazetesi Kitap Eki)
Kültürel dönüşüm, söylemesi kolay, yaşanması zor bir süreç. Hele bu dönüşümün en önemli öznesinin kadın olduğunu düşünürsek… Ayten Kaya Görgün?ün Arıza Babaların Çatlak Kızları romanı, neşeli ve ironik isminin çağrıştırdığı gibi, bir kuşak çatışmasını veya kuşak ilişkilerinden çok bunu anlatıyor.

Ne ile başlar ya da başlamıştır kültürel dönüşüm? Elbette nüfus dönüşümüyle yani göçle. Köyden kente göçle ?çocukluk vatanı? gerilerde kalmıştır artık. Aynı çocukluk gibi. Şu güzel anlatımla ifade edildiği gibi:
?Her şeyi göze alanlar aysız bir gece vakti, yalnız kabı kaçağı, öteyi beriyi, tası tarağı, çoluğu çocuğu, yatağı yorganı, çulu çaputu değil, ellerindeki nasırı, dudaklarındaki duaları, kulaklarındaki ninnileri, içlerindeki sesleri, soludukları dağ kokusunu, dillerindeki dikenleri, dedelerinin anlattığı kaçgöç hikâyelerini, söyledikleri türküleri, akıllarındaki gelgitleri, kuşkularını, kendilerinden öncekilerin sırtlarına bindirdiklerini, yaşayıp biriktirdikleri ne varsa güçleri yettiğince yüklediler kamyonun tepesine, kendileriyle birlikte. Kamyona yüklediklerinden, içlerine attıklarından daha çoktu geride bıraktıkları, insan ne kadarını yükleyip, nereye kadar sürükleyerek taşıyabilirdi ki çocukluk vatanını??

Roman 80?lerde geçiyor
Köyden kente göçün birinci dalgası 1950-60?ları kapsar, ikinci dalga, kesintisiz olarak 1970- 80 yıllarında meydana gelmiştir. Aç kapitalizm canavarı ağzını açmış, yoksul gecekondularıyla sarılmakta olan kentlerde ucuz işgücünü, ?bağımsızlaşmış? emekçileri darbenin yükü binmiştir. Köyden kente göç etmiş insanlar o vahşi kapitalizm cangılının ortasında şaşkınca yollarını bulmaya çalışırken bir yandan da devlet bu cangılda geleneksel aile ilişkilerini restore etme çabası içindedir. Yani modernizmle muhafazakârlık el eledir aslında. Bu cangılda kadın sağından solundan çekiştirilir, modernizmle muhafazakârlık arasında sıkıştırılır.

?Zaman buralarda kadın kısmının çalışmasının ‘ayıp’ olduğu noktanın az ötesindeydi? cümlesiyle başlayan romanda, üniversite sınavını kazanamayıp sekreter olarak çalışan Sakine ile komşu kızı Eylem?in üniversite mezunu olan ablası Figen?in, babalarıyla ve erkek arkadaşlarıyla sorunları-konumları neredeyse aynıdır. Üniversite mezunu olmak, çalışıp kendi parasını kazanmak, kadınların bağımsızlıklarını sağlamamaktadır. Göç ederken gelenekler de eşyalarla birlikte getirilmiştir: ?Elalem ne der.? Üstelik bu sefer ?elalem? çemberi kent ortamında daha da büyümüştür. Ağzı ?torba? olmayan ?elalem? denen hayaletin tacizinden kurtulmanın tek yolu, kızların bir an evvel evlendirilip, ?malın? sağ salim kocaya devredilmesidir.

Sakine?nin altmış yaşlarındaki annesi de kocasının hışmından nasibini alır. Kocası Paşa?nın, kendisiyle evlenmek için yıllar önce ödediği başlık parasını durmadan başına kakmasına yıllar yılı sessiz kalan Fincan teyze bir akşam kaderine isyan eder. Sakine ile Fincan teyze, birbirlerinden bağımsız olarak “suskunluk gökdeleninden atlarlar?.

Konu Kültürel Kargaşa
“İlk kez Paşa amcanın hışmından korkmuyordu. ?Ava de seri; çı buhustek çı çar tıli? diye dökülüverdi kelimeler kendiliğinden. Bu kez dilinden dökülenlere şaşırdı, kendi sesini duymak için, dilinde bir çocuğun heyecanıyla daha yüksek sesle tekrarladı.

Kadınların mücadelesi temelinde yaşanan kültürel kargaşa ve dönüşüm romanın esas konusudur. Yazar bu çatışmayı romanın bütününde çeşitli biçimlerde vermektedir.
?Bak işe gitti, üç günde anarşik oldu. Akşam bana ettiği lafları bir duysaydın, ne utanmazlığım kaldı, ne kadirbilmezliğim. Babayla, atayla nasıl konuşacağını hepten unuttu.
Aah benim çocuklarım küçükken çok akıllı, usluydular; büyüdükçe, sokağa çıktıkça delirdiler.?
Burada sokak şehirdir, ilişkileri dönüştüren ve değiştirendir. Paşa amca ?büyümekle?
?sokağa çıkmayı? bir kuluçkadan çıkış süreci gibi algılamaktadır. Büyüyen civciv sokağa çıkmakta ve böylece denetlenemez hale gelmekte, dolayısıyla ?anarşik? olmaktadır. Bir bakıma, kendini yenileyemeyen, zamanın baş döndürücü bir hızla değişen değerlerine bir türlü uyum sağlayamayan ebeveynlerin kaçış cümleleridir bunlar…

Gelecekten umut yine var
Sonunda Sakine ile Eylem, kente taşınmış geleneksel yapıyı tümden reddedip evden kaçarlar. Bu bir sembol eylem gibi görünür. Yeni, özgür ve bağımsız bir hayata yolculuk gibidir romanın sonundaki otobüs yolculuğu ve roman burada biter. Hem de bizlere yanımızda taşımak zorunda olduğumuz çok sayıda soru bırakarak. Acaba geleneksel ilişkilerden kaçan ve onları reddeden bu kadınlar yeni bir kültürel emansipasyonun temsilcileri midir? Yeni hayatlarında onları ne beklemektedir? Kültürel karmaşanın ortasında yeni bir kültürel oluşumun özneleri olup özgürleşecekler midir? Daha onlarca soru… Ama romanın sonu, evden kaçan kızların geleneksel bakışın dışında, umut dolu bir geleceğe yol aldıkları gibi iyimser bir atmosferde bitiyor.

Kitabın Künyesi
Arıza Babaların Çatlak Kızları
Ayten Kaya Görgün
Ayrıntı Yayınevi
2011 Yılı
160 sayfa

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir