Arzunun Gözleri: Lolita ve Salome Üzerinden Bakışın Temsili

Vladimir Nabokov’un Lolita’sı ve Oscar Wilde’ın Salome’si, edebiyatta arzunun ve bakışın karmaşık temsillerini sunar. Bu iki eser, farklı dönemlerde ve bağlamlarda yazılmış olsalar da, insan doğasının derinliklerinde yatan arzunun, güç dinamiklerinin ve bakışın nesneleştirici etkisinin izini sürer. Jacques Lacan’ın “gaze” (bakış) kavramı, bu eserlerdeki karakterlerin birbirine yönelttiği bakışların, yalnızca görme eylemi değil, aynı zamanda özne ve nesne arasındaki güç, arzu ve kimlik dinamiklerini nasıl şekillendirdiğini anlamak için güçlü bir araçtır. Bu metin, Lolita ve Salome’yi, bakış ve arzu ekseninde karşılaştırarak, Lacan’ın teorisi ışığında çok katmanlı bir okuma sunar.

Nesneleştiren Bakışın Gücü

Humbert Humbert’un Lolita’da Dolores Haze’e yönelttiği bakış, arzunun nesneleştirici doğasını çarpıcı bir şekilde ortaya koyar. Humbert, Lolita’yı kendi fantezilerinin bir yansıması olarak inşa eder; onu bir nymphet, yani erişkin arzularının idealize edilmiş bir objesi olarak görür. Bu bakış, Lacan’ın “gaze” kavramındaki nesneleştirme sürecini yansıtır: Özne, bakışı aracılığıyla diğerini kendi arzularının bir aynası haline getirir. Lolita’nın kendi öznelliği, Humbert’in bakışında silinir; o, yalnızca Humbert’in arzularının bir yansımasıdır. Bu durum, etik bir sorgulamayı da beraberinde getirir: Bakış, bir başkasını nesneleştirerek onun özerkliğini yok mu eder? Salome’de ise bakış, daha karmaşık bir güç oyununun parçasıdır. Salome, Iokanaan’a (Vaftizci Yahya) yönelttiği bakışla hem arzusunu ifade eder hem de bu arzuyu bir güç aracı olarak kullanır. Ancak, Herod’un Salome’ye yönelttiği bakış, onu aynı zamanda bir arzu nesnesine indirger. Lacan’ın bakış teorisi burada, özne ve nesne arasındaki sınırların bulanıklaştığını gösterir: Salome, hem bakan hem de bakılan konumundadır, bu da onun hem güçlü hem de kırılgan bir figür olmasına yol açar.

Arzunun Çelişkili Doğası

Lolita’da arzu, Humbert’in saplantılı ve yıkıcı tutkusu üzerinden işlenir. Onun Lolita’ya duyduğu arzu, bir yandan estetik bir hayranlık gibi sunulurken, diğer yandan derin bir ahlaki çöküşü temsil eder. Lacan’ın bakış kavramı, bu arzunun yalnızca Humbert’in kendi eksikliğini doldurma çabasını yansıttığını öne sürer. Humbert’in Lolita’ya bakışı, kendi kayıp nesnesini (objet petit a) yeniden bulma arzusudur; ancak bu nesne, gerçek bir kişi olan Dolores’in ötesinde, yalnızca Humbert’in zihninde var olan bir idealdir. Bu, arzunun asla tam anlamıyla tatmin edilemeyeceğini gösterir. Salome’de ise arzu, daha teatral ve sembolik bir düzlemde işlenir. Salome’nin Iokanaan’a duyduğu arzu, dinsel ve dünyevi olanın çatışmasını temsil eder. Onun bakışı, Iokanaan’ı hem bir kutsal figür hem de bir arzu nesnesi olarak konumlandırır. Ancak, Salome’nin arzusu, Iokanaan’ın başını istemesiyle ölümcül bir boyuta ulaşır. Lacan’ın bakış teorisi, Salome’nin arzusunun, kendi benliğini inşa etme çabası olduğunu gösterir; ancak bu çaba, nihayetinde kendi yok oluşuna yol açar. Her iki eserde de arzu, hem özgürleştirici hem de yıkıcı bir güç olarak ortaya çıkar.

Toplumsal Normların Ağı

Lolita ve Salome, toplumsal normlar ve tabularla çevrili figürlerdir. Lolita’da Humbert’in arzusu, 20. yüzyıl Amerikan toplumunun ahlaki ve hukuki sınırlarını ihlal eder. Onun bakışı, yalnızca Lolita’yı nesneleştirmekle kalmaz, aynı zamanda toplumu bir ayna gibi kullanarak kendi saplantısını meşrulaştırmaya çalışır. Ancak, bu bakış, toplumsal normlar tarafından sürekli olarak sorgulanır ve mahkûm edilir. Lacan’ın bakış teorisi, burada toplumsal bakışın (Other’ın bakışı) Humbert’in kendi özne konumunu nasıl tehdit ettiğini gösterir. Toplum, Humbert’in bakışını yargılayarak onun kimliğini yeniden tanımlar. Salome’de ise toplumsal normlar, dinsel ve siyasi otorite üzerinden işler. Salome’nin Iokanaan’a yönelttiği bakış, dönemin dinsel tabularına meydan okur. Onun arzusu, hem kutsal olanı hem de dünyevi olanı altüst eder. Ancak, Herod’un ve sarayın bakışı, Salome’yi bir suçlu ve günahkâr olarak damgalar. Lacan’ın bakış teorisi, bu bağlamda, bireyin kendi arzularıyla toplumsal beklentiler arasındaki çatışmayı nasıl deneyimlediğini açıklamak için güçlü bir çerçeve sunar.

Dilin ve Anlatının Rolü

Lolita’nın anlatısı, Humbert’in kendi bakışını ve arzusunu meşrulaştırmak için kullandığı bir araçtır. Nabokov’un dil kullanımı, Humbert’in bakışını estetize eder; ancak bu estetik, aynı zamanda okuyucuyu Humbert’in ahlaki suçluluğuyla yüzleşmeye zorlar. Dil, Humbert’in Lolita’yı nesneleştiren bakışını hem güçlendirir hem de eleştirir. Lacan’ın bakış teorisi, dilin, öznenin kendi arzusunu yapılandırma biçimi olduğunu öne sürer; Humbert’in anlatısı, bu anlamda, kendi eksikliğini gizleme çabasıdır. Salome’de ise Wilde’ın dili, daha şiirsel ve teatral bir yapı sunar. Salome’nin Iokanaan’a yönelttiği sözler, onun bakışını ve arzusunu ifade eden bir araçtır. Ancak, bu dil aynı zamanda Salome’nin trajik sonunu hazırlar. Wilde’ın anlatısı, Salome’nin bakışını hem yüceltir hem de mahkûm eder. Lacan’ın teorisi, dilin, bakışın ve arzunun birbiriyle nasıl iç içe geçtiğini gösterir; her iki eserde de dil, karakterlerin arzularını hem görünür kılar hem de onların yıkımına yol açar.

Bireysel ve Kolektif Kimlik

Lolita ve Salome, bireysel arzuların kolektif kimliklerle nasıl çatıştığını gösterir. Humbert’in Lolita’ya yönelttiği bakış, yalnızca kişisel bir saplantı değil, aynı zamanda modern toplumun tüketim kültürü ve gençlik fetişizmiyle de bağlantılıdır. Onun arzusu, bireysel bir trajediden çok, toplumsal bir eleştiri olarak okunabilir. Lacan’ın bakış teorisi, Humbert’in bakışının, yalnızca Lolita’yı değil, aynı zamanda modern toplumun değerlerini de nesneleştirdiğini gösterir. Salome’de ise bireysel arzu, dinsel ve siyasi otoriteyle çatışır. Salome’nin Iokanaan’a yönelttiği bakış, onun kendi kimliğini inşa etme çabasıdır; ancak bu çaba, kolektif normlar tarafından bastırılır. Lacan’ın teorisi, burada, bireyin kendi benliğini inşa etme çabasının, her zaman Öteki’nin (toplumun, otoritenin) bakışı tarafından şekillendirildiğini gösterir. Her iki eserde de bireysel arzu, kolektif kimliklerle çatışarak trajik bir sonuca yol açar.

Zaman ve Mekânın Etkisi

Lolita’nın 20. yüzyıl Amerika’sında geçen hikâyesi, modernitenin bireysel arzular üzerindeki etkisini yansıtır. Humbert’in Lolita’ya bakışı, tüketim toplumunun nesneleştirici bakışıyla paralellik gösterir. Mekân, Humbert’in saplantısını hem mümkün kılar hem de sınırlar; Amerika’nın geniş yolları, onun Lolita’yı “ele geçirme” fantezisini besler, ancak aynı zamanda onun kaçınılmaz yakalanışını hazırlar. Salome’de ise mekân, sarayın kapalı ve boğucu atmosferiyle sınırlıdır. Bu mekân, Salome’nin bakışını ve arzusunu yoğunlaştırır; ancak aynı zamanda onun trajik sonunu kaçınılmaz kılar. Lacan’ın bakış teorisi, zaman ve mekânın, özne ve nesne arasındaki ilişkiyi nasıl şekillendirdiğini gösterir. Her iki eserde de zaman ve mekân, bakışın ve arzunun hem yaratıcısı hem de yok edicisidir.

Bakışın Sonsuz Döngüsü

Lolita ve Salome, bakış ve arzunun insan deneyimindeki karmaşıklığını ortaya koyar. Lacan’ın “gaze” kavramı, bu iki figürün hem özne hem nesne olarak nasıl işlediğini anlamak için güçlü bir araçtır. Humbert’in Lolita’ya yönelttiği bakış, onu nesneleştirirken kendi eksikliğini de açığa vurur; Salome’nin Iokanaan’a bakışı ise hem güç hem de yıkım getirir. Her iki eserde de bakış, yalnızca görme eylemi değil, aynı zamanda kimlik, arzu ve güç dinamiklerinin bir yansımasıdır. Bu karşılaştırma, arzunun ve bakışın, bireyi hem özgürleştiren hem de mahkûm eden bir döngü olduğunu gösterir. Bu döngü, insan deneyiminin temel bir parçası olarak, edebiyatın ve felsefenin sonsuz bir sorgulama alanı olmaya devam eder.