“Bir varmış bir yokmuş…
Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde…
Pireler berber iken, develer tellal iken,
Ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken…” diye başlardı çocukluğumuzun gün ve gecelerini süsleyen hikayeler, destanlar öyküler. Daha sonra modernleşme aldı bu binlerce yıllık sözlü edebiyat geleneğin yerini! Hikâye ve masal anlatıcıların yerini ise radyolar, Tv’ler ve daha sonra bilgisayar, telefon internet derken sözlü edebiyat neredeyse göçtü bizim çağımızdan eski çağlara! Artık sadece nenelerimizin, dedelerimizin bildiği güzel, naif ve efsunlu efsaneler olarak kaldı eski taş duvar köy ve kent duvarlarının çatlaklarında yankılanan…
Eskiden sözlü anlatım geleneği vardı ediplerin, bilgelerin heybelerinde, dillerinde ve divanlarında. Sözle edep u erkan eylerdi bir cümle ahaliyi, geleceğe hazırlarlardı. Kadir u kıymetleri baş-göz üstüneydi masalcıların, hikayecilerin çirokbejlerin…
Bu masal ve hikâye kahramanı kimi kültürde Nasreddin Hoca, Kimi kültürde Şehriyar, kimilerinde La Fontaine kimilerinde Behlûl ve niceleri… Masalın ve masalcının dili değişse de içeriği, yani meramı ve gayesi hiç değişmezdi. Olay ve musibetleri öğretici bir şekilde halk ibret alsın diye anlatılırdı. Ve tüm bu anlatımlarda hiç eksik olmayan ‘iyilik ve kötülük’, ‘karanlık ve aydınlık’ ikilemlerin kavgası, mücadelesi vardı. Her halk ve coğrafya kendi zihin, duygu, gelenek ve kültürüne göre bu masal-hikayelerine dillerindeki adıyla bir kahraman yaratmış ve onun diliyle anlatmış ya da yaşanmış gibi anlatırdı. Ama özü itibariyle hepsi aynı kaynaktan beslenmekte ve aynı amaca hizmet etmekteydi: toplumun manevi değerlerini korumak, geliştirmek…
Bu masallardan biriyle eski günleri yad edelim istedim:
Bir varmış bir yokmuş. Zamanın birinde, dağların, vadilerin arasında hüküm süren bir Mir varmış. Mir’in gücü kudreti yerinde, zenginliği ve serveti dillere destan, emri baki, kılıç kadar keskin katılığıyla nam salmış biri imiş. Mir’in bir de dünyalar güzeli Stî adında bir kızı varmış. Stî güzelliği, dilberliğiyle çevreye nam salmış. Çevrenin tüm gençleri çevresinde pervane, divanelermiş. Bir görüşüne, bir bakışına, bir kelamına dünyaları yıkar, dünyaları kurarlarmış. Fakat babasının korkusundan kimse Stî’ye ne yaklaşmaya ve ne de ona talip olmaya, buna cesaret etmeye yelteniyormuş!
Mir’in bir de acımasız, gaddar, merhamet ve şefkatten yoksun, bir o kadar kurnaz, hilebaz Felemez adında bir yaveri varmış. Allah etmeye ki Felemez birine belasını sürsün, biri onun yoluna çıksın; feleğin tüm hilesini onun başına çorap gibi örer, dünyadaki ışığını söndürürmüş!
Bir de Mir’in ordusunda boylu poslu, endamlı, süvari, iyi avcı ve savaşçı Behlûl adında bir cengâver varmış. Mir, onu bu cömert ve yiğitliğinden dolayı severmiş fakat Felemez’in telkinleri sonucunda bir gün onu arkadan vuracak, onun yerini alacak diye ona karşı soğuk mesafeli ve sertmiş.
Gel zaman git zaman Mir, Behlûl’ü sarayına her çağırdığında Behlûl sarayda Stî’yi görür, bu gidiş gelişlerinde birbirlerine sevdalanırlarmış. Fakat Behlûl sadece Mir’in bir emir eri, bir cengaveridir, ne mümkün ki böyle bir şeye açıktan yeltenebilsin!
Gün geçtikçe Behlûl ile Stî’nin aşkı büyür ve artık dayanılmaz bir raddeye ulaşır. Behlûl bir hal çaresini bulması gerek yoksa sevdasından heder olacaktır. Hem Stî hem de Behlûl günden güne sevdalarında mum gibi erimekteler.
Çok geçmeden Behlûl ve Stî’nin bu halleri çevrelerinin gözünden kaçmıyor, herkes sevdalarından haberdar olur, Felemez’in kulağına da gider!
Mir’in yaveri Felemez hem hasedinden hem de Behlûl’ün açık sözlü, cömert ve mertliğinden dolayı onu pek fazla sevmezmiş. Zira bu konularda sürekli yolları kesişiyor, karşı karşıya gelirlermiş. Behlûl ve Stî’nin aşkları Felemez’in kulağına gidince, mevzuya kulak kabartır, iyice araştırır, takibe alır ve emin olduktan sonra konuyu Mir’in huzuruna götürmüş. Zira söz konusu Mir’in kızı ve onun bir neferinin münasebeti, eğer doğru çıkmasa Felemez kellesinden olabilir.
Felemez Mir’in huzuruna çıkarak konuyu etraflıca ona anlatır ve alınacak önlem ve tedbirleri Mir’e fısıldar. Mir, ilk önce mevzu çok fazla büyümesin, duyulmasın etrafa yayılmasın, ‘rüsva’ olmayayım diye, tedbirleri Behlûl ve Stî ile sınırlı tutar. Her ikisiyle ayrı ayrı konuşarak ‘böyle bir şeyin dedikodu olsa bile asla kabul ve affetmeyeceğim, bir daha kati suretle böyle bir şeyi duymayacağım, dolayısıyla bundan böyle hiçbir yerde hiçbir şekilde görüşmeyeceksiniz’ der ve onları birbirine men eder!
Lakin aşk bu ne ferman dinler ne yasak! Her iki aşık Behlûl ile Stî birbirini görmenin, buluşmanın bir yolunu bulurlar bulmasına fakat, su uyur Felemez uyumaz! Mir’in emri ile onların gölgesi gibi peşlerindedir. Bir hafiye gibi gizliden gizliye her hareketlerini takip eder ve Mir’e aktarır, durum hakkında ona telkin ve öneriler sunar.
Mir, Felemez’e ne yapılması gerektiğini sorar ve Felmez;
– Mir’im, birisi sizin kızınız, birisi ise gözde cengaveriniz. Böyle giderse adınızı kötüye çıkaracaklar. Ne kadar yasak ve tedbir alırsanız da onlar bir yolunu bulup bunu aşacaklardır, buluşmaya çalışacaklardır. Birileri görürse söz olur rüsva oluruz. Zaten aşkları tüm memlekette duyuldu, herkes biliniyor. Eğer ki açıktan bir cezalandırma yaparsanız, ahali Behlûl’ü sever, bir de sevda konusunda millet hassastır size tepki duyar iyi olmaz. Bunun yerine öyle bir şey yapın ki Behlûl kendisi vazgeçsin!
– Peki ne yapalım nasıl yapalım, sen ne dersin?
– Mir’im aciz kulunuz bana sorarsanız, ben derim ki şöyle yapın: Tellal çıkarın, duyurun ve deyin ki ‘bir yarışma düzenleyeceğim bu yarışmada kim birinci gelirse kızımı ona vereceğim’…
– Felemez ağzından çıkanı kulağın duyuyor mu, Behlûl’ü tanımıyor musun? Onu alt edecek bir süvari, savaşçı, avcıdır ya da cengâver var mıdır, onu yenecek bir delikanlı yörede tanımıyorum. Hangi yarışmayı düzenlersek düzenleyelim yine Behlûl kazanacak. Mirler, Begler, Paşalar kızımı istedi vermedim. Ellerimle kızımı Behlûl’e teslim etmemi mi istiyorsun!
– Mir’im müsaade ederseniz yarışmanın nasıl ve ne olacağını açıklayayım. Evet lütfettikleriniz doğrudur, memlekette Behlûl’ün belini bükecek, sırtını yere değdirecek bir yiğit yoktur, fakat siz farklı bir yarışma düzenleyeceksiniz. Kış ayındayız, zemheri ayazlar yaklaşıyor. Siz duyuruyu yaptıktan sonra yörenin tüm delikanlı ve yiğitleri talip olup geleceklerdir. O zaman yarışma ve rekabeti açıklarsınız. Yarışma da şu olsun. Dersiniz ki ‘kim ki akşamda sabaha kadar açık havada gece su havuzunda kalırsa kızımı, göz nurumu Stî’yi ona vereceğim’. Zaten Behlûl kesin katılacaktır. Yarışmanın ne olduğunu duyduğunda eğer vazgeçerse, zaten kendisi vazgeçmiş olur ve bir daha Stî’ye yanaşma cesaretini gösteremez. Gösterse de her türlü cezayı verme hakkınız doğar. Yok eğer sevdası uğruna o havuza girerse bırakın sabaha kadar ayaz gecede buzlu su havuzunda dayanabilmek, hiçbir Allah’ın kulu bir saat bile kalamaz ya donarak ölür ya da vazgeçer. Her halükârda siz kazanmış olursunuz ve bu tatsız olayın önünü almış olursunuz…
Bu fikir Mir’in aklına yatar, Felemez’in acımasız plan ve tuzağına onay verir ve duyuruyu yaptırır. Tellallar duyuruyu yapar ve günü gelir çatar. Bekledikleri gibi yörenin tüm delikanlı ve kendine güvenen yiğitleri sarayda toplanır, Mir’in açıklayacağı yarışma ve kuralları beklemeye koyulur. Tatbikî Felemez’in öngördüğü gibi Behlûl, en ön safta yerini alır ve kararı beklemeye koyulur.
Mir acımasız yarışmayı ve kurallarını açıklar ve günü belirler, ‘kim ki akşamdan sabaha kadar hakemler ve şahitler huzurunda açık havada su havuzunda elbisesiz beklerse, hiç havuzdan çıkmasa, kızım Stî’yi ona vereceğim.’
Mir’in bu duyurusu birçok delikanlı hayal kırıklığına uğrar ve arkalarına dönerek evlerine giderler. Ama Behlûl aşık, Behlûl sevdalı! Sevdasının sıcaklığı sarmıştır onu ve kanı kaynamaktadır. Dolayısıyla tereddüt etmeden katılmaya karar verir.
Mir ve Felemez bu karara şaşırmazlar elbette, sadece birbirine bakarak muzip bir tebessüm ederler birbirlerine ve ellerini ovuşturarak, ‘tamam bu iş hal oldu galiba’ derler içlerinden…
Behlûl yarışmaya katılma kararı verdikten sonra, birkaç cengâver daha gururuna yedirmeyerek bende katılacağım der, der demesine ama nafile!
Günü gelir, şartlar hazırlanır, şahitler ve hakemler hazır olunur ve yarışma akşam gece kararmadan onların nezaretinde başlar. Başlar başlamasına fakat daha bir-iki saati bile doldurmadan diğer delikanlılar bir bir havuzdan çıkar, dayanamazlar donmaya başlayan suda! Tek başınadır Behlûl artık ayazın mayalamaya başladığı su havuzunda. Ölesiye girmiş bu yola; zira onun için Stî’siz bir yaşam zaten ölümden beterdir!
Hakemler, şahitler, ailesi yalvarır yakarır Behlûl’e; “donacaksın, öleceksin, akıl karı değil, kim duymuş kışın zemherinde buzlu su havuzunda insan sabaha kadar dayanmış! Allahlın kulu bunu yapamaz, dayanamaz, vazgeç” derler Behlûl’e ama nafile, o koymuştur kafasına, yüreğine, kalacaktır! Gecenin geç saatlerinde izleyiciler bir bir çekilir evlerine, bir tek şahitler, hakemler, gözleri bir gardiyan gibi uzaktan Behlûl’ü hapseden ve çoktan fermanını imzalayan Felemez, bir de bedeni buzlu su havuzunda ama ruhu, duygusu, kalbi Stî’nin yanında, onun aşk divanında olan Behlûl kalmıştır ayaz giyen gecede, dolunay ve şavkıyan yıldızların şahitliğinde! Gecenin yarısından sonra zerre kadar inancından ve kararlığından taviz vermeyen Behlûl’ü gören Felemez, hareketsiz kalan bedeninden artık bu dünyadan göçmüştür rahatlığıyla sabahı iple çeker. Nasıl olsa sabah olacak koşa koşa gidip zaferini Mir’e ulaştıracak ve sevenlerin muradını çalma amacına ulaşacaktı!
Ruhu ve kalbi bu dünyanın sınırlarını aşmış Behlûl, çok uzaktan gördüğü titrek ışığa gözerini, bakışlarını dikerek, o ışığın siluetine Stî’ninkini yerleştirerek onu kendine sarmaktadır, onlarca kilometre öteden. Belki de bu buzlu suda olan Behlûl gibi üşüdüğü için titreyen ışığa yerleştirdiği Stî’nin gözerinde umut nakşetmiştir kim bilir, yoksam kim dayanabilir ki bu ateşten daha çok fazla yakan zemherin, ayazın soğuğunda gizlenen ateşi…
Sabah olur Felemez’in gözerine uyku girmemiştir, iple çekmiştir sabahı. Ayaz gecenin şafağında daha cümle kuşlar uyanmadan Felemez kapısında Belirir Mir’in. Mir uyanır ve Felemez’e gidip Behlûl’ün akıbetini öğrenmesini emreder. Oysa Felemez çoktan haberdardır vukudan. Felemez gider şahit ve hakem heyetinden durumu teyit ettirir. Heyet umutsuz bir şekilde gece boyu suda kaldığını ve hiçbir yaşam emaresi göstermediğini salık verirler. Heyet Felemez’in talimatıyla gider Behlûl’ü havuzdan çıkarır çıkarmasına fakat Behlûl bir buz kütlesi, bir kütük gibi, bir taş gibi donmuş haldedir. Şahdamarını kontrol eder hekimler ve hayretler içinde Behlûl’ün yaşadığını fark ederler. Kalbi atıyordur ama onun dışında hiçbir yaşam emaresi yoktur. O an orada Behlûl yerine sanki Felemez ruhunu teslim eder gibi öfkeden deliriyor. Lakin yapacak bir şey yok, her şey kuralına, nizamına göre yapılmıştır. Ne bir hile ne bir aldatma vardır. Dolayısıyla Felemez’in yapacağı bir şey yoktur. Hem bunca kişinin karşısında hem de Mir’in korkusundan bir şey yapmaya yeltenmez. Mecburen istemediği sonucu kabul etmek zorunda kalır…
El mahkûm, Felemez şahit ve hakem heyeti nezaretinde Behlûl’ü alır getirirler. Tez elden haberi Mir’e verir Felemez. Mir hayretler içindedir, inanmaz, inanmak istemez. Gider gözleriyle bakmak ister, görür ve koşar adımlarla oradan uzaklaşır. Yapacağı bir şey yoktur, bağrına taş basıp sözünün gereklerini yerine getirmesi gerekir artık. Sözünden cayması onun itibarının zedelenmesi, sözünün ve hükmünün bir kıymetinin kalmaması demektir. Dolayısıyla Behlûl ile ilgilenilmesini ve kendine geldiğinde de huzuruna çıkarılmasını emreder.
Behlûl kendine geldikten, gücünü kuvvetini topladıktan sonra artık Mir’in karşına çıkmak, Stî’yi Allah’ın emriyle ondan almak için sabırsızlanır. Mir ise Behlûl’ün bu olağanüstü dayanma irade ve dirayetini onurlandırmak ve düğün dernekle Stî’yi Behlûl’e vermek için tüm ahaliyi davet ederek dillere destan bir düğün şöleni için hazırlık yapılması emrini vermiştir. Artık her şey tamamdır tamam olmasına, lakin feleğin daha bir sillesi kalmıştır Behlûl’e!
Felemez kara kara düşünüyor, bir hile bir dolap çevirmenin yollarını aramaktadır ama nafile, yok bunun bir gerekçesi. Son olarak Mir’e öğüt vererek Behlûl’e bunun sırrını, nasıl başardığını sormasını ve eğer bir açığını yakalarsa, ‘hile yaptın’ diyerek sözünden meşru olarak cayma gerekçesi yaratmasını fısıldar…
Stî hazırlanır, düğün dernek kurulur, Behlûl Mir’in huzuruna çıkarılır. Tüm divanın gözü ve kulağı Mir’in ağzına bakmaktadır. En nihayetinde Mir, Behlûl’e;
– Behlûl, kızım Stî’yi sana vereceğim, hakkettin. Şanınıza layık bir düğün dernekte yapıyorum görüyorsun. Fakat bize anlat bakalım Behlûl, bunu nasıl başardın, o sudan donmadan nasıl hayatta kaldın, sağ çıktın? Bunun hikmeti, sırrı nedir, bize açıkla ki yedi düvele nasıl bir yiğit olduğunun namını yayalım. Şimdiye kadar ne duyulmuş ne görüşmüş şeydir bu yaptığın şey?
– Mir’im dediğiniz doğrudur, her yiğidin harcı değildir, karakışın ayazında, bir karış buz tutan su havuzunda sabaha kadar üryan kalmak! İnsan üstü bir irade gerekir, bunu da aşk yaptırır ancak insana… Ben o suda iken Stî’yi, Stî’nin aşkının sıcaklığını düşündüm, gözlerimi uzak, çoook uzakta yanan titrek bir ışığa diktim ve onda Stî’nin gözlerini, yüreğini gördüm, öyle dayanma gücü gösterdim. O ışıkta gördüğüm Stî’nin gözlerini ve atan kalbini kendime sardım ve hayatta kaldım…
Bunu der demez Felemez Mir’in kulağına eğilerek fısıldar ve bir süre sonra Mir hiddetle ayağa fırlayarak Behlûl’e;
– Sen hile yapmışsın, kuralları çiğnemişsin! O ışıkla kendini ısıtmışsın. Ondan dolayı sağ kalmışsın. Bu belirlenen kavlin ve kuralın ihlali, söze bağlı kalmamadır. Bundan dolayı verdiğim sözü geri alıyorum ve Stî’yi sana vermiyorum. Canını bağışlıyorum. Ama seni topraklarımda istemiyorum, seni buralardan sürüyorum…
*** *** ***
Behlûl, Mir’in topraklarından sürgün edilir edilmesine de kaderin cilvesi, oyunu bitmemiştir daha. Fakat bu sefer sillesini Behlûl değil, onu bu hale getiren, uğruna ölümü göze alan aşkını ondan alan, sözünde durmayanların yüzüne çarpacaktır ve Behlûl’ün yüzüne gülecektir…
Behlûl sürgün edildikten sonra başka diyara gider, orada yaşamaya bir hayat kurmaya başlar. Behlûl akıllı, güçlü, yetenekli ve kuvveti yerindedir. Kısa bir sürede gittiği bu yeni yurdunda tutunur, işi rast gider. Bir zaman sonra bu bilgi ve yeteneklerinden dolayı gittiği yeni memleketinde hatırı sayılır varlıklı biri olur, ev bark sahibi, kasır ve konakların sahibi olur. Yıllar geçtikçe zenginliğine zenginlik katar, cömertliğiyle nam salar. Yedi katlı bir kasırda oturur. Öyle olur ki çevre Begleri ve Mirleri arasında hatırı sayılır bir nüfuzu olur; savaş ve kıtlık zamanlarında onlara borç para, mal ve gıda verecek kadar varlıklı hale gelir…
Behlûl’ün dünyasında hal bu iken, kader yüzüne gülmüşken, Stî’nin diyarında tersine gider, zaman baş aşağı akar Mir’in topraklarında. Mir’in yurdunda fakirlik ve dolayısıyla kıtlık baş gösterir. Ahali huzursuzdur, Mir tedirgin! Mir tüm servetini ve malını tüketmiştir fakat baş aşağı gidişi durduramamış, yoksulluğu, kıtlığın önünü alamamıştır bir türlü.
Mir vezirleriyle istişareden sonra durumun iyiden iyiye kritik bir hal aldığını öğrenir. Dolayısıyla yaveri Felemez’i çağırır ve neler yapılabilir konusunda Felemez’e akıl sorar. Felemez bil cümle çevrede olup bitenden, uçan kuştan, börtü böcekten haberdardır nasıl olsa. Felemez’de hile hurdanın bini bir para, her türlü oyun ve tezgâh bulunur onun akıl küpünde! Mir Felemez’e, ‘durumu görüyorsun, eğer bir hal çaresini bulamasak, geleceğimiz iç açıcı görünmüyor. Bu yılı atlatsak gelecek yılın hasat ve harç u baçlarıyla durumu toparlarız’ der ve Felemez’e bir şeyler yapılması gerektiği emreder. Bunun için çevrenin varlıklı Mir ve Beg’lerinden bu yılı idare etmek için borç olarak gıda vs. ahalinin geçini sağlayacağı gereçleri temin etmeyi düşündüğünü söyler Felemez’e…
Felemez ise Mir’i beklemeden bir hafiye gibi çoktan çevre malumatlarını edinmiş, Behlûl’ün bilgisini almış, durumundan haberdardır. Dolayısıyla Mir’e, ‘Mir’im aslında bir fikrim var ama siz nasıl karşılarsınız bilemedim, ondan dolayı söylemeye cesaret edemedim. Behlûl’ü hatırlarsınız, yıllar önce Mir’in topraklarını ona men edip buralardan sürmüştünüz. Aldığım malumatlara göre Behlûl gittiği yerde kısa zamanda iyi bir duruma gelmiş, varlıklı ve nüfuzlu biri durumuna gelmiş. Saray ve kasırlarda yaşıyormuş. Durumu o kadar iyiymiş ki sizin gibi yöredeki birçok Mir’e gıda ve maddi olarak borç veriyormuş. Bizim bu durumumuz vuku bulunca, araştırdım soruşturdum yöre yurttaki tüm Mir ve Beg’ler de hemen hemen bizim gibi dardalar. Ben de düşündüm ki eğer sizde münasip görürseniz Behlûl’den borç ve yardım talep edelim…
Mir önce kati suretle Felemez’in bu önerisini ret eder. Fakat durum pek iç açıcı değil ve gittikçe daha da kötüleşmektedir. Dolasıyla Mir düşünür taşınır, ölçer tartar ve en sonunda Felemez’in dediğine gelir ve Behlûl’den borç istemeyi kabul eder. Mir Felemez’i çağırır ve ‘vezirlerimden bir heyet topla git Behlûl’den bir yıllığına bizi idare edecek kadar borç gıda ve ihtiyaç temin et’ der. Fakat Felemez Mir’in bu emri karşında suskun ve tavırsız kalınca Mir şaşırır Felemez’in bu durumuna. Normal şartlarda daha Mir’in sözü bitmeden fırlar gereklerini yerine getirir. Felemez’i bu halde gören Mir ne olduğunu sorar. Felemez çoktan girişimde bulunmuş, Behlûl’e haber vermiştir. Behlûl duyar duymaz gün bugündür deyip taleplerini karşılayacağını, ‘fakat bir şartla, Mir’in kendisi ve vezir heyetiyle beraber gelip sarayımda kendisi isteyecek, ancak öyle veririm’ demiş. Mir, bunu duyunca önce Felemez’e ondan habersiz böyle bir şey yaptığı için öfkelense de başka seçeneği olmadığı için naçar kabul etmek zorundadır. Dolayısıyla Felemez’e gerekli hazırlıkların yapılması emrini verir…
Gün ola, devran döne, umut yetişe dağlarının ardında… Gün olmuş devran dönmüş, vakit gelmiştir zulada saklı duran hesabın görülmesine! Behlûl gökte aradığı fırsatı yerde bulmuş, ayağına gelmiştir. Mir’in kervan alayı Behlûl’ün konağı önüne gelir durur, edep u erkan ile karşılanır, gül ve gülüşler bırakır yerini kaygı ve tereddütlere, birazdan olacak olanlardan bihaber… Behlûl, Mir ve heyetini şanına yakışır bir şekilde karşılar, hürmette kusur etmez, buyur eder kasrın değerli konuklar için serdiği makamına onları. Alır almasına da hoşbeşten sonra kurşundan ağır bir sessizlik çöker konukların konağına, zira eskilere gitmiş sohbetin akışı, Behlûl, donakalmıştır tekrar o ayaz gecenin suyunda, bir yumruk düğümlenmiştir boğazına gafil…! Mir, hani gece olsa sarsa kendine karanlığı, görünmese utancından, öylece iki büklüm olmuştur. Yer yarılsın içine girsindi Behlûl’ün bakışlarından fırlayan haklı hiddetin karşısında! Mir bir an önce meseleyi Behlûl’e açıp ve buradan kaçar adımlarla uzaklaşmak ve bir daha gelmemek üzere gitmek istiyordu. Dolayısıyla Felemez’e zorbela kaldırdığı başıyla göz ucuyla işaret verir. Behlûl’ün gözü ve dikkati üzerlerindedir ve doğru anı beklemektedir.
Felemez Mir’den işaret aldıktan sonra ziyaretinin amacını Behlûl’e açıklamak için yeltenir yeltenmesine fakat Behlûl, Felemez’den hızlı davranır ve “…ne aceleniz var, değerli Mir ve heyeti bunca yıldan sonra bu kadar yolu arşınlamış konağıma gelmişler! Şanına layık bir yemek yedikten sonra hemhal olur, eski günleri yad eder ve sebebi ziyaretinize geliriz. Ama önce yemeğimizi yiyelim, istirhamınızı yapın sonra meramınızı konuşmaya gelsin sıra. Koskoca Mir, Behlûl’e konuk oldu bir yemek yedirmeden geri göndertti dedirtmem” der.
Oysa zaten Behlûl, Mir’in sebebi ziyaretinden haberdardır ve meseleyi duyar duymaz Mir’e ibretlik bir ders vermek için her şeyi planlar. Konukları teşrif ettikten sonra da adım adım hayata geçirmeye koyulur. Konuklarını yedi katlı devasa büyük sarayın konuk odasında ağırlamış Behlûl ve konuklarının, yani Mir ve heyetinin tüm ısrarlarına rağmen şan ve şereflerine layık bir yemek yemeden herhangi başka bir konuyu konuşmayacaklarını kati bir biçimde konuk heyetine bildirmiştir.
Mir ve yanındaki heyeti, “…yeteri kadar yerin dibine girdik, bari daha fazla rezalet çıkmadan mesele hal olsa…” der içten içe ve yemeği beklemeye koyulurlar. Birkaç saat geçer, Mir ve heyeti sıkılmaya başlar ve homurdanmalar başlar. Mir’in icazetiyle Felemez Behlûl’e, “Efendim, taktir edersin ki evi barkı, yeri yurdu bisahip bırakarak uzun uzak yoldan geldik. Saatlerdir bekliyoruz, meseleyi konuşsaydık, yemeği sonra yeseydik” der demez, Behlûl yine ısrarla ve kati suretle, “olmaz, ben aziz misafirlerime yemek ikram etmeden bir şey konuşmam” der ve Felemez’in önünü alır onu susturur. Susturur susturmasına da saatler geçer, bir öğün geçer gelişlerinin üzerinden fakat beklenen yemek gelmez olur bir türlü. Her seferinde Behlûl “…yemek ocakta, ateşin üzerinde, pişsin yemeğimizi kuralım yiyelim konuşacağız” der. Akşam olur gelmez, gece olur gelmez bir türlü gelecek olan yemek. Sabah olur artık ne Mir’in ne de heyetinin sabrı kalmamıştır. Mir daha fazla dayanamaz ve kendisi sitemkarca Behlûl’e,
– Behlûl ocağın yanmasın, bu ne yemeği böyle, üzerinden bir gün geçti pişmedi mi hala? Dana eti olsaydı pişmişti, deve eti olsaydı pişmişti, her ne yemek ise şimdi kaç sefer pişmişti. Alay mı ediyorsun, geçmiş günlerin intikamını mı alıyorsun benden açıkça söyle. Ama insan böyle konuklarını rüsva etmez…
– Saygıdeğer Mir’im estağfurullah, rica ederim, cenabınızla nasıl alay ederim. İnanmasanız gelin size göstereyim kendi gözlerinizle görün… der
Ve Mir dayanamaz kalkıp gerçekten de gidip bakmak ister bu bir türlü pişip gelemeyen yemek nasıl bir yemekmiş bir gün boyunca pişmiyor! Mir ve heyeti arkada, Behlûl önde kasrın mutfağının yolunu tutarlar. Mutfağa girdiklerinde Mir ve heyeti gözlerine inanmazlar, gördüklerini karşısında şaşkına dönerler ve bir anlam vermezler. Zira ocakta bir yemek yok, bir ateşte yoktur. Sadece ocağın ortasında bir mum yanmaktadır. Mir öfke ve hiddetle Behlûl’e döner ve;
– Behlûl, evin barkın yanmasın hani yemek, bir gündür bizi bekletiyorsun et yemeği ocakta diyorsun, ama ocakta bir mumdan başka bir şey göremiyorum. Bu ne iştir?
– Mir’im, efendim olmaz olur mu? Rica ederim gelin size et karavanını da göstereyim… der ve kasrın üst katlarının yolunu tutar…
Mir daha da şaşkınlığa ve hayrete bürünür düşer Behlûl’ün peşine. Behlûl, Mir ve heyetini kasrın yedinci katına kadar çıkarır ve ne görsünler; gerçekten de yedinci kata çıkan ocağın şöminesinin üzerinde devasa içi et dolu bir karavana konmuş ve bir aşçı da yanında bekliyor! Mir vezirlerine, vezirleri ona, birbirlerinin gözlerinin içine şaşkın ve hayretler içinde bakarlar fakat pek bir şey anlamazlar. Mir;
– Behlûl, kurban bu nedir, bir izahı var değil mi? Yeter bizimle oyun oynadığın, küçük düşürdüğün!
– Rica ederim Mir’im! Gördüğünüz gibi birinci katta mum yanıyor, et karavanasını da yedinci katta ocağa koymuşuz, mumun ışığında pişsin yemeğimizi yeriz…
– Behlûl, akıl var mantık var, göz var nizam var! Nasıl olur? Dana etinin karavanası yedinci katın ocağında birinci katın şöminesinde yanan mum aleviyle nasıl pişsin, aklını mı yedin sen?
– Olur mu Mir? Kışın ayazında, buzlu su havuzunda ben onlarca kilometrede yanan bir ışıkla ısınıp hile yapabiliyorum da yedinci katta dana eti mi mum alevinde pişmiyecek?!
Mir’in aklı yeni başına gelir, ‘vay kül başıma’ der ve heyetiyle ibretlik bir ders alarak eli boş evin yolunu tutarlar…