Bilinç / Altından Sıyrılmak / Tarihsel Bellek – Nejdet Evren

Bilinç, insan türünü diğer türlerden ayıran düşünsel bir olgudur. O, doğanın zor koşullarına uyum sağlamayı değil doğayı kendisine uyarlamayı hedefleyen bir birikimdir. Taşı yontarak kesici alet yaptığında insan bunun sırrını sonraki kuşağa aktarırken kıskanç davranmış ve gözlem/deneylerinin sonucunu başkalarından gizlemiştir. Derken bakırın eridiğini, kalay ile karıştığında daha yetkin olan tunç alaşımını keşfettiğinde ateşin gizemiyle yarattığı imgeleri bir sığınak ve tanrısal bir güce dönüştürmüştür.

Bilinç, insan türünün tüm yaratılarını ve içindeki kendisini yeniden yorumlayarak yaşamına bir anlam yüklemesinin, bir dayanak aramasının bilge-sevgisi dediği felsefesinin yoğrulduğu ortak çamurdur. Bu çamur bilinen hiçbir çamura, toprağı hiçbir toprağa benzemez; çünkü bu, doğada saf olarak bulunmayan bir çamur şeklidir ki, insan yaratısıdır.

İnsan, doğa karşısında kazanmış olduğu bu başarıdan dolayı öykünmekte haklı ve gururludur. Bu kazanımı hoyratça kullanmak eğilimini taşırken her şeyi kendi etrafında döndürme eğilimi taşır. Tüm canlı türlerinin hiyerarşik sıralamasında en üste kendisini koyar. Canlıları insanlar, hayvanlar ve bitkiler diye kategorize eder.

Bilgi, en kutsal hazine olarak kuşaklar-arası aktarılırken tarihsel bir doku örülmekteydi; tarihsel bellek. Tarihsel bellek, tüm insan türünün dünya gezegenindeki tüm kazanımlarının, birikimsel ve imgesel bilgilerinin kuşaklar-arasında aktarımı ile varlığını sürdürmesidir. Kendi olgusunun farkına varmak ancak bilinçsel bir sürecin yaşanması ile olanaklıdır.

Varlığın farkına varmak için bilinçli/bilgi donanımlı olmak gerekli değildir. Tüm canlılar varlığı fark edip etki/tepkilerini geliştirirler. Kimileri bunu refleks olarak kimileri de iç-güdüsel yapar. Ancak, olgular hiç de öyle değildir. Olguları yaratan ve var-eden/algılayan/fark eden bilinçtir. Bilinç bu yönü ile kolektif bir emeğin ürünü olarak tarihsel/sosyolojik/kültürel bir aktarımdır ki, insan türüne gökten zembille bahşedilmiş bir algılama değildir. Kolektif bilinci, insanlaşma sürecindeki kültürel evrimini sürdüren ve on-binlerce yıl çabalayarak yaratan insanın kendisidir. Her bir bireydeki doğru algılama/değerlendirme/sonuç çıkarma ve karar vermeyi sağlayan bireysel bilgi donanımı/bilinç bu kolektif bilincin bir sonucu ve ona dönerek bu bilince kişisel çabalar ile bir eklemlenme ile ortaya çıkar. Tüm bireyler tarihsel bellek ile dünyaya gelir ve o yetişmekte olan bir çiçek gibidir; onu besleyip büyütecek ortam ise içerisinde yaşadığı toplumsal dokudur. Onun kendisini gerçekleştirmesi için toplumsal dokunun ona yer açmak dışında başka bir işlevi olamaz.

Tarihsel bellek kavramı içerik olarak her doğan insan türüne ilişkin kişinin “tabula rasa”/boş levha olarak dünyaya gelmediğine dairdir. Bugünkü belleğimiz kalıtımsal olarak bilgi yüklüdür. Bu nedenle ilkel türlerden daha gelişkin bir düşünsel kapasitesi vardır. ilkel insan ile bu günün insanını aynı kefeye koymak bu açıdan haksızlık olacaktır. Beynin hacimsel olarak da farklı olduğu antropolojik çalışmalar ve fosiller ile ölçümlenmiş bulunmaktadır. Tüm bu nedenlerden dolayıdır ki, çağcıl insan, güdülerini denetlemek konusunda çok gelişkin bir yapıdadır. Fiziğin zorlanması insan düşüncesi ile olasıdır. Düşüncenin nesneden, ruhun bedenden ayrıştırılıp birine öncelik tanıyarak olguları açıklamak aynı sonuca ulaşacaktır; teolojik ve pozitivist yaklaşımlar determinist kavşakta buluşmak durumundadırlar. Açılım ayrıştırmada değil birleştirmede olmalı.

İnsan bir türdür/canlı türü olarak; diğer türlerden farkı ise sosyal/tarihsel/bilinçsel bir birikim yaratmış olmasıdır. İnsan türünün diğer türlerdeki çokluğu önemsediği ve bunda bir güç bulduğu da bir realite olsa gerek. Kitlesel gücün varlığı hep ola-gelmiştir. Biyolojik bir türün varlığını sürdürme eğilimi salt bu yönü ile çoklu/tekil üreme/çoğalmaya bağlı olarak dominant/baskın bir yapıdadır. Bu baskılama bir yönü ile dayatmadır. İnsan türünün evrimleşme ve sosyalleşerek insanlaşma süreci bu gel-gitler eşiğinde yaşanmış ve günümüze gelinmiştir. Yaşamsal doğadan kopuş kadının köleleştirilmesi/kapatılması/ikincileştirilmesi ile başlayan bir süreçtir ve hala izlerini derin bir şekilde sürdürme eğilimi taşımaktadır. Canlı türün varlık nedeni kendisidir. Değilse, o tür zaten olmayacak ve tartışma konusu bile yapılmayacaktır. Dolayısı ile, çocuk sahibi olmak yaşamanın/varlığın temel nedeni ve belirleyeni değildir. Cinselliğe yabancılaştırılmanın/yabancılaşmanın kadının/ana-erkin yok edilmesi ile sıkı bağlantısı vardır. İnsanın yaşamsal doğasına aykırı olan bu erk çoğalma ve üretmeyi de dışlamakta ve tersine bir süreci gündeme getirerek nötr olma eğilimi taşımaktadır. Burada eşitlenme eğiliminden söz etmek olanaklıdır. Cinsler/arası ilişkide çocuk istemek çok ayrı bir olgu olup cinsler arası ilişkinin temel belirleyeni değildir. Çocuklara hangi yargı ile bakıldığı önemlidir. Maymun topluluklarında çocuklara topluluğun bir bakım ve gözetime gereksinim duyulan bir bireyi gözü ile bakılmaktadır. İnsan türünün farkında olmadığı yabancılaşma, çocuğa bakış açısını daraltmış ve bu nedenle de cinsellik ile çocuk olgusunun karıştırılmasına neden olunmuştur. Birey canlı ve tam doğum ile toplumsal kimlik kazanır; ancak o daha ana karnında iken bir değerdir.

Öğrenme, algılama, ezber ve yorumlama olgularını ayrıştırmak gerekir. Doğuştan tarihsel belleğe sahip bireyin algılarını yetileri ile geliştirme süreci, deneysel bir öğrenme sürecidir. Emekleyen bebeğin yürümeye başlaması gibi. Bu bize öğrenmenin yaşı ve sınırı olmadığını da gösterir. Algılama biçimi kişinin içerisinde bulunduğu doğal/toplumsal/kültürel etkiler ile birlikte kişinin hazır bulduklarını sorgulama isteği/gereği/yönelimi ile şekillenir. Süreç anne karnında başlar ve biyolojik dönüşüme dek sürer. Dokümanter bilginin depolanması bir öğrenme değildir. Bunlar ancak öğrenme sürecinde kullanılacak bilgi topluluğu işlevi görebilirler. Yorumlama ise kişinin sürece bağlı gözlem ve deneysel bilgisi ile tarihsel belleğine yeni ve farklı düşünceleri katması sürecidir.

Tüm bireyler tarihsel bellek ile dünyaya gelir ve o yetişmekte olan bir çiçeğe benzer; onu besleyip büyütecek ortam ise içerisinde yaşadığı toplumsal dokudur. Onun kendisini gerçekleştirmesi için toplumsal dokunun ona yer açmak dışında başka bir işlevi olamaz. Ne ki, durum çoğunlukla böyle değil ne yazık ki! Toplumsal doku ne mi söyler: tersine çevrilmesi gereken bir ata-sözünden anlaşılabilir; ne demiş atalarımız; “ağaç yaş iken eğilir” bu söz karşısında biraz durmak gerekir. Tersine çevirdiğimizde şu sonuç ile karşılaşılır: “ağaç yaş iken eğilmez, düzeltilmelidir” . İlkinde özgürlükten yoksunluk, ikincisinde yücelme vardır. Doğrusu eğitim/öğretimin ağaca bakış açısı toplumun bileşik-kaplar prensibinden bağsız olmamakla birlikte bağsızlaşmasına engel bir durum da yoktur. Her şeyi insan yaratır!

Nasıl ki zamanın, ağırlığın ve uzunluğun evrensel sabite olmadıkları; ve nasıl ki yer-çekimi denilen fizik yasasının kütle çekimi olduğu ve bunun ivmenin ayrılmaz iki parçasından bir yüzü olduğu ve ışık hızının evrensel bir sabite olduğu anlaşılmış ise, diyalektiğin tarihsel dokusunun zaman boyutu ile ele alındığında düşünceye bir kapı araladığı; tarihin geçmişte değil bu-gün içerisinde yazıldığı gerçeği onun zaman ögesi ile yıpranmışlığının rengini ortaya çıkartmaktadır. Üç-boyutlu biçim/madde olmadan yıpranma söz-konusu edilemeyeceğine göre sonsuzluğun biçimsiz biçimi bu biçimler ile biçimlenir ve sonsuzlaşır. Tarihin nesnesi/aracı olarak algılanan bireyin bu edimsizliği ile determinis/fatalist/yazgıcı duruşu belirsizleşen gelecek karşısında çok sayıdaki olasılıklar üzerinde tercihler yaparak özne olması ile çözümlenecek bir sorun olmayı sürdürecektir. Olasılıkların neler olduğu bu-gün ve geçmiş zaman dilimlerindeki olgular içerisinde gizlidir. Önemli olan kategorize edilmiş kalıplar içerisinde değil, çelişkinin özde olduğu tarihsel bilinci ile algılama, yorumlama, değerlendirme ve değiştirme yöntemlerini doğru bilmekte yatmaktadır. Tüm filozoflar geleceği ön-görmek istemişlerdir. Bunu yaparlarken de geçmişi gözlemlemiş ve değerlendirmişlerdir. Her birinin açmış olduğu düşünsel açı, tortusal bilginin yoğrulma biçimini değiştirmiş ve tarih buna göre yeniden ve yeniden yazılmıştır. Ve hiç biri aşılamaz olduğunu asla benimsememiş ve insan denilen canlı türünün önünü görmesi için çaba harcamışlardır. Tarihi belirsizleştirirken geçmişteki filozofların yaklaşımlarını olduğu gibi almak kendi içerisinde bir çelişkidir. Demek ki, hiç de söylendiği gibi tarihsel iz-düşümler bilinemez ve değerlendirilemez değillerdir. Önemli olanının ise bunu doğru değerlendirmektir.

Canlı türleri yaşadıkları doğanın gereklerine göre seçmeci bir davranış şekli geliştirirler. İnsan türü bu açıdan bilinçli seçme yapma olanağını yaratmış bir türdür. Böyle olunca, eylemlerinde bireysel/toplumsal yararlılık eğilimi taşıması kaçınılmaz ve gerekir de. Bilinçli tüm eylemler mutlak şekilde bir nedene dayanırlar. Bunun ölçüsünün de kesinlikle yararlılık olduğu söylenemez. Örneğin her tüketim diğer yönü ile bir üretimdir; buna üretici tüketim de denilmektedir. Bir kişinin biyolojik varlığını her yeni gün için yeniden üretmesi için gerekli olan besin-kalorisi diyelim 2500 cc olsun, o kişi doyduğu halde fazlasını yeme eğilimi gösterebilir ve 5000 cc alır, bunu da bilinçli olarak yapar. Bu son durumda bir yararlılıktan söz edilemez. Ayrıca yararlılık göreceli ve tartışmaya açık bir konudur. Kime/neye/tarihe göre sürekli değişecektir.
Anlam gelecek ile değil an ile ilişkilidir. Olası gelecekten söz edebilir, ancak kesin gelecekten söz edemez. Olasılıklar arasında seçim yaparak tercih edileni kurgulamak ise tarihsel bellek ve yönelimlerle ilgilidir. Evrenin açık ya da kapalı olmasına göre değişik şekillere de olsa canlı türlerinin bir başka biçime dönüşeceğini bilmek “an” olanı anlamsız kılmamalıdır. Çünkü şu an için anlamlı olan o an için yoktur. Bu iki olgu asla karşılaşmazlar. Evrenin sonsuzluğuna bakarak bilinen/henüz bilinmeyenin sonsuz olduğunu söylemek mümkündür; ancak, bilinç bir bilgi birikimi olduğuna göre önü açık sınırlı bir alanı/zemini ifade eder.
Ne pozitivizmin, ne idealizmin ne de psikanalizmin tek yönlü pencerelerinden bakarak insanlaşma süreci açıklanamaz. Bilinç-altı tam anlamıyla pozitivizmin örtülü dokunulmaz totemidir. Bilinmeyenden hareketle bilineni açıklamaya kalkışmak ve tüm var-oluşu buna indirgemek diyalektiği görmezlikten gelmek ve bilimi teolojinin kucağına atmaktır. Dil/el/ayak/beyin diyalektiği hiç de söylendiği gibi libido-dan kaynaklanan bir süreç değildir.

Psikanaliz yaklaşım temelde, doğal insanın sosyal süreçte cinsel güdülerinin bastırılması ile bir kırılma yaşadığını, etiğin bu yönden bir baskı aracı olarak ortaya çıktığını, doğal seçmecilikte -seksüel seçme- bastırıldığı için kendine yabancılaştığını açıklamaya çalışmaktadır. Freud’un psikanaliz çözümlemeleri bu temeldedir. Etik, o kadar dar kapsamda değerlendirilmemelidir. Bir zamanlar ana-erkin egemen olduğu neolitik dönemlerde, Mısır’da, Babil’de, İndiaina’da da etik vardı; kadınlar tüm toplumun bireylerini geleceğe hazırlarlardı, bastırılmış değildi duygu ve düşünceleri; ne ki yarı-tanrı krallar ile erk-egemenlik kurulmaya başlandığında sahiplenme/mülk edinme iradesi ve eylemi ile paylaşım ve paylaşımsızlık temelinde bir iktidar savaşımı yaşandı. Kadınlaştırılmak, ya da erkekleştirilmek aynı olgulardır. Beş bin yıl önceki bellek ile günün belleği arasındaki fark görülmelidir. Üretim ilişkilerini yok sayarak etiği, tarihsel diyalektiği yok sayarak üretim ve paylaşımı salt bastırılmış duygular ile açıklamaya kalkışmak tarih içerisinde zaman kargaşasına neden olacaktır. Bu durum, ilkel toplumda yaşayan birey ile günümüz uygar sayılan toplumundaki bireyin aynı kefede değerlendirilmesi ile eş-değerdedir. Modernite denilen olgu, uygarlık olarak tanımlanacaktır; ancak, uygarlık o kadar menem bir olgu değildir; erk-egemenlik ne ise, kadınlaştırılmak aynı olgudur; libido denilen o bilinmez ile ilgisi yoktur.

İnsanoğlu öğretileri ezberlemeyi çok sever ve bu alışkanlık ta ilkel dönemlerden kalma zanaatçıların zanaatlarının sırlarını çıraklarına öğretmeleri kadar eskiye dayanmaktadır. Ve yine bunları ezberlediği oranda kendisini gerçekleştirdiği sanısına kapılır. Bununla coşkulu bir akışa kapılır ki demeyin keyfine…ve öğretilere karşı gelenin vay haline?! Erich Fromm ? sevme sanatı?nda bilinç-altına ciddi eleştiriler yöneltse de onu aşma eğilimi taşımamıştır. Öyle ya koskocaman Freud bir kere demişti ya bilinç-altı, tamamdı öğreti ve tüm düşünceler bunun etrafında dönmek zorunda bırakılmışlardır. Tersini söyleyene, hemen birileri kalkıp senin çocukluğuna gidelim ve geçmişini irdeleyelim, bastırılan duygularını çözelim diye müdahale etme gereğini duyumsayacaktı. Birileri kalkıp ta bir diğerini hipnoza tabi tutarak bilinç-altını irdelediğinde bilinç-altı irdelenenin bilinç-altındakilerini asla görme/bilme şansı yoktu ve tamamen hipnozcusunun anlattıklarına inanmak zorundaydı; ve buna da koskocaman bilim etiketi takılmıştı. Çok eski çağlarda -ki, bar-bar-toplumları denildiği de oluyor- bu görevi yürüten büyücüler vardı ve ruhlarla ilişki kuruyorlar ve kötücül ruhları kovalayarak insanı iyileştiriyorlardı, sonradan onların yerlerini başka adlarla başkaları aldı ve güne gelindi.

Pozitivizmin bir öğreti olduğu açıktır. Pozitif bilimler ile pozitivizm bir-aynı olgular değillerdir. Pozitivizm ile öğretilmek istenen, pozitif bilimlerin şaşmazlığı ve koşulsuz ona boyun eğilmesini sağlamak ve tarihsel kültürü, insan düşüncesini ve yaratısını yok saymaktır. Pozitivizmi bir felsefe olarak/felsefi bir akım olarak görmek yanıltıcı olacaktır. Pozitif bilimlere yapılan vurgu sosyal olaylara enjekte edilmeye kalkışıldığında ise metafizik öğretinin tam zıttında görünen ve fakat bir-aynı yeni bir egemenlik sisteminin zemini hazırlanmış olacak ve pozitif bilimlerin yönü buna göre belirlenecektir. Bu nedenledir ki, bilimsel araştırmalar şu yada bu/o ya da öteki ön-koşul/peşin-kabul ile baştan o söylenen meşhur tarafsızlığını yitirmiş olacaktır. Doğrusu, bilimsel bulgular ile onların değerlendirilmeleri ayrıştırılmalıdırlar; bulguların nesnelliği değerlendirmenin öznelliği ile zenginleştirilip, toplumsal/kültürel bir yararlılığa araç edilebilmelidir; bu bağlamda bilimlerin felsefi yorumlarında öznellik kaçınılmazdır ki bilimsel çalışmalar gerçek taraf olma hakkını kazanabilsinler. Tüm bilimler tarafsız değildir. Tarafsız olduğunu belirten düşünceler de bir tarafdır. Öyle ise, bilimlere insan-üstü bir don biçmek kendi içinde çelişmeye mahkum görünmektedir

Epilepsi/sara nöbeti, uyku hali, alkolün yarattığı algı bozukluğu, nevrotik nöbetlerdeki değerlendirmeler vb. kişinin psikolojisini etkileyen biyo/kimyasalların algılama/yorum ve değerlendirmedeki davranış farklılığı/değişikliği/bozukluğu yaratmış olmaları ile normal zamanındaki kişinin davranışlarını bir-aynı olgu gibi değerlendirmek Freud?un teorisini temel alan psikanalizin değerlendirme hatasıdır; bu nedenle bilinç-altı, bilinç-dışı gibi olgular/fenomenler bilimsel alanlar olmaktan uzaktır. Esprinin kökeninde/davranışın kökeninde bilinç-altı, ve bilinç-dışı gibi karanlık ve bilinmeyen etki alanları yoktur.

Paleontolojik ve arkeolojik kazı ve araştırmalarda elde edilen bulgular değerlendirildiklerinde, İlkel primatların insanlaşma sürecinde doğal güçler karşısındaki sayısal azlığını ve korkularını resmetmek olanaklıdır. İlkel insan yıldırımdan da korkuyordu; ancak bu korku onun libidosuna değil yaşamını ve türünü sürdürmesi için doğal güçler karşısında bilgi birikimi yaparak varlığını sürdürmeye çalıştığına tanıklık yapmaktadır. İnsan diğer türleri de gözlemlemiştir ve onların sayısal çokluğu varlığını sürdürebilmesinin nedeni olarak görülmüş olması üretken öğelere ayrı bir önem vermesinin nedeni olmuştur. Kadın/erkek figürleri ve taş kabartmalarda cinsel organların abartılması ilkel insanların nesneye yükledikleri bir anlamın ifadesidir; onlar bu şekilde bir yaratı ile üretimi arttırabileceklerini düşünmüşlerdir, Freud un dediği gibi bastırılmış düşüncelerin sonucu değillerdir. İlkel primatlardan tutun da günümüze kadar insanlaşma sürecinde elde edilen tüm bulgular/insan yaratıları onun doğayı, türleri, kendisini gözlemlemesi, denemesi ve bunu bilgisel birikim ile aktarması sonucunda oluşturduğu bilinçli yaratısının sonucu olduğu görülecektir.

Şimdi, insan bilgisinin/varılan noktada, bilincin tüm evrenin bilinmeyenleri karşısında ne denli küçük olduğuna bakılarak insanın bilinçsel birikiminin küçümsenmesi haklı olmadığı gibi hiç bilinmeyen ve ne olduğu açıklanamayan bir alandan söz ederek bilineni açıklamak mistik, teolojik, büyüsel, kahince yaklaşımlar olabilir; bilimsel olduklarını söylemek bir kandırmaca/mistifikasyondur. Bu mistifikasyon aydınlanma denilen oryentalist batı-felsefesinin pozitivizm akımının bir sonucu ve örtülmesidir. Ezberci yaklaşımlar bunu fark edemeyecektir.

İnsan türünün geçirmiş olduğu mutasyon ile beyin dokusunun el-ayak-dil-göz-beyin diyalektiği ile karmaşık ve gelişkin bir yapı kazandığı görülmektedir. İnsanın biyolojik sürecini tamamlaması ile kültürel süreci başladığından ondan önceki dönem oldukça bilinmeyenlerle doludur. Nöronlar arası etkileşimin olgunlaşma sürecinin diğer türlerden farklı olarak insan türünde uzun bir zamana yayılmış olması dikkat çekicidir. İnsan tarihsel belleği kuşanarak ana karnından kendine dönüşmeye başlar. Belleğin içerisindeki bilgi birikimi kişinin yaşadığı yer/zamandaki sosyal çevrede olgunlaşır/şekillenir/kendini yaratır. Temelde iki tür davranış biçimlerinden söz etmek olanaklıdır; iç-güdüsel ve bilinçli davranışlar. Çocuk ve bebeklerin bilinçsiz davrandıkları söylenemez; birikimsiz oldukları açıktır. Olgunlaşma aşamasındaki davranışlarının bir kısmı iç-güdüsel olabilir ancak bilinçsizce bir davranış sergilemezler. Düşünce özürlü oldukları kabul edilen bireylerin nörotik yapıları çoğunlukla biyo/kimyasalların etkileri ile oluşmaktadırlar. Tarihsel bellek ile kuşatılmış bireyin olgunlaşma sürecindeki algılaması onun oluşumunu sağlar ve fakat ana-baba-kardeş-arkadaş-sosyal tüm çevre-beslenme-barınma-güvenlik vb tüm etkileri özümser içine alır ve onları belleğinin bir değerlendirme notu haline getirirken baskılanmış bir gizil alan biriktirmez. Tüm bilgiler olgunlaşan bilincin kendisini oluştururlar.
Bebeklik dönemini ilk 3/5 yaşa kadar genişletmek olanaklıdır. 3/5 yaşına kadar istemleri bir şekilde sınırlandırılan bebek, kendisinden daha güçlü olarak algıladığı gücün isteklerine boyun eğmeyi öğrenirken bu baskılamanın sonucunda ikinci kimliği alt-kimlik olarak yıkıcı bir kimlik olarak, ileriki yaşlarda kavga etmek/açığa çıkartarak nötürlendiğini ileri sürmek psikanaliz bir yaklaşım olarak ortaya çıkmaktadır. Oysa ki, İlk 5 yaşına kadar annesi/büyüteni tarafından bakılan ve istekleri anında doyasıya karşılanan bir bebek böyle bir baskılanma altında olmayacaktır. Yukarıdaki önerme ile bağlı kalırsak bu kişi büyüdüğünde alt-kimliği olmadığından neredeyse hiçbir tartışmaya katılmayacak tabir caiz ise suya sabuna dokunmayacaktır. Bu sonuca hayır demek gerekir. Neden mi?
Tartışmanın temelinde baskılanan duygu/düşüncelerden çok yaşam gereksinimlerinin paylaşımı ve düşüncelerdeki farklılıklardır. Çatışma kuşak içinde olduğu kadar kuşaklar-arasında da var olacak ve bu toplumsal gelişmenin üretim araçları ile oluşturulan ilişkilerin belirlediği toplumsal dizilişlere göre her aşamada yeniden yeniden yaşanacaktır. Tartışma bu yönü ile üretim/tüketim ve paylaşımın, duyguların iletim/alım/karşı-üretim/tüketimi ile dengelenene kadar sürecek ve yeni bir istenç ile yeniden çelişkiye girdiğinde tartışma farklı bir zeminde yürüyecektir. Tartışmayı bu yönü ile bir paylaşım biçimi olarak değerlendirmek olanaklıdır.
Tersini düşünelim bir kez de; bebek horlanmaktadır ve sürekli mutsuz ve baskı altındadır; o bebek kişiliğini geliştirmekte zorlanacak ve yıkıcı davranışlar ile kendisini benimsetme saplantısına girecektir. Bunu yaparken bilinç-altının onu yönlendirmesi sonucunda farkında olmadan yaptığı bir davranışı değil, bilerek yıkıcı davranmayı geliştirdiği için bilinçli olarak bunu yapacaktır. Kişilik kırılmasının zararlarını ona neden olduğu kişilerle paylaşmak için yapacaktır bunu. Böyle olunca orada artık tartışma yaşanmayacak, kavga ve şiddetli çatışmalar yaşanacaktır.
Yansıyan ben ego?nun temelini oluşturmaz; onu besler yalnızca. Ego zigot oluşumu ile başlar. Anne bebeğin isteklerine göre yiyecekleri seçer ki, aş-ermek deniyor ego çok daha öncelerden başlamış demektir. Yalnız kalan/bırakılan çocuk büyüdüğünde ego?su olmaz demek neredeyse mümkün değildir; tam tersine var-oluşunu sürdürebilmesi için ?ben?ini yaşatabilmesi için ona daha çok gereksinim duyacaktır. Hayvanlaşma denilen olgu ise tarihsel belleğin gelişememesidir. ?insan? tür olarak sosyal/tarihsel bir tanım olduğu için en-az iki kişiyi gerekli kılar. Sosyal çevre ile varlık kazanan ego bilinç ile denetim altına alınabilen bir edim/edimsizlik şekli olarak yansır; onun bilinç düzeyinde denetlenmesinin toplumsal ve bireysel ak-töre/ahlak ile ilgisi olduğu kadar, -hiçbir toplumsal doku afaki/ilizyon/bir yansıma-dan ibaret değildir- onu etkiyen bir ögedir de

insan psikolojisi ve ruh/tin bir madalyonun iki yüzü gibidir; ölüm karşısındaki çaresizlik ruhu bedenden ayırarak düalist bir yaklaşımla insanın ölüme farklı bir çözüm bulmasını sağlamıştır. insanlaşma sürecindeki el-ayak-dil-beyin diyalektiği tarihsel bir bilgi ve seçme yapabilme yeteneğini geliştirerek türün bilinç denilen yapısını ortaya çıkarmıştır. Bunu, insan tür olarak yaratmıştır. Bu yaratı kolektif ve tarihsel bir yaratıdır. Bilincin varlığı, onun karmaşıklığından dolayı düşüncedeki yansımalarında kişisel bir farklılığa doğru evrilirken onun kendi çelişkisi tam olarak nasıl bir olgu/fenomen olduğu tanımlanmayan bir durum/bilinç-altı tanımlaması ile yapılamaz ve açıklanamaz. Bilinç-altına bir inanç sistemi olarak bakmak daha anlamlı olacaktır.
İnsan türü, olan-ı açıklamak isterken tarihsel belleğini kullanır ve bu da bilinçsel bir süreçtir. Bilincin oluşmasındaki maddi doku onun olguyu açıklamasına engel değildir.

Nazım ne diyor;

“ne ölümden korkmak ayıp
ne de düşünmek ölümü”

Bilinç-altı öğretisinin kurucusu dahi bilinç-altını tanımlayamamışken, bu tanımlanmayandan hareketle bilinen/bilinçsel edimler top-yekün nasıl açıklanabilir? sorun buradadır.

Heraklit “ölüm yoktur” diyor. Gerçekten ölüm yoktur; yalnızca dönüşüm vardır. Korkular salt ölüm/dönüşüm ile sınırlı değildir. Korkuların maddi/tarihsel/çevresel/psikolojik bir sürü belirleyeni ve nedeni vardır. Şimdi kalkıp ta korkular bilinç-altında gizlenen/bastırılan duygular olarak daha sonra sapma şeklinde ortaya çıkıyorlar denecek olursa bu önermedeki “bilinç-altı” kavramı/olgusu açıklanmaya muhtaçtır. Değinmek istenene de budur zaten; “bilinç-altı” var mıdır? yok mudur? Sorusuna olumlu yanıt vermek yeni bir tanrı olgusuyla eştir.

Psikanalist yaklaşımda bilinç-altı bastırılan duyguların sapma şeklinde ortaya çıkışlarından söz eder. Ölüm korkusunun içselleştirilip bir kıyıda saklanmasında bastırılan bir duygu yoktur. Dürtülerin bastırılması ile korkuların gizlenmeleri aynı olgular olmasa gerek. Bilinç-altı denilen olguya, psikiyatristlerin kişiyi uyutarak/hipnoz ederek çocukluğuna inmeleri suretiyle ulaşılabileceği ve bu duygulardan bastırılanların açığa çıkartılması ile tedavinin yapılacağı temel mantığına dayanmaktadır. Hasta hiç bir zaman kendi bilinç-altı denilen olgusunu göremez; bir aktarıcıya gereksinim duyar; onun söylediklerine inanmaktan başka şansı yoktur. Üstelik bireysel tüm sapmaların neredeyse cinsel bastırılmaların bilinç-altı denilen alanda sıkıştırılmış olmasından kaynaklandığı tezine yer verilmektedir ki, üretim ilişkilerinin bunun yanında hiç kıymeti harbiyesi kalmamaktadır. Duygu ve düşüncelerin bastırılması olasıdır ki bilinçle ulaşılabilir ve nedenleri bilinebilir olgulardır; bunları anlamak ve çözümlemek için tanımı yapılamayan karanlık bir noktadan/bilinç-altından söz etmek bilimsel olmaktan uzaktır.

Duyguları bastırılmış olan kişi de isterse ölümü bilerek ve korkusuzca karşılayabilir. Demek ki ölümü korkusuzca karşılamak için bastırılmamış olmak gerekmiyor.
Ölümün arzulanabilir de; bu eylemin hedefi diğer öznelerdir. Bu eylem bilincin en yoğun istencidir ki, artık orada bastırılmış duyguların olması söz konusu olamaz. Bilincin olduğu yerde bilinç-altından söz edilemez.

Bilinç, bilinçsizlikten doğdu ve bilinçsizleşerek yok olma eğilimi taşımaktadır; bunu durduracak olan da bilinçtir.

Yazan: Nejdet Evren
Eylül/2009-Mayıs/2010,Batı

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir